İş Ahlâkımız
Allah Tealâ mealen buyuruyor ki: “Hile yapanların vay haline! Kendilerine tam ölçer, başkalarına eksiltirler. Onlar, insanların Âlemlerin Rabbi’nin huzurunda duracakları büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifîn 1-6). Bu ayet-i kerime çalışma ahlâkı ve hesap şuuru hususunda bizleri uyarıyor. Efendimiz s.a.v. de hileli iş yapanlar için: “Bizi aldatan bizden değildir.” buyuruyor. (Müslim, İman 134)
Mensubu olmakla şeref duyduğumuz dinin ölçüleri buyken insanların çoğu birbirinden dert yanıyor. Bazısı işler düzgün değil diyor. Pek çoğu sözlerin yerine getirilmediğinden şikâyet ediyor. Kimisi kandırıldığını düşünüyor. Müşteri tüccarın yalanından, tüccar alacaklarını alamadığından yakınıyor. Kimi tamircilerin, ustaların sahtekârlığı, memurun iş yapmaması, iş halletmek için aracı bulma, birilerine avuç açma mecburiyeti herkesin dilinde. Âmir biraz gevşese suistimali, titizlense baskısı; işçinin işinin hakkını vermediği, işverenin de emeğin karşılığını ödemediği konuşuluyor.
Şikâyet her alanda, her konuda. İnşaat yaptıran ya da ev alan tesisatın bozukluğundan, pazardan bir şeyler alanlar meyve sebzenin çürük çıktığından, hasta doktorun ilgisizliğinden, doktor hasta yakınlarının şiddetinden... kısaca toplumun büyük çoğunluğu halihazırdaki iş ahlâkından, çalışma veya ticaret hayatından memnun görünmüyor. Tüccar müşteriden, müşteri tüccardan, âmir memurdan, memur âmirden, işçi işverenden, işveren işçiden rahatsız.
Önce kendine bak
Herkes birbirinden şikâyet ediyor ama kimse kendisinin işinde, mesleğinde iyi olup olmadığını düşünmüyor. İnsan kendine sormalı: “Ben işimde nasılım? İyi yetiştim mi? Liyakatli miyim? İşimi sağlam yapabiliyor muyum? Sözümde duruyor muyum? Ticaretimde hile hurdadan uzak duruyor muyum? Maaşımın hakkını verebiliyor muyum? Kul hakkına dikkat ediyor muyum? Dünya kazancını ahiret azığına dönüştürebiliyor muyum? Ahirete inanıyor ve hesap şuuruyla yaşayabiliyor muyum? Kul hakkına girince helallik alabiliyor muyum?” Cevapları evet olanların iş ahlâkı ve hesap inancı iyi demektir. Fakat cevaplar “hayır” veya tereddütlü ise durum iç açıcı, işler hayırlı değildir.
İslâm deyince sadece ibadetleri akla getirme hastalığına yakalanan müslümanlar, insanlarla münasebetlerinde İslâm’ın emir ve tavsiyelerinden uzak yaşayabiliyor, rahatlıkla kul hakkına girebiliyor. Oysa İslâm hayatımızın yirmi dört saatini ve bütün alanlarını kuşatan bir din. Allah ile kul arasındaki ilişki namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerle kendini gösteren ulûhiyet-ubudiyet ilişkisidir. Fakat İslâm, bu ilişkinin çerçevesini rutin ibadetlerle sınırlamaz. İnsanın diğer insanlarla ilişkisi, ahlâkı, hayat anlayışı, hatta sevgi ve nefreti de bu ilişkiye göre şekillendiğinde “dini bütün” olunabilir.
Dini ibadetlerden ibaret sayıp, dünyaya dair işleri başka bir anlayışa ya da nefsin hevasına göre yürütmek dindarlık değil, sekülerliktir. Nitekim İslâm’ın insanlar arası ilişkileri düzenleyen hükümleri fıkhın konusudur ve adına “muâmelât” denir.
Muâmelât; aile, miras ve ticaret hukuku gibi hususlarda kişilerle veya toplumla ilişkilerimizi düzenler. İbadetler yerine getirilmediğinde Allah hakkı, muâmelât hukukuna riayet edilmediğinde kul hakkı meydana gelir. Görüldüğü üzere İslâm’da dinî ve dünyevî hayat ayrımı yoktur, müslümanın hayatında böyle bir ikilik olamaz. Muâmelât bozulunca Allah hakları da bozulmuş olur. Hayatını İslâm’a gören tanzim etme hassasiyetini gösterenler, ahirete ve hesap gününe inananlar hem ibadetlere hem de muâmelâta dikkat eder.
Hakların korunması ve refah
Muâmelât hukukunun ihmali yüzünden günümüzde en önemli sorunların başında çalışma ahlâkı geliyor. İster memur, ister tüccar, ister işçi ya da işveren; çalışma hayatının hangi kademesinde olursa olsun, herkes işinin hakkını verebiliyor, görevini yerine getirebiliyor mu? Dolayısıyla kazancı helal mi, haram mı? Bu soruların cevabı hayatî öneme sahip. Çünkü helal kazanç cennete, haram kazanç cehenneme götürüyor. Ayrıca helal kazancın helal hayata vesile olduğunu, haram kazancın ise diğer haramları işlemeye sebep olduğunu biliyoruz.
Ölümden sonra tekrar dirileceğine inanan insan haram kazanca el uzatmaz. Kimseyi aldatamaz. Hile yapamaz. Görevini kötüye kullanamaz. Hangi mesleği yaparsa yapsın hakkını vermeye çalışır. İş hayatında İslâm ahlâkına göre yaşar. Ahirete iman eden kul hakkı yemez. Kimseye zulmetmez. Karıncayı bile incitmez. Haksızlık yapmaktan korkar. Zaten ahirete inanan insan büyük hesaplaşmaya da inanır. Ölüme ve sonrasına hazırlanır. Para kazanmak için değil, helal kazanmak için çalışır. Böylece Rabbi’nin rızasını kazanır.
Ahlâkîlik esasına göre çalışan insanın, müslüman olmasa da çalışma hayatı güzel olabiliyor. Mesela aile hayatı ve ferdî hayat tarzı bakımından ahlâki çöküntü içinde olan Batı’nın ayakta kalması, iş hayatındaki özen ve hukuka riayet sayesinde oluyor. Yakın zamanlarda İngiltere’de yaşanan bir hadise bunun çarpıcı bir örneğidir.
Bir Türk öğretmen, İngiltere’de görev yaptığı okulda dersinin olmadığı saatlerde internete girer. Haber sitelerine bakar. Bir hafta sonra yine aynı sitelere girmek istediğinde dolaştığı haber sitelerinin engellendiğini görür. Ayrıca okul ve eğitimle alakalı olmayan sitelerde vakit kaybettiğini belirten bir uyarı yazısı alır. Yetmez, boşa geçirdiği vakit miktarınca başka bir okulda görevlendirilir. Görüldüğü üzere, okulda bulunduğu sürede boş saatlerinde bile boş işlere fırsat vermeyen bir uygulama karşımıza çıkıyor.
Batı’nın bunca zulme ve ahlâksızlığa rağmen neden hâlâ ayakta olduğu bu ve benzeri örneklerle daha iyi anlaşılıyor. Tamamına yakını müslüman olan ülkemize baktığımızda ise tablo şöyledir: Memur adeta devletin kendisidir. İşe girdikten sonra ömür boyu kendisini garantiye almış gibidir. Genelde işe ya servisle gidilir ya da makam aracıyla. Mesainin ilk saatlerinde kahvaltı yapılır. Sonra internette bir tur atılır. Haberlere bakılır. Bazen oyunlara takılınır. Arada işe vakit ayrılır. Bazen kim nereye atandı gibi kulis bilgileri araştırılır. Sonra ziyarete gelenlerle muhabbet edilir, çaylar içilir.
Bu sohbetlerde genellikle yöneticiler memurları, memurlar yöneticileri çekiştirir. Kahvaltı, internet, çay, muhabbet, gıybet derken öğlen olunca herkes yemekhaneye geçer. Pek çok kurumda mevcut olan yemekhanede öğle yemeği yenir. Öğleden sonra da sabah fırsat bulamayan ziyaretçilerin genellikle şahsî olan talepleri art arda sunulur. Bu arada telefonlar çalar durur. Ama açan az bulunur. Çoğu güya işle meşguldür. Çünkü mesai bitmek üzeredir. Akşama doğru, çalışma saatlerinin son dakikalarında yazılacak acil birkaç yazı, yapılacak önemli birkaç iş varsa yapılır. Yetişmezse yarına bırakılır. Saat beş oldu mu mesai doldu demektir. Bu vakitten sonra ancak her işyerinde birkaç adet bulunan fedakârlar gönülden çalışır. Diğerlerini devlet tekrar servisle evlerine bırakır.
Pek çok resmî kurumda görülebilen bu tablo tabii işleyişmiş gibi algılanır. Batı’da böyle bir çalışma hayatı olabilir mi? Demek ki İslâm’ın muamelât ahlâkından uzaklaşan kimsenin günlük ibadetleri yerinde olsa bile çalışma hayatı bozuk olabiliyor. Bu sebeple aile hayatı veya diğer hususlarda ahlâklı görünse de, toplum olarak İslâm ülkelerinde kalkınma istenen seviyede olmuyor.
Emekler boşa gidebilir
Haram kazanan kimsenin ibadeti, duası tam da olsa fayda göremez. Çünkü haksız kazananın duası makbul değildir. Efendimiz s.a.v. buyuruyor ki: “Bir kimse Allah yolunda uzun süre yolculuk yapar, saçı başı toz toprak içinde kalır. Sonra ellerini semaya kaldırır, ‘Ya Rabbi! Ya Rabbi!’ diye yalvarmaya başlar. Halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve bütünüyle haramla büyümüş! Böyle birinin duası nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât 65)
Biliyoruz ki Allah Tealâ rızkımıza kefildir. Müminin vazifesi rızık için helal işte, helal şekilde çalışmaktır. İşinin hakkını vermek, kazancına haram karıştırmamaktır. Efendimiz s.a.v. buyuruyor: “Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakının. Rızkınızı güzel yoldan isteyin. Helal olanı alın. Haramdan kaçının.” (İbn Mâce, Ticaret 2)
Çalışmak huzurlu olmak, berekete kavuşmaktır. Çalışmamak huzursuzluk ve bereketsizliktir. Günümüzün yaygınlaşan çalışmadan kazanma hastalığı, faiz belası nice ocakları söndürmekte. Yardım etmesi gerekirken, faizle fakiri, garip gurebâyı, yetimi borçluyu ezenler, Bakara suresinin 279. ayetinden habersizmiş gibi davranıyor. Bu ayette belirtildiği üzere faiz yiyenlere Allah ve Rasulü tarafından savaş açılmıştır. Kim Allah ve Rasulü ile savaşır da galip gelebilir?!
Allah Tealâ: “Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret müstesna, mallarınızı bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin.” (Nisa 29) buyuruyor. Çalışma Allah Tealâ’nın razı olacağı işlerde olmalıdır. İslâm tembelliği, çalışmadan kazanmayı, her türlü sahtekârlığı haram kılmıştır. Toplumun güvenini bozan, huzurunu kaçıran haksız kazanç yollarına izin vermez. Bunun için rüşveti, faizi, tefeciliği, stokçuluğu, karaborsacılığı, yalan ve hileli satışları, her türlü aldatmayı yasaklar.
Bütün bunlar toplumun istismarıdır. Tüccar vurguncu olursa, kontrolden sorumlu olanlar rüşvet alırsa, memur işini yapmazsa toplumda huzur hayal olur. Düzene itimat sarsılır. İstikrar bozulur. Medyen ve Eyke halkının helakı iş ahlâklarının bozulmasındandır. Şu halde ticarette sahtekârlık, iş hayatında yaygınlaşan haramlar, bir kavmin helakına sebep olacak seviyede ağır günahtır.
Tüccar bir peygamberin, “emîn” sıfatıyla anılan güvenilir bir elçinin ümmetiyiz. O Ravza’da imam, Bedir de komutan, Şam’da, Yemen’de tüccar idi. Ticaretin de emîni idi. Ümmeti de emin olmalı değil mi? Ahirete iman ediyoruz, hesaba inanıyoruz. O zaman kazandıklarımıza, çalışma ahlâkımıza niye dikkat etmiyoruz? Hesaba inanan helal kazanır, haramdan kaçınır. Memurun âmiri aslında millettir. Çünkü memurun maaşını seksen iki milyon insan peşin verir.
Memur görevini yapmaz, işçi işinin hakkını vermez, tüccar hile yapıp haram kazanç elde ederse ahirete iman nerde kalır? Mutaffifîn suresindeki “Yazıklar olsun o hilekârlara!” ayeti sadece geçmiş ümmetlere mi inmiştir? Hile yapan tüccar da, görevinin hakkını vermeyen memur da, kısaca kazancına haram karıştıran herkes bu ayetin muhatabıdır.
Helal-haram bilgisi
Bazı âlimler “İlim talep etmek her müslümana farzdır.” hadis-i şerifindeki ilimden maksadın helal-haram ilmi olduğunu ifade eder. Bu ilim kişiyi haram kazanmaktan sakındırmaya, helal kazanca sevk eder. Günümüzde haramlar âdet olmuş, yaygınlaşmıştır. “Ne yapalım zaman değişti” denilerek, geçim mazereti ileri sürülerek haram kazanç meşrulaştırılmakta. Bu ilim önemsenmediğinden helal-haram bilinmez bir hale dönüşmekte.
Kimi haramı bilmiyor, kimi önemsemiyor, kimi de haramı biliyor ama hesap inancı zayıf olduğundan çalışma ahlâkı bozuk olabiliyor. Böylece işlerinde rahatlıkla harama tevessül edebiliyor. Hem kendine hem nesline hem de topluma zarar verebiliyor. Sadece dünyasını değil, ahiretini de yıkabiliyor.
Kendimiz ve neslimiz için çalışma hayatımızda helal kazanç yollarını, iş edeplerini iyi öğrenmeli ve uygulamalıyız. Doğruluk, dürüstlük, itidal, adalet, emanet, kanaat, kardeşlik, cömertlik, diğergâmlık, çalışkanlık, sabır, müsamaha ve merhametle hareket etmek çalışma ahlâkının başlıca prensipleridir.
Her meslek sahibi bu prensiplere göre çalışmalıdır. Ayrıca işçi ve memur, samimi niyet, sükûnet ve emre itaat ile hareket edebilmeli, maaşının hakkını verebilmelidir. Böyle yaptığında görevini yerine getiriyor demektir. Çalışma ahlâkında işçi işveren, âmir memur, müşteri esnaf ilişkisi sağlıklı olmalıdır. Muamelelerde kardeşlik ruhu canlı tutulmalıdır. Karşılıklı hak ve hukuk korunmalıdır. İşveren ve âmir emirleri altındakilere zulmetmemeli, işçi ve memurun hakkını çiğnememelidir.
Herkes işinde dikkatli olmalı, çalışma ahlâkına uymalıdır. Kamu kuruluşlarında çalışanlar ise çalışma hayatlarında daha hassas davranmalıdır. Çünkü kamu çalışanı ister âmir ister memur olsun, işinin hakkını vermediğinde çalıştığı ülkenin tüm vatandaşlarıyla kul hakkına girer. Mesela Türkiye’de bir kamu çalışanı, izinsiz ve mazeretsiz olarak görevini yapmadığında 82 milyonla kul hakkına girmektedir. Müslümanların ortak çaba ve destekleriyle kurulan ve yaşatılan vakıf, dernek gibi hayra hizmet kuruluşlarında da durum böyledir. Buralardaki ihmaller, ahlâkî duyarsızlıklar, İslâm’ın çalışma hayatına dair hükümlerinin ihlali kişiyi mahşerde binlerce kişiyle muhatap kılar.
Özel kurum veya bir iki kişiyle kul hakkına giren pişman olduğunda muhataplarını bulup helallik alabilir. Fakat binlerce, milyonlarca kişinin hakkına giren birisi hepsiyle nasıl helalleşebilir, ahirette nasıl hesaplaşır?
Zerre miktarı da olsa yaptıklarımız ahirette karşımıza çıkacak. İnsanlar hesaba alınacak. Öyleyse işini yapmayan ya da kötü yaparak kul hakkına giren, başkasına zarar veren kişi aslında kendisine zarar veriyor. Çünkü dünyada helalleşemezse, zerre kadar da olsa haksızlığın hesabını ahirette mutlaka verecek. Kısaca, çalışma hayatında ahirete iman ve hesap günü hiç unutulmamalıdır. Özellikle “kamu işi” yapanlar son derece dikkatli olmalılar.
Çalışmak nasıl ibadet olur?
İş ahlâkında niyet çok önemlidir. İyi bir niyetle çalışma hayatı ibadet sevabı kazandırır. Ayrıca sanatkârın sanatını iyi icra etmesi, işini sağlam yapması iş edeplerindendir. Allah Tealâ’nın mümin sanatkâr kulunu sevdiği bilinmelidir.
Çalışma ahlâkı prensiplerinden bir diğeri işgücü ve zamanı iyi kullanmak, planlı olmaktır. İşi zamanında yapmayan karşı tarafı mağdur eder. Belki de mağduriyetler zincirine sebep olur. İş bekleyenler zarar görür. İşler zincirleme bozulur. Tüccar veya esnaf asla hile yapmamalı, müşteriyi kandırmamalı ve kesinlikle yalandan uzak durmalıdır. Hadis-i şerifte bildirildiği üzere doğru tüccar ahirette peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacaktır. (Tirmizî, Buyu’ 4)
Helal dairesi geniş, haramlar ise sınırlıdır. Buna rağmen haramlar karakteri zayıf, şahsiyeti oturmamış insanlara daha cazip gelmektedir. Diğer taraftan haramların reklamı çok iyi yapılmaktadır. Şeytan veya şeytanlaşmış insanlar haramları çok renkli olarak sunmaktadır. Oysa haramlar renkli değil, karanlıktır. İş hayatında en büyük başarı helal kazanmaktır. Çünkü haram kazanmak başarı değil, kayıptır.
Helal insanı cennete götürür. Haram ise cehenneme düşürür. “Haram ile beslenen vücut cennete giremez” buyurulur. Helal yaşamak, helal kazanmak ve helal yolda harcamak samimi müminin şiarıdır. Haram yaşamak, haram kazanmak, haram yolda harcamak kâfir ve günahkârın işidir. Haram insanın maddi dünyasını mamur edebilir ama manevi dünyasını harap eder. Ahiretini mahveder.
İş ahlâkını kaybeden kişi mürüvvetini, insanlığını kaybeder. Din ve akıl zayıflığına tutulur. Hor ve hakir görülür. İman, ilim, takva, marifet, ibadet, merhamet, kalp inceliği, ilahî aşk, muhabbet; hepsi helal kazanca bağlıdır. Helal kazanmak peygamberlerin yoludur. Gaflet, nisyan, gazap, şehvet, haset, kin ve belaların çoğu haramdandır. Çalışma ahlâkının bozukluğundandır.
Haram lokma yemek ve iş ahlâkını kaybetmek insanda dünya sevgisini artırır. Ahiret hesabını unutturur. İbadet şevkini yok eder. Kalbi karartır. Muhabbeti kaldırır. Diğer haramları işlemeye sürükler. Helal kazanç ise diğer helallere vesile olur. Helal lokma kana karıştığında bütün vücutta helal kan dolaşır. Haram lokma kana dönüştüğünde bütün vücutta haram kan dolaşır.
Faiz, tefecilik, içki, kumar, fuhuş, domuz eti, hırsızlık kesinlikle haramdır. Bunlardan kazanılanlar da haramdır. Cuma vakti alışveriş yapan kişi helal iş yapsa bile malına haram karıştırmış olur. Helal kazandığı malının zekâtını vermeyen kişi, fakirin hakkını yemiş sayılır. Sonuçta helal parasına haram karıştırmış olur. Maaşlı çalışanlar da işinin hakkını vermediğinde kazancına haram karıştırmış demektir.
Mesela hemşire veya doktor hasta kapıda beklerken kahvaltı yapar, muhabbete dalar da hasta ile ilgilenmezse maaşı hak etmiş olur mu? Öğretmen girmediği dersin ücretini alırsa maaşına haram karıştırmış olmaz mı? Yine bir öğretmen bir dersi boşa geçirdiğinde talebenin hakkına girmiş olduğu gibi, maaşını ödeyen milletle de kul hakkına girmiş olur.
Maaşla çalışan bir imam hatip camide namaz kıldığı için değil, cami hizmetini gördüğü için maaş alır. Maaşını alıp sabah namazlarına gitmez, camiyi ibadete açma görevini yerine getirmezse maaşının beşte birini haksız kazanmış olur. Milletin üzerinden haksız kazanç sağlamış demektir. Verdiğimiz bu örnekler, bütün kamu veya özel kurum çalışanları için geçerlidir.
Hidayete vesile ahlâk
Haramlar bir yana, şüphelilerden uzak durmak peygamberlerin, Efendimiz s.a.v.’in, ashabının ve Allah dostlarının temel prensibidir. Ashab-ı Kiram’ın kardeşini kendisine tercih etmesi demek olan “isâr ahlâkı”, onların en önemli vasıfları olarak anlatılır. Ecdadımız da “ben siftah ettim, komşumdan al” anlayışıyla kardeşlik şuurunu canlı tutmuştur.
Bugün üç yüz milyonluk nüfusuyla Endonezya, müslüman tüccarların ahlâkı vesilesiyle İslâm’la şereflenmiştir. Müslümanın iş ahlâkından etkilenen nice gayrimüslim hidayete ermiştir. Anadolu’da, Ermeni komşusunun bahçesine ineği kaçtı diye sütünü onlara veren hassas müslüman sayesinde, “bu yüce ahlâk sahibi insanların dini de yücedir” diyerek müslüman olanların sayısı az değildir.
Tarihte Ahilîk gibi muazzam teşkilatlarla iş ahlâkında dünyaya örnek olan bir medeniyetin mensupları değil miyiz? Şimdi ise Batı’dan iş ahlâkı dersi alma durumuna gelmek müslümana yakışır mı?
Tasavvufî-ahlâkî bir teşkilatken zamanla iktisadî bir kurum haline gelen Ahilîk, bugün sadece konferans ve araştırma konusu olarak karşımıza çıkıyor. Tarihte çok önemli vazifeler icra eden Ahîlik, iş hayatında ahlâkı adeta ete kemiğe büründüren bir müessesedir. Aslında bir tasavvuf yoludur. Kardeşlik, yiğitlik, cömertlik ve dayanışma teşkilatıdır. Ahîlik ve prensiplerinden bahseden fütüvvetnâmelere göre de birinci esası helal kazançtır. Ayrıca ilim sahibi olmak, edep ve erkâna riayet öne çıkan prensiplerdir.
Bir Ahî iyilerle dost olmalı, kötülere fırsat vermemeli, namazı vaktinde kılmalıdır. İçki içmemeli, zinaya yaklaşmamalı, kumar oynamamalı, yalan söylememelidir. Kusurları örtmeli, halka yemek yedirmeli, güler yüzlü olmalı, kötü nazarla bakmamalı, kötü söz söylememelidir. Çarşı pazar adabına uymalı, meslek sahibi olmalı, hastaların halini sormalı, taziyeye gitmeli, kabirleri ziyaret etmelidir. Mescid adabına uymalı, iyilik yapmalı, muhtaç olanlara bağışta bulunmalı, cömert olmalıdır. Dünyaya bel bağlamamalıdır. İlmi ve ilim adamlarını sevmelidir. Bu prensiplere uymayan Ahî olamaz veya Ahîlikten düşer.
Ahî ilk olarak yamaklık yapar. İki yıl ücret almadan çalıştıktan ve yapılan liyakat ve edep imtihanından sonra törenle çıraklığa adım atar. Bin bir gün düşük ücretle çırak olarak çalışır. Daha sonra yine imtihan ve törenle kalfalığa yükselir. Üç yıl kalfalık, üç yıl da usta olarak mesleğini icra eder. İş yeri açabilmek için kendi eserini sunar.
Ahî, çalışma esnasında hatasına göre çeşitli cezalarla karşılaşır. Önce uyarılır. Nasihat edilir. Mesela bozuk kantar kullanan, çarşıda pazarda teşhir edilir. Yanlış tartmaya devam ederse sessizlik ablukasına alınır, kimse onunla konuşmaz. Sonra kendisiyle alışveriş kesilir. Yine de hatada ısrar eder veya içki ve benzeri günahlarla Ahîliğin ahlâkî prensiplerini çiğnerse meslekten men edilir.
Elimizden dilimizden eminler mi?
Ahîliğin kurallarına, bu kuralların uygulanmasına günümüzde daha çok ihtiyaç var. Hem maddî hem ahlâkî anlamda bugün çalışma hayatında Ahîliliğin prensiplerine ve edebine daha çok muhtacız. Çünkü günümüzde bırakın din kardeşliğini, ana baba bir kardeşler arasında bile hak hukuk tanınmadığı görülüyor. Kardeş kardeşe zarar verebiliyor.
Bugün Hz. Yusuf a.s.’ın kıssasında olduğu gibi, kardeşini kuyuya atan kardeşler çoğalıyor. Kuyuya atan kardeşlerini affedenler azalıyor. Hâbil’i katleden Kâbil gibi kardeşler haberlerin konusu oluyor. İslâm dünyası vefanın, doğruluğun, emniyet, cömertlik, tevazu gibi güzel hasletlerin çalışma hayatında da günlük hayatta da görülmez olmaya başlandığı bir dünyaya dönüşüyor.
Yalanın, hasedin, bencilliğin, gıybetin, hile ve aldatmanın yaygın olduğu, helal haram düşünmeden kazananların ve ahiretteki hesap duygusundan uzaklaşanların çoğaldığı bir çağ yaşanıyor.
İş hayatında maalesef ahlâklı olmak artık meziyet değil. Hırs, tamah arttı. Kanaat kalmadı, bereket azaldı. Bencillik çoğaldı, kardeşlikler yıkıldı. Sofralar, gönüller, kapılar kapandı. Ahîlik ahlâkında “Helal dairede sofranı, kapını, elini ve gönlünü aç! Fakat harama elini, belini ve dilini kapa!” temel kaide idi. Bugün bu kuralların tam zıddı geçer akçe sayılıyor.
İş dünyamızda artık sofralar ihtiyaç sahiplerine değil, zengin, makam sahibi ve beklenti içinde olanlara açılıyor. İftarlar bile şimdi iş yemeği. Yardım organizasyonları ile iftar çadırları da olmasaydı başımızı yerden kaldıramazdık.
Sofraları açabilmek için önce ellerin ve gönüllerin açılması gerekir. Eller ve gönüller temizse açılabilir. Bu yüzden müslüman elinden ve dilinden emin olunan insandır. Şimdi komşu, arkadaş, akraba, kısaca herkes müslümanın elinden ve dilinden emin mi? Müslüman toplum olarak iffetimiz ne alemde? İnsanımız beline sahip olabiliyor mu yoksa en çirkin, en kirli günahları normal görmeye mi alışıyor?
Ahîlikte iş ahlâkını kaybeden, bu yüzden de papucu dama fırlatılan kişi bir daha o işi yapamaz. Şimdi pabucu dama atılacak kaç işyeri sahibi, kaç esnaf var? İslâm çalışma ahlâkına bugün ne çok ihtiyaç duyulduğu açıktır. Ahîlikte olduğu gibi bu da ancak ve ancak tasavvufî terbiye ile gerçekleşebilir.
Rabbimiz bizlere helalinden kazanıp helal yerlere harcamayı, israftan, hırs ve tamahtan uzak durmayı, İslâm iş ahlâkına sahip olmayı nasip eylesin. Hangi işi yapıyorsak yapalım, hakkını vererek yapmayı, işimize kul hakkı karıştırmamayı ihsan eylesin. Dünya için çalışırken ahireti kaybetmemeye, iş hayatımızı da manevî terbiye altında ve hesap şuuruyla rızasına uygun yaşamaya cümlemizi muvaffak eylesin. Amin.
KARZ-I HASEN
İnsanoğlu hayat mücadelesinde zaman zaman maddi sıkıntılarla karşılaşabilir. İş hayatında ekonomik sorunlar yaşayabilir. Peygamberimiz s.a.v.’in de bazen maddi sıkıntıya düştüğü, borçlandığı görülmüştür. Bir yahudiden aldığı borç karşılığında zırhını rehin bırakması, peygamberlerin bile zorluklarla karşılaştığının delilidir.
Efendimiz s.a.v. borçla ilgili olarak buyurur ki: “Şüphesiz borcunu ödeyinceye kadar Allah borçlu ile beraberdir. Yeter ki bu borç Allah’ın sevmediği bir şey için olmasın.”
Bu hadis-i şerifin râvisi Abdullah b. Cafer r.a. hizmetçisine emrederek:
– Git, benim için birinden borç al da Rabbim benimle beraber olsun. Ben Allah Tealâ’nın rahmetiyle benimle olmadan bir gece bile geçirmeyi istemiyorum, derdi. (Hâkim, Müstedrek, 2/3)
İmtihanın gereği olarak insan farklı konularda olduğu gibi maddi hususlarda da zorluklarla karşılaşabilir. Önemli olan böyle sıkıntılı anlarda nasıl davranacağımızdır. Bu durumda borç alma verme anlayışı önem kazanır.
Borç alma ve verme iş ahlâkının bir parçasıdır. Dünya hali olarak kişiler, şirketler, müesseseler, devlet... kısaca herkes çeşitli nedenlerle maddi problemler yaşayabilir. Bu durumda ihtiyaç sahibine borç vermek dinî bir tavsiyedir.
Rabbimiz borç vermeyi teşvik eder, sevap olduğunu bildirir. Bunun Kur’an-ı Kerim’deki ifadesi “karz-ı hasen”dir. Yani Allah’a güzel bir borç vermektir. Tegâbun suresi 17. ayet-i celilede Allah Tealâ: “Eğer siz Allah’a güzel bir borç verirseniz Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar.” buyurur.
Rabbimiz bu ayet-i kerimede kendisine borç istemektedir. Bu borcu da müminlerden istemektedir. Âlemlerin Rabbi’ne borç vermek, ihtiyaç sahibine borç vermekle gerçekleşir. Yani muhtaçlara yardım etmek, ihtiyacı olana borç vermek, Allah’a borç vermek demektir. O borcunu mutlaka öder. Karşılığını kat kat dünyada vererek ya da bağışlama, mükâfat ve cennetle öder.
Aslında her şey O’nun iken Allah Tealâ bizlerden kendi verdiğini borç olarak istemektedir. Gerçekte bizler her şeyimizi O’na borçluyuz. Doğumdan ölüme, dünya hayatında bizlere ne verildiyse hepsi O’nun tarafından emaneten, bir nevi borç olarak verildi. Bu emanetlere ne yapıldığının hesabını hiç şüphesiz soracak.
Her şeyin sahibi Âlemlerin Rabbi iken, O’na inanmayanlar, -hâşâ- “Allah fakir biz zenginiz, bizden borç istiyor” diyerek Tegâbun suresi 17. ayeti alaya aldılar.
Cimriler Allah Tealâ’nın verdiğini yine O’na borç veremezler. Cömert ve samimi müminler bu ayet-i kerimeyi tatbik ederler. Aslında herkesin Allah Tealâ’ya borçlu olduğunu, yardımlaşma yollarından birinin de borç vermek olduğunu bilirler. Allah Tealâ’nın ihtiyaç sahibi insanlara yardım için durumu iyi olanlara görev verdiğinin bilinciyle hareket ederler. Hatta Efendimiz s.a.v.’in bildirdiği üzere borç vermenin sadaka vermekten daha faziletli sayıldığı şuurunu taşırlar.
Kur’an-ı Kerimde en uzun ayet borçlanma ayetidir. (Bakara 282). Bu ayet bile borcun önemini anlatmak için yeterlidir. Ayrıca borç alma ve vermenin prensiplerini de Rabbimiz bu ayette belirtir, borcun şahitler huzurunda yazılmasına dikkat çeker.
Ayrıca Bakara 280. ayette Rabbimiz buyurur ki: “Eğer borçlunuz darlık içinde ise size düşen iş, borçlunun eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermektir. Darda kalmış borçluya alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.”
Bu hususta Efendimiz s.a.v. de buyurur ki: “Kim darda olan alacaklısına mühlet verirse kendisine her gününe karşılık olarak bir sadaka sevabı yazılır.” Yani alacaklı, borcunu almadığı her gün için sadaka vermiş gibi sevap almaktadır. Görüldüğü üzere borç, Kur’anî ve nebevî bir davranıştır.
Bugün insanlar arasında bir güven bunalımı yaşanıyorsa, borçlanma yerine faiz ve tefecilik rağbet görüyorsa, insanlar borç verince tereddüt içinde kalıyor ya da var olduğu halde yok deniliyorsa, muamelât ahlâkımızda ciddi bir sorun var demektir. Bunun tek çaresi de “karz-ı hasen” şuurunu yeniden kazanmaktır. Yani borç almak vermek, borçları zamanında ödemek, ödenemiyorsa alacaklı kişiden dürüst ve samimi olarak süre istemektir. Borç verenlerin de zor durumda olan insanlara kolaylık sağlamasıdır.
Müslümanların borç alma verme hususunda kendisine örnek alması gereken kişiler kapitalist düzenin piyonları değil, başta Allah Rasulü s.a.v. olmak üzere peygamberler ve peygamber vârisi âlimler, velîlerdir. Günümüzde borç sünneti neredeyse unutulmakta iken, Allah dostları hükümleriyle birlikte uygulamalı olarak bize hatırlatıyor. Karz-ı Hasen şuuru çağımızın pek çok maddi hastalığına ilaç hükmündedir. Yeter ki örnek alalım.