Görüş Bildir

Nefs Tezkiyesi

Dinimizin temizliğe, temizlenmeye verdiği önemi bilmeyenimiz yoktur. Böyle bir konu açıldığında, hemen hepimiz İslâm’ı “temizlik dini” olarak da tanımlarız. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de mealen, “Allah Tealâ çok temizlenenleri sever.” (Tevbe 108) buyurulur. Hz. Peygamber s.a.v. de “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, Taharet 1) hadis-i şerifiyle, temizliğin imanla irtibatına dikkat çekmiş; bu irtibat, “temizlik imandandır” kelam-ı kibarıyla büyükler tarafından bir kere daha dile getirilmiştir.
Fakat pek çok müslüman, muhtemelen görünür olması sebebiyle temizliği maddî veya zahirî temizlikten ibaret zannediyor. Yahut maddî temizlik için gösterdiği özeni manevî temizlik hususunda göstermeyebiliyor. Halbuki Allah Tealâ dışımızı da içimizi de temizlememizi ve hep temiz tutmamızı istiyor bizden. 
Bunu ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde geçen ve dilimize “temizlik” diye aktarılan “taharet, nezafet” gibi kelimelerin hem maddî hem manevî temizlik anlamı taşımasından çıkarabiliriz. Hatta maddî temizliği karşılayan bütün kavramlar aynı zamanda manevî temizlik anlamına da gelirken “tezkiye” kavramıyla hususen manevî temizliğin ifade edilmesinden hareketle, içimizi temizlemenin daha önemli ve öncelikli olduğuna hükmedebiliriz. Kaldı ki dışımızın temizliği içimizdeki temizliğin tezahürü olması halinde anlamlı ve kıymetlidir. 
Kur’an-ı Kerim’de manevî arınmanın “felâh” yani kurtuluş (A’lâ 14, Şems 9) ve cennete erişme (Tâhâ 76) imkânı olduğu ifade buyurulmuştur. Efendimiz s.a.v. bize, “Allah Tealâ’nın suretlerimize değil, kalplerimize bakacağını” (Müslim, Birr 33) haber vermiştir. Bundan dolayıdır ki Hâris el-Muhasibî k.s. hazretleri, içimizi temizlemeyi, manevî kirlerden arındırmayı “bâtınî farz” olarak nitelendirmiştir. “Nefs tezkiyesi” işte bu batınî farzın adıdır.
Tezkiyenin iki anlamı
Tezkiye, hem “arıtma, temizleme” hem de “feyizlendirip bereketlendirme” anlamlarına geliyor. Ancak bu anlamlar birbirinden kopuk değil. Zekât mükellefiyetinde görüldüğü üzere feyz ve bereket, temizlenmenin neticesi olarak kendiliğinden ortaya çıkıyor. Malum, zekât kelimesi tezkiye ile aynı kökten türemiştir ve aynı anlamı taşır. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde de ifade buyurulduğu gibi zekât hem malı, hem de cimrilik gibi manevî bir kirden arındırmak suretiyle vereni temizliyor. Bu temizliğin semeresi olarak zekâtı verilen mal bereketleniyor, zekâtı veren de kazandığı sevapla ahiret hasadını çoğaltıyor. Tasadduk etmenin farz olan bu türüne bu yüzden “zekât” denmiş zaten. Müminûn suresinin “(Kurtuluşa eren müminler) zekâtı ifâ ederler” mealindeki 4. ayetinde geçen “zekât” kelimesini “nefs tezkiyesi” diye anlayan müfessirler de vardır. Çünkü sure, zekât farz kılınmadan önce Mekke’de nazil olmuştur.
Kur’anî bir kavram olarak “nefs tezkiyesi”, davranışlarımıza yön veren bâtınımızı yani kişiliğimizi, inancımızı, zihnimizi, duygu ve düşüncelerimizi her türlü kusur, hata, yanlış ve kötülükten arındırılıp ilahî ölçülere uygun hale getirme ameliyesidir. Arındırılacak unsurların nitelik ve yönelişini kalbimiz belirlediği için nefs tezkiyesi özünde kalbin tezkiyesidir. Rasul-i Ekrem s.a.v., “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi, doğru ve düzgün olursa bütün vücut iyi, doğru ve düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O kalptir.” (Buhârî, Îmân 39) hadis-i şerifiyle, kalbin belirleyiciliği hususunda bizleri özellikle uyarır. 
Öte yandan kalp merkezli de olsa bâtınî yahut manevî bir arınmadan söz ediyorsak bâtınî yahut manevî bir kirlenmeden de söz ediyoruz demektir. Çünkü insanın sadece dışı değil, içi de kirlenir. Dışımızın kirlenmesi nasıl kaçınılmazsa, içimizin kirlenmesi de çoğu zaman kaçınılmazdır. Esas olan hiç kirlenmemek değil; mümkün mertebe kirlenmekten sakınmak, kirlendiğimizde hemen temizlenmek ve temiz kalmaya gayret etmektir. 
Günahlar kirletir
Manevî kir, günah kiridir. Kur’an-ı Kerim’de, “İçki, kumar, (tapınmaya mahsus) dikili taşlar ve fal okları, şeytan işi birer pisliktir” (Maide 90) buyurulur. Küfür ve nifak (Tevbe 125), şeytanın vesvesesi (Enfal 11) “rics”, yani iğrenilecek birer pisliktir. Allah’a ortak koştukları için müşrikler “necis” (Tevbe 28), inanmadıkları halde inanmış görünen münafıklar “murdar” (Tevbe 95) olarak nitelenmiştir. Efendimiz s.a.v. de Mutaffifîn suresinin, “(Hesap gününü yalanlayanların) işleyip kazandıkları (günahlar) kalplerini paslandırıp (kirletmiştir).” mealindeki 14. ayetini tefsir sadedinde şöyle buyurmuştur: 
“Bir kul günah işlediği zaman kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer o kul günahı terk edip bağışlanmayı dilerse bu leke kaybolur. Şayet tevbe etmez ve günah işlemeye devam ederse, o zaman bu siyah nokta büyüyerek onun bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, Tefsir 75)
Bizleri her zamankinden daha çok ve çeşitli günahlara daha kolay sevk eden bir çağda yaşıyoruz. Sıradan insanların kirlenmemesi neredeyse mümkün değil. Mevlâna k.s. hazretleri, “Eğer bütün günahlar içki içmek gibi sarhoş etseydi, ayık gezen birini göremezdik.” diyor. 
Günah deyince küfür, şirk ve benzeri büyük günahları anlıyorsak bu tespit bize biraz abartılı gibi gelebilir. Halbuki küçük günahlar da var ve küçük görüldüğü için olmalı, bunların kiri pası pek dikkate alınmıyor. Küçük küçük günahların birikerek büyük bir kirlilik oluşturduğu fark edilemiyor. 
Kirin, pasın, pisliğin iki özelliği var: Birisi kerih görülmesi yani tiksinti vermesidir ki, bu anlama geldiğine göre “mekruh”lar bile kirlenme sebeplerimiz arasındadır. Diğeri; kirin, kirlettiği şeyin niteliğini bozarak vazifesini yapamaz hale getirmesidir. Bu aynı zamanda kirlenmenin de alametidir. Harama bakmak suretiyle kirlenen kalp gözü, hakikati görme niteliğini kaybetmektedir mesela. Yahut faydasız, yalan yanlış, çöp bilgiyle kirlenen kalbin aklı, hakikati idrak edememektedir. Böyle günahlara, yönelmediğimiz halde, bazen istemeden maruz kalmamız dahi kirlenmemize mani olmamaktadır. 
Arınmak iman etmekle başlar
Nefs tezkiyesi tabirindeki “nefs”, topraktan yaratılan beşer yanımızın arzu, istek ve ihtiyaçlarından ibaret iç benliğidir. İmtihan gereğince bu arzu, istek ve ihtiyaçların karşılanmasında sınır ve ölçü tanımayacak bir tabiatta yaratılmıştır. Terbiye ve tezkiye edilmemişse kötülüğe ve günaha yönelip kirlenmekten sakınmaz. Çünkü başına buyruktur ve nefs için bir şeyi istiyor olması önemlidir. O şeyin veya temin şeklinin günah olup olmamasına aldırmaz. 
İnsanın iradesini böyle bir nefsin isteklerine teslim etmesi, nefsine tâbi olmasıdır ve artık o bütünüyle nefsinden ibaret bir kişiliktir. İlahî ölçülere uymayan bir görüşü, “ben böyle düşünüyorum” gerekçesiyle savunurken “ben” dediği nefsidir aslında. Yahut dinimizin yasakladığı bir davranışa “canım böyle istiyor” küstahlığıyla tevessül ederken “can” dediği de nefsidir. Allah muhafaza, insanı farkına varamadan putlaştırdığı nefsine kul olmaya kadar götürür de büsbütün necis yani kirli kılabilir. 
Bu sebeple nefs tezkiyesinin ilk şartı nefse değil Allah’a kul olmak, her hususta nefse değil Allah’a ve Rasulü’ne ittiba eylemektir. Arınma iman etmekle başlar yani. Allah Tealâ, Musa a.s.’dan, ilahlık iddiasındaki Firavun’a iman teklifini “Arınmak istiyor musun?” (Naziat 18) sorusuyla iletmesini emir buyurur. Kur’an-ı Kerim’de dört farklı ayette (Bakara 129 ve 151, Âl-i İmran 164, Cum’a 2) peygamberlerin ve hususen de Efendimiz s.a.v.’in görevleri, “insanlara Allah Tealâ’nın ayetlerini okumak, onları tezkiye etmek ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek” diye sıralanır. 
Müfessirler bu sıralamaya özellikle dikkat çekmiş, tezkiyenin ayetleri tebliğden sonra zikredilmesini, arınmanın ancak muhatap olunan vahye uymakla gerçekleşebileceği hakikatine işaret saymışlardır. Vahyedilen ayetler, esas itibarıyla insanların günahlarla ve cehaletle kirlenen fıtratlarını, kalplerini, zihinlerini temizlemeye yöneliktir. Böylece insan, yaradılışındaki mükerrem mevkiinde ve en güzel kıvamda kalabilecek, ebedi saadete erişebilecektir. İçki yasağı nazil olduğunda sahabe-i kiram efendilerimizin evlerindeki bütün içkileri hemen ve tereddütsüz döküp bir daha adını dahi anmamaları, ayetle tezkiyenin aynı zamanda görünür bir örneğidir.  
Sadaka, Namaz ve Zikirle Arınmak
İslâm, şüphesiz, bütünüyle tezkiye imkânıdır. Bununla beraber tezkiye için yine dinin bütünlüğü içindeki bazı emir ve yasaklara riayetten özellikle bahsedilmiştir. Mesela İbn Abbas r.a., ayet-i kerimelerde geçen, “kulun kendi nefsini günah kirlerinden arındırma çabası” anlamına “tezkiye” kavramını, “Kişinin ‘lâ ilahe illallah’ demesidir” şeklinde tefsir ederek, arınıp temizlenmeyi kelime-i tevhide bağlar. Lâ ilahe illallah’taki “lâ” çok kesin bir arınmayı gerektirir çünkü. 
Lâ demek, putlaştırılmış nefs de dahil, Allah Tealâ’dan başka bütün ilahları, bütün batıl itikat veya ideolojileri, bizi günahlara yönlendirerek kirleten bütün heva ve hevesleri kalbimizden çıkarıp atmak suretiyle temizlenmektir. Ancak bundan sonra illallah diyerek oraya yegâne ilahın Allah Tealâ olduğu inancını yerleştirmek mümkün olacaktır. 
• Bazı ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde tasaddukta bulunmak, tezkiye edici bir sâlih amel olarak özellikle vurgulanır. Günah işleyen ama sonra tevbekâr olan bedevîlerden, onları temizlemek üzere mallarından sadaka alınabileceğini emir buyuran ayet-i kerime (Tevbe 103) ile Hz. Peygamber s.a.v.’in, “Suyun ateşi söndürmesi gibi sadaka da (işlenen) günahları giderir.” (Tirmizi, İman 8) hadis-i şerifi bu minvaldedir. 
• “Fahşâ ve münkerden (hayâsızlık, azgınlık ve her türlü kötülükten) alıkoyduğu” için (Ankebût 45), kirlenmeyi önlemesi hasebiyle namaz da tezkiye vesilesidir. 
• “(Nefsini) temizleyen, Rabbini zikredip namaz kılan hiç şüphe yok ki kurtuluşa ermiştir. Fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (Oysa sizin için) hayırlı olan ebedî ahiret hayatıdır.” (A’lâ 14-17) mealindeki ayet-i kerimelerde tezkiye için yine namaz yanında zikrullaha da işaret buyurulmaktadır. 
• Ahireti unutturacak kadar dünyaya yönelmenin kirlenme; “zühd”ün, yani ahireti dünyaya öncelemenin ise tezkiye sebebi olduğu, aynı ayet-i kerimelerden hareketle müfessirlerce açıklanmıştır. 
• Nihayet pek çok ayet-i kerimede insanların yiyip içtiklerinden “helâl” olanlar, “temiz, güzel, hoş” anlamındaki “tayyib” kelimesiyle nitelendirilmiş ya da bazen helaller yerine doğrudan “tayyibât” denilmiştir. Bu da insanın belki en ziyade haram lokma ile kirlendiğine delalet etmektedir. 
Tevbe ile Arınmak
Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde bir arınma vesilesi olarak en çok da tevbe üzerinde durulmuştur. Rasul-i Ekrem s.a.v., “Günahlarından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd 31) hadis-i şerifiyle tevbenin nasıl etkili bir tezkiye imkânı olduğunu haber verir. Cenâb-ı Mevlâ, “Tevbe edip kâmil bir imanla sâlih amel işleyenlerin tevbelerini kabul etmekle kalmayıp, kötülüklerini iyiliklere çevireceğini” de müjdelemektedir. (Furkan 70-71)
Ancak tevbenin kabul edilmesi, tevbeden sonra hiç günah işlememiş gibi tertemiz olmak ve hatta işlediğimiz seyyiatın hasenata çevrilmesi bazı şartlara bağlıdır. Bir kısım ulema bu şartları, “samimi bir pişmanlık, tevbe ettiği andan itibaren günahları hemen terk ve daha sonra bir daha işlememek” olarak belirlemişlerdir. 
Fakat insanın tevbesine rağmen yeniden günah işlemesi, bir kere arındıktan sonra yeniden kirlenmesi de her zaman ihtimal dahilindedir. Böyle hallerde Rabbimiz’in merhametinin genişliğine sığınarak, O’nun rahmetinden ümit kesmeden yeniden tevbeye yönelmek teşvik ve tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber s.a.v., “Allah Tealâ kulunun tevbesini, can boğaza gelinceye kadar kabul eder.” (Tirmizî, Deavât 98) buyurmaktadır. 
Yine de bütün bunlar, sonrasında aynı günahları işlemeyi sürdürdüğümüz bir tevbede arıza olduğu hakikatini görmemize engel değildir. Ya samimiyetimizde ya nedametimizde bir eksiklik vardır ve arınma tam olarak gerçekleşmemiştir. Çünkü hangi vesile ile olursa olsun, kâmil manada bir tezkiyenin alameti, ilahî hakikatlere yakîn ile vukufiyet ve kâmil imandır. 
Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin vazifelerinin “insanlara ayetleri tebliğ, onları tezkiye, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek” diye sıralandığını hatırlatmıştık. Muhatap olunan ayetlerle amel etmenin tezkiye sebebi olduğunu söyleyen müfessirler, “Kitab’ı ve hikmeti öğrenebilme”nin de tezkiyenin sonucu yahut bereketi olduğunu söylemişlerdir. Onlardan bazılarına göre “Kitap ve hikmeti öğrenmek”, şer’i şerifin zâhir ve bâtınındaki murad-ı ilahîye vâkıf olmaktır ki, kulu takva sahibi kılar.
Kendimizi temize çıkarmak
Takva elbette kalplerdedir ve gerçekte kimin takva sahibi olduğunu ancak Rabbimiz bilir. Kişinin nasıl “ben takva sahibiyim” diyerek övünmesi takvaya aykırı ise, “ben nefsimi tezkiye ettim” deyip kendini temize çıkarması da en azından övünme, kendini beğenme yahut kibir kirinden arınamadığına alamettir. Bu sebepledir ki Kur’an-ı Kerim’de nefslerimizi temize çıkarmaktan sakındırılırız. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulur: 
“(Güzel davranışlar sergileyenler) ufak tefek kusurları dışında büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır. Sizi topraktan yarattığında da analarınızın karnında ceninler iken de en iyi bilendir. Öyleyse artık nefslerinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, müttaki olanları (da) en iyi bilendir.” (Necm 32) 
Kulun kendisini arındırmak için çaba göstermesi ile “arındım” iddiasında bulunması aynı şey değildir elbette. Birincisi imanın gerektirdiği bir zaruret, ikincisi ise bir yasaktır. Müslüman günah kirlerinden temizlenip hep temiz kalmak için çok gayret edecek, fakat “temizlendim, kurtuluşa erenlerden oldum” iddiasına düşüncede de dilde de yer vermeyecektir. 
Nefsi temize çıkarma iddiası her zaman “ben nefsimi tezkiye ettim” diyerek dile getirilmez. Daha çok mükellefiyetlerini ihmal edenlerin sarıldığı “benim kalbim temiz” bahanesi de nefsi temize çıkarmaktır. Yahut birinin düzeltmemiz için bir hata veya kusurumuzu söylemesi halinde kendimizi aklamaya çalışmamız dahi bir yönüyle yine nefsimizi temize çıkarma çabası olarak değerlendirilebilir. 
Nefsimizi temize çıkarmaktan sakındırılmamız, kirlenmemek için sürekli bir teyakkuz halinde bulunmamız gerektiğini hatırlatır. Ayrıca nefsimizin henüz farkına varamadığımız gizli kusurlarının olabileceği hususunda uyarır. Nefsi temize çıkarmaktansa sık sık hesaba çekerek gözümüzden kaçmış kirlerini temizlemeye koyulmak daha akıllıcadır. İbn Atâullah İskenderî k.s. şöyle buyurur: “Gerçek keşif ve keramet nefsin ayıplarını keşfetmektir. Çünkü nefsin gizli ayıp ve kusurlarını keşfetmek, gayb sırlarına muttali olmaktan daha hayırlıdır.”   
Tezkiye eden kim?
İnsanın gerçekten ve tam manasıyla kendisini arındırmış olması halinde dahi nefsini temize çıkarması; bu işlemi kendisine mal etmesi sebebiyle de çirkin bulunmuştur. Çünkü her işte fâil-i mutlak olan Allah Tealâ’dır. Neyin doğru neyin yanlış, neyin temiz neyin kirli olduğunu bildirip öğreten O’dur. Tezkiye için yol gösteren, vesileler yaratan da O’dur. Bunları bilelim ve şükredelim diye Kur’an-ı Kerim’inde mealen, “Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiri asla temize çıkamazdı.” (Nur 21) buyurmaktadır. Yani hakikatte kulunu hem temizleyen hem temize çıkaracak olan yalnızca Allah Tealâ’dır. Bu yüzden kulun kendisini tezkiyesi övünmeye değil Cenab-ı Hakk’a şükre vesile olmalıdır. 
Tezkiye etmek; “birini aklamak, temize çıkarmak, beraatine hükmetmek” anlamına da gelir. Bu anlamıyla nefslerin tezkiyesi tamamen Allah Tealâ’ya mahsustur. Ayetlerde “Allah’ın tezkiye etmesi”yle genellikle kastedilen, “kimin gerçekten arındığına ancak O’nun karar vermesi yahut hesap gününde af ve mağfiretiyle bazı kullarını aklayıp temize çıkarması”dır. 
Bir diğer tezkiye edici; izah, uygulama ve örneklikleriyle peygamberlerdir. Peygamberlerin vesile kılınması nefs tezkiyesinin kılavuzsuz olamayacağına ya da daha sağlıklı yapılacağına işaret sayılmıştır. Gerçekten de insan, ehil bir kılavuzun murakabesi olmadan “nefsimi tezkiye ediyorum” diye kendisine zulmedebilir. Yol yordam gözetmediği için çabaları sonuçsuz kalabilir. Nefsinin ve şeytanın hilesine aldanıp arındım zannedebilir.
Netice itibariyle tezkiye için şunu söyleyebiliriz: Tezkiye; yönelmesi, istemesi, gerçekleştirmek üzere gayret etmesi yönüyle insanın fiilidir. Usul, erkân, talim yönüyle peygamberlere; takdir edilmesi ve yaratılması yönüyle de Allah Tealâ’ya nispet edilir. Hâtemü’l-Enbiyâ olan Efendimiz s.a.v.’den sonra peygamberlerin vazifesini, onların mirasçısı olan Rabbânî âlimler tasavvuf terbiyesi dahilinde sürdürmektedirler. 
Tasavvufta nefs tezkiyesi
Tasavvuf, “Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye esas alınmak suretiyle nefs tezkiyesinin belli usullere bağlandığı bir terbiye sistemidir” diye de tarif edilebilir. Tasavvuftaki seyr ü sülûk bir arınma yolculuğudur. Bu yolculuk samimi bir tevbe ile emin ve ehil bir kılavuza, bir mürşid-i kâmile teslimiyetle başlar. Zikirle, sohbet veya halvetle, hizmetle, Sünnet-i Seniyye’ye tam bir ittiba ile, nafilelerle kat edilir. Kat edilen her mesafede, tevbe ile kazanılan başlangıçtaki hükmî temizlik, kademe kademe hakikî temizliğe dönüşür. Umulan; yolun sonunda Cenâb-ı Mevlâ’ya vâsıl olmaktır. 
Şer’i şerifin ölçüleri dahilinde farklı meşreplerin uyguladığı farklı usuller, özünde hep kulu arındırmaya, vuslat iklimini yaşadığımız âlem-i ervahtaki safvet haline döndürmeye yöneliktir. Tasfiye ile kalbi sadece manevî hastalıklarından değil, bütünüyle masivadan arındırmak da nefs tezkiyesinin ya sebebi ya sonucudur. Ama her halükârda kâmil ve mükemmil bir şeyhin rehberlik ve murakabesini gerektirir. Hastalıkların teşhis ve tedavisi için nasıl ehil bir hekime müracaat zaruri ise, bencillik, kibir, ucb, haset, riya, riyaset ve dünyalık düşkünlüğü gibi insanı kirleten kalp hastalıklarının teşhis ve tedavisi için de kâmil mürşidlere müracaat öylece zaruridir. 
Tezkiye, insanın manevî kirlerden temizlenmesi olduğu kadar, temiz kalmaya çalışmasıdır aynı zamanda. Çünkü nefsin ve şeytanın şerrinden emin olmak mümkün değildir. Tasavvuf terbiyesi böyle bir tehlikeye karşı riyazet ve mücahede ile nefsi olabildiğince terbiye etmeyi, onu sürekli kontrol altında tutmayı da esas alır. Nefsin hangi isteklerine ne kadar muhalefet edileceği dahi halden anlayan terbiye edicilerin harcıdır. 
Hasıl-ı kelâm, “bâtınî farz” olan nefs tezkiyesinin belki zor ve meşakkatli ama en emin ve en tesirli yolu, tasavvuf terbiyesinden geçmektedir. 

Yunus Böyle Diyorsa
Allah dostları bağlılarına, ibadet ve taatlarıyla övünme tehlikesine karşı nefslerini Firavun’dan daha aşağıda görmelerini telkin ederler. Herkesten önce kendi nefslerini tezkiye için sürekli ve yoğun bir çabaya teşviktir bu. Tasavvuf uluları, meselenin önemi iyice kavransın diye de nail oldukları yüksek mertebelere rağmen kendilerini kirli, günahkâr insanlar olarak vasfeden şiirler söylerler. Yunus Emre k.s. hazretleri bunlardan biridir. Aşağıdaki şiirini kendi halimizi düşünüp “Yunus gibi bir derviş bile böyle söylemişse...” diyerek okumakta fayda var:

Ey bana iyi diyen
Benim, kamudan kemter.ı
Şöyle mücrimim yolda
Mücrimler benden server.

Benim gibi mücrim kul
Gel iste bir dahî bul 
Dilimde ilm ü usûl
Gönlüm dünyayı sever. 

Zâhirim iyi adda
Gönlüm fâsit taatda 
Bulunmaya Bağdat’ta
Bencileyin bir ayyâr.

Dışım tanış içim yâd
Dilim hoş gönlüm mürted 
Kötü işe iyi ad
Böyle fitne nerde var?

Dışım göynük içim ham 
Dirliğim budur müdâm
Yol varmadım bir kadem
Arş’tan veririm haber.

Hırkam suçuma perde
Endîşem fâsit yerde
Gönlüm başka pazarda
Dilimde sözüm esrâr.

Kime ki öğüt verdim
Ol Hakk’a erdi gördüm
Bana benim öğüdüm
Eylemedi hiç eser.

Takındım derviş adın
Kodum maşuk taatın
Verdim nefsin murâdın
Hani Hakk ile bâzâr?

Yayıldı Yûnus adı
Suçtur cümle taatı
Çalabım ininâyeti 
Suçum geçire meğer.

 


Semerkand Dergi Logo