Görüş Bildir

Gönül Hukuku

Her insanın gönülden arkadaşlık ve kardeşlik yaptığı, aynı değerleri paylaştığı, aynı gönülde buluştuğu dostları, gönüldaşları olur. Onları bir farklı sever, onlara karşı farklı hassasiyetler duyar, onlardan çok daha candan davranışlar bekler. Sevgisine ve beklentilerine uygun karşılıklar bulamayınca da üzülür, kırılır. “Gönül umduğu yere küser” derler.

Gönül dostluğu sadece duygu planında olan bir şey midir, yoksa gönüldaşların birbirleri üzerinde Allah Tealâ’nın belirlemiş olduğu, herkesten daha özel hakları ve gözetmeleri gereken sorumlulukları var mıdır?

Kardeşlik hukuku

Kardeşlik hukukunun dayanağı Yüce Mevlâ’nın şu ifadeleridir:

“…Hani siz bir zamanlar birbirinize düşman idiniz; O gönüllerinizi birleştirdi, O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz…” (Âl-i İmrân 103)

“Şüphe yok ki müminler kardeştir. O halde kardeşlerinizin arasını düzeltiniz; bütün işlerinizi kalbinizde bulunan takva hassasiyetiyle yapınız ki merhamet olunasınız.” (Hucurât 10)

Ayet-i kerimede ifade buyurulan “kardeş olanlar” Allah’a iman edenlerdir. Hak Tealâ’nın ezeli ve ebedi kanunu budur ve bunda hiç şüphe yoktur. Allah’a iman edenler demek, sürekli değişen bütün varlıkların bu değişimini her an yaratanın ve onların varlığını sürdürenin Allah Tealâ olduğunu kabul edip O’na güvenenler demektir. Sürekli kendisini görenin, her an kendisiyle birlikte olanın Allah Tealâ olduğunda hiç şüphesi olmayanlar demektir. Ölümü ve hayatı yaratanın, en sonunda da herkesi hesaba çekecek olanın Allah Tealâ olduğuna hiç tereddüdü bulunmayanlar demektir.

Müminler Allah tarafından kardeş kılınınca, doğal olarak onların birbirlerine karşı hakları ve sorumlulukları ortaya çıkar. Ayet-i kerimede geçen “kardeşlerinizin arasını düzeltiniz” kısmı, önemli bir hakkı ve sorumluluğu gösterir. İşte bunun gibi iman kardeşliği ile ilgili olan birçok hak ve sorumluluğa “kardeşlik hukuku” ismi verilmiştir.

İman dairesinde kardeş olanların birbirleri üzerinde genel anlamda hakları olduğu gibi, birbirleriyle bağları arttıkça daha özel hakları ve sorumlulukları da ortaya çıkar. Mümin kardeşlerimizin bir kısmıyla, mesela Afrika’da veya Uzakdoğu’da bulunan birçok müslümanla hayatımız boyunca hiç karşılaşmayız ama bir mümin olarak onlara dua etmekle sorumluyuz. Onların iyiliği ile sevinir, dertleriyle dertlenir, üzülürüz. Elimizde bir imkân varsa onlara ulaştırmaya çalışırız.

Bir kısım kardeşlerimizle de aynı memlekette yaşıyoruz. Bir kısmıyla komşuyuz, bir kısmıyla akrabayız, arkadaşız. Hatta öyle arkadaşlıklarımız var ki, onlarla birlikte hatıralar biriktirmişiz. Nice hayırlı işlerde, namazlarda, zikirlerde, irfan meclislerinde, umrelerde, seyahatlerde, ev sohbetlerinde, düğünlerde bayramlarda beraber olmuşuz. Kalplerimiz birlikte atmış, birlikte ağlamış, birlikte gülmüşüz.

İşte bu kardeşlerimizle olan bağlarımız ve hukukumuz çok daha derindir, çok daha sorumluluk gerektirir. Genel anlamdaki iman kardeşliğinden başlayan hukuk, bağlar arttıkça genişlemiş, incelmiş, derinleşmiş, gönül dünyamızda daha çok haklar ve sorumluluklar meydana getirmiştir. İşte “gönül hukuku” ya da “gönüldaşlık hukuku” demekten kastımız bu.

Kardeşliğin meyvesi

Beraberliği doğuran sebepler ve bağlar arttıkça hak ve sorumluluklar da artıyor. Genel anlamdaki kardeşlik haklarına sahip olan bir müslümanla komşu olunca, komşuluktan kaynaklanan haklar ve sorumluluklar da onlara ekleniyor. O kardeşimiz akrabamız olunca bu sefer derecesine göre akrabalık hakları da ekleniyor.

Kur’an-ı Kerim’de “sadîk” ismiyle geçen arkadaşlık bağı kendine özgü bir yakınlık meydana getiriyor. Arkadaş olduğumuz iman kardeşlerimizle daha fazla birlikte oluyor, daha fazla zaman geçiriyoruz ve aramızda candan bir sevgi bağı oluşuyor. Ancak arkadaşlığımızın hangi zeminde oluştuğu çok önemli. İmam Gazalî rh.a. bu konuda dikkat çeken açıklamalarda bulunuyor:

“Arkadaşlık bazen kendiliğinden oluşur. Komşulukta, okulda, medresede, çarşı pazarda, memurlukta veya yolculukta oluşan arkadaşlıklar gibi. Bazen de tercihe dayalı olarak belli bir maksat için oluşur. Bizim açıklamak istediğimiz işte budur. Çünkü dinde kardeşlik şüphesiz bu kısımda oluşmaktadır ve ayrıca kişinin ancak tercih ederek yaptığı fiillerine sevap verilmekte ve ona teşvik edilmektedir.

Arkadaşlık, aynı meclisi paylaşmak, içli dışlı olmak ve birbirine yakın bulunmaktır. İnsan bunları ancak onu sevdiğinde diğerlerine tercih eder. Çünkü sevilmeyen şeyden kaçılır, uzaklaşılır ve onunla içli dışlı olunmak istenmez. Sevilen şeyler birkaç sebeple sevilir:

• Kişi bir şeyi o şeyin bizzat kendisi için sever. Bu sevginin arkasında başka bir sevgiliye ve maksada ulaşma hesabı yoktur.

• Başka bir maksada ulaşmak için sever. Bu maksat ya dünyaya ve onun hazlarına aittir veya ahiretle ilgilidir veyahut Allah Tealâ ile alakalıdır.” (Gazalî, İhya, c.2, s.162)

Bir kimsenin ilmi, ahlâkı veya şekli şemali insanın hoşuna gidebilir, tabiatına uygun düşebilir ve o kişiye karşı bir sevgi oluşabilir. Bu sevgi helal dairede kaldığı sürece mübah bir sevgidir.

Dünyevî bir menfaate ulaşmak için bir kimseyi sevmek ise elde edilecek menfaatin helalliği ve haramlığı çerçevesinde değerlendirilir. Elde edilecek menfaat helal ise bu sevgi mübah, haram ise bu sevgi haram olur.

Ahiret endişesiyle bir insanı sevmek ile sadece Allah için sevmek, gerçek arkadaşlar arasında olması gereken sevgidir. Sadece Allah için sevmek en üstün mertebedeki sevgidir. Ahiretteki nimetlere ulaşmak için sevmeyi de bir anlamda Allah için sevmek çerçevesinde değerlendiren İmam Gazalî rh.a., arkadaşlar arasındaki sevginin Allah için olması gerektiğini dile getirir.

Allah için sevmek Allah için buğzetmek

Allah için sevmenin değeri büyüktür, ama Allah için buğzetmek yani kızmak ile bu sevgi dengelenmiştir. Bunu şöyle izah etmek mümkündür:

Arkadaşlık güzel ahlâkın bir meyvesidir. İmam Gazalî rh.a. böyle diyor. Güzel ahlâk da Yüce Mevlâ’nın Rasulü’nü övdüğü en büyük hasletidir: “Rasulüm, şüphesiz sen çok büyük bir ahlâk üzeresin.” (Kalem 4). Efendimiz s.a.v. de “İnsanların cennete girmesini en fazla sağlayan şey, Allah korkusu ve güzel ahlâktır.” buyurmuştur. (Tirmizî, nr. 2004; Hâkim, Müstedrek, 4/324)

Efendimiz s.a.v. Ebu Hüreyre r.a.’a;

– Ey Ebu Hüreyre, güzel ahlâka sarıl, buyurdu. Ebu Hüreyre r.a.;

– Ey Allah’ın Rasulü güzel ahlâk nedir, diye sorunca, Efendimiz s.a.v. buyurdu ki:

– “Senden alakayı kesene sen gidersin, sana zulmedeni affedersin ve sana vermeyene sen verirsin (işte güzel ahlâk budur).” (Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 7725)

Birbiriyle ülfet ve muhabbet etmenin, böylece kaynaşmanın değerini de şöyle ifade buyurmuştur:

“Sizin bana en yakın olanınız, ahlâk olarak en güzel olanınızdır. Onlar boyunları bükük (alçak gönüllü), herkesle rahatça kaynaşan ve kendileriyle kolayca kaynaşılan kimselerdir.” (Taberânî, el-Evsat, nr. 835; İbn Ebi’d-Dünya, es-Samtü ve Âdâbi’l-Lisan, nr. 255; Heysemî, ez-Zevâid, 8/21; el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 5215)

“Mümin, herkesle kaynaşan ve kendisiyle kolayca kaynaşılan kimsedir. Kimseyle kaynaşmayan ve kendisine de yanaşılamayan kimsede hayır yoktur.” (Ahmed, Müsned, 5/335; Hâkim, Müstedrek, 1/23; Beyhakî, Şuâbü’l-İman, nr. 8119-8121; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 5/432)

“Arşın etrafında nurdan yapılmış  bazı yüksek tahtlar vardır. Üzerinde bazı insanlar bulunur. Onların giysileri nurdur, yüzleri de nur gibi parlamaktadır. Onlar peygamber ve şehit değillerdir, fakat peygamberler ve şehitler kendilerine hayranlık ve takdir ile bakarlar.”

Sahabiler dediler ki: “Ey Allah’ın Rasulü, onların vasıflarını ( bu makamı hak edecek özelliklerini) bize tanıtır mısınız?”

Rasulullah s.a.v. şöyle buyurdu:

“Onlar Allah için birbirini seven, Allah için meclis kuran ve Allah için birbirlerini ziyaret eden kimselerdir.” (Ebu Davud, Büyu’, 46; Nesâî, Sünen-i Kübra, nr. 11172; Hâkim Tirmizî, Nevadiru’l-Usûl, 2/326; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 4/372; Şevkânî, Fethü’l-Kadîr, 2/458)

Allah için arkadaşlık yapabileceğimiz kişilerde bulunması gereken özellikleri İmam Gazalî rh.a. şöyle sıralamıştır:

“Akıllı, güzel ahlâklı, günahlardan ve bid’atlardan uzak duran, takva sahibi ve dünyaya düşkün olmayan kişi.”

Bu özelliklere sahip olan kişiler, insanın gerçek dostları ve arkadaşlarıdır. Onları Allah için sevmek, onlarla oturup kalkmak ve onlarla ziyaretleşmek insanı olgunlaştırır ve Yüce Mevlâ’ya yaklaştırır.

Zatına muhabbet, hal ve gidişine tavır

Allah için sevmeyi dengeleyen “Allah için kızma”nın ne demek olduğu üzerinde de durmak icap eder. Çünkü Efendimiz s.a.v.; “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için verir, Allah için engel olursa imanını kemale erdirmiştir.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Sünnet 16)

İmam Gazalî rh.a. Allah için buğz etmenin yani kızmanın bazen gerekli olduğunu şöyle ifade etmiştir:

“Bil ki, Allah için seven kimsenin Allah için buğz etmesi yani kızması da gereklidir. Sen bir kimseyi Yüce Allah’a itaat ettiği ve O’nun katında sevilen biri olduğu için sevdiğin gibi, bu kimse Allah’a isyan ederse ona kızman gerekir. Çünkü o Allah’a isyan etmiş ve O’nun katında kızılacak bir hale düşmüştür.

Birini bir sebeple seven kimse, o sebebin zıddı olan hale kızar. Bunlar birbirini gerektiren şeylerdir; biri diğerinden ayrılmaz. Bu hal sevgide ve kızmada devam edip durur. Fakat sevgi ve kızma kalpte gizli bir hastalık gibidir, ancak galebe anında ortaya çıkar. Sevenlerin ve kızanların fiilleriyle dışa vurur. Yaklaşma, uzaklaşma, muhalefet ve uyum gibi fiillerle kendini gösterir.

Sevme fiilde ortaya çıkınca, buna dostluk denir. Kızma fiilde ortaya çıkınca ona düşmanlık denir. Bunun için Allah Tealâ, Hz. Musa a.s.’a ‘Hiç benim için birini sevdin mi ve benim için birine düşmanlık ettin mi?’ diye vahyetmiştir.

Bu sevgi, itaatten başka bir halini görmediğin kimse için açıktır; çünkü onu seversin. Karşındaki kimse sadece açıktan günah, çirkinlik ve kötü ahlâk sergileyince de kızarsın. Zor olan durum, itaatle isyanı birbirine karıştığında yani aynı kişi hem itaat hem isyan içinde olduğunda ortaya çıkar.

Böyle bir durumda sen tabii olarak; ‘Aynı kimseye nasıl hem kızıp hem sevgi göstereyim? Bunlar birbirine zıt iki durumdur. Sevmenin ve kızmanın neticeleri olan uyum ve muhalefet, dostluk ve düşmanlık da birbirine zıt durumlardır.’ dersin.

Buna cevap olarak derim ki: Bu durum, insanî ilişkilerde birbirinin zıddı olmadığı gibi, Allah Tealâ’nın hakkı olan işlerde de birbirine aykırı değildir. Şöyle ki: Bir şahısta bazısı sevilecek bazısı kızılacak vasıflar toplansa, sen ona bir yönden sevgi gösterirsin, diğer yönden kızarsın. Mesela bir kimsenin yüzü güzel, ahlâkı bozuk bir hanımı olsa veya zeki ve hizmet ehli, fakat fâsık bir oğlu olsa, onlara güzel yönleriyle sevgi gösterir, kötü yönleriyle kızar. Onlara karşı iki halde davranır.

Senin de isyan tarafı ağır basana veya itaat tarafı önde olana karşı böyle davranman gerekir. Her vasfa layık olduğu tavrı gösterirsin. Bu tavırlar, karşıdakinin vasfına göre sevmek, kızmak, yüz çevirmek, kendisine yönelmek, kendisiyle sohbete devam etmek, ilişiği kesmek veya benzeri diğer işlerdir.

Eğer, ‘Her müslümanın müslümanlığı bir itaattir. Müslüman olduğu halde ben kendisine nasıl kızarım?’ dersen, derim ki:

Ona müslümanlığından dolayı sevgi gösterir, günahından dolayı kızarsın. Ona öyle bir şekilde davranırsın ki, halini kâfire veya fâcire (fütürsuzca günah işleyen birine) kıyas ettiğinde aralarında bir fark bulursun. İşte bu fark, onu müslüman olduğu için sevmektir ve hakkını yerine getirmektir.” (Gazalî, İhya, c.2, s.166-167)

İkazlar ve itirazlar

Günümüzde dünyacı kültürün etkisi altında yetişen bir nesil olarak, ne kadar tevbe etmiş de olsak, ehl-i dünyanın bâtıl anlayışlarının etkileri zaman zaman yaptığımız işlerde gözükmektedir. Bundan dolayı birbirimizi ikaz etmemiz, ikaz tesir etmeyince ölçülere uyarak yanlıştan vazgeçirinceye kadar yanlışlıklara kızmamız da görevimizdir. Çünkü Allah için dost olanların, doğrulukta Allah için birbirlerini severek, yanlışlıkta ise birbirlerini uyararak ve gerektiğinde kızarak dostluklarını göstermeleri icap eder.

Ölçümüz nettir: Allah’ın kitabı ve Rasul-i Ekrem s.a.v.’in sünneti. Büyük küçük, erkek kadın, âlim cahil hepimiz bu anlayışı benimsemek zorundayız. Aksi takdirde şeytana ve şeytanlaşmış insanlara yem oluruz.

Özellikle geniş toplum kitlelerini ilgilendiren vakıf ve dernek gibi kuruluşlarda hizmet etmekte olan kardeşlerimizin bu hususta daha hassas olması gerekir. Kendilerine yapılan ikaz ve itirazları bir nimet olarak kabul edip, yaptıkları işlemleri şer’i şerif ölçülerine bir daha vurup, eksikleri gidermeye gayret etmeleri icap eder. Yüce Mevlâ hepimize, cümle kardeşlerimize ve gönüldaşlarımıza basiret ve istikamet nasip eylesin.

Gönüldaşlar ne yapar?

Allah yolunda kardeş olanların, gerçek gönül dostlarının birbirleri üzerinde hakları ve sorumlulukları şu şekilde sıralanabilir:

Birbirlerine her konuda imkânları nispetinde yardımcı olurlar.

Allah yolunun yolcusu olan kardeşler istikamet üzere oldukları sürece mallarıyla ve canlarıyla birbirlerine yardımcı olmaya gayret ederler, birbirlerinin sıkıntılarını giderirler. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz buyurur ki:

“Allah için birbirini seven iki kardeşin misali, biri diğerini yıkayan iki el gibidir. İki mümin karşılaştığı zaman Allah Tealâ muhakkak birinden diğerine bir hayır ve fayda dokundurur.” (Sülemî, Âdabu’s-Sohbe, s. 61 (nr. 128); Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, nr. 6411; İbn Şâhin, et-Tergîb fî Fedâili’l-A’mâl, nr. 433; el-Muttaki, Kenzül-Ummâl, nr. 765. Zebidî, İthâfü’s-Sâde, 7/13-14)

“Birbirini seven iki arkadaşın Yüce Allah’a en sevimlisi, arkadaşına en güzel davrananıdır.” (Buhârî, Edebu’l-Müfred, nr. 544; İbn Hıbban, Sahih, nr. 566; Hâkim, Müstedrek, 4/171; Beğavi, Şerhu’s-Sünne, 13/52)

Birbirlerinin gıybetini yapmazlar ve birbiriyle tartışmazlar.

Allah için kardeşlik, kardeşinin hoşlanmadığı her sözden dili tutmayı gerektirir. Yüce Mevlâ, “bazılarınız, diğerlerinin gıybetini yapmasın” (Hucûrat 12) buyurarak gıybeti yasaklamıştır.

Ancak iyiliği emir, kötülükten nehiy gibi susmaya ruhsat bulunmayan konularda konuşmak gerekince susmak doğru olmaz. Bu durumda muhatabın uyarılardan hoşlanmamasına aldırış edilmez. Çünkü uyarmak hakikatte onun için bir iyiliktir. Uyarılan kişi zâhiren kötülük gibi görse de...

İmam Gazalî rh.a. bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunur:

“Bütün kusurlardan, ayıplardan temiz ve uzak bir kimse ararsan bütün insanları terk etmen gerekir. Sohbet ve arkadaşlık için kusursuz insan bulamazsın. Her insanın iyiliği de kötülüğü de bulunur. İyilikleri kötülüklerinden çok ise, aranan budur. Şerefli mümin daima kardeşinin iyiliklerini düşünür. Böyle yaparsa kalbinde ona karşı saygı, sevgi ve hürmeti artar. Düşük tabiatlı münafık ise daima kötülük ve ayıpları araştırır.”

Güzel sözlerle kardeşlerini desteklerler.

Kardeşine onu sevdiğini söylemeli, başına bir durum gelmişse hal hatır sormalı, kalbinin onunla meşgul olduğunu bildirmeli, sıkıntısının devam etmesinden üzüldüğünü göstermelidir. Onu üzen bütün hallerde sözü ve davranışı ile kendisinin de üzüldüğünü göstermelidir. Güzel ve sevinçli hallerinde, sevincine ortak olduğunu söylemelidir. Kardeşliğin manası, sevinci ve sıkıntıyı paylaşmaktır. Efendimiz s.a.v.;

“Sizden biri kardeşini sevdiği zaman bunu ona haber versin.” buyurmuştur. (Ebu Davud, nr. 5124; Tirmizî, nr. 2392; Hâkim, Müstedrek, 4/171)

Kardeşlerinin hata ve kusurlarını affederler.

İmam Gazalî rh.a. der ki:

“Sâdık arkadaşın hatası ya günah işleyerek dininde olur ya da senin hakkını çiğneyerek kardeşlikte olur.

Günah işleyerek ve bunda ısrar ederek ortaya çıkan dindeki kusurlarına gelince: Hatasını düzeltmesi, kendini toplaması, salâh ve verâ haline dönmesi için yumuşaklıkla nasihat etmen gerekir. Buna gücün yetmezse ve o da kusurda ısrar ederse... Ebü’d-Derdâ r.a. demiştir ki: ‘Kardeşinin hali değişip, önceki güzel durumunu kaybedince, bundan dolayı hemen onu terk etme. Kardeşinin hali bir zamanda bozulursa diğerinde düzelir; hep kötü kalmaz.’

İmam Buharî rh.a.’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre Allah Rasulü s.a.v. bir sohbeti esnasında şöyle buyurmuştur:

– Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!

Sahabe-i kiram;

– Ey Allah’ın Rasulü, mazluma yardım ederiz ama zalime nasıl yardım edeceğiz? diye sorunca şöyle cevap vermiştir:

– Onu da zulümden men edersin. İşte bu da ona yardım etmektir.” (Buharî, Mezalim 4)

Kardeşleri hayatta iken ve vefatlarından sonra onlara dua ederler.

Kişi kendisi, ailesi ve yakınları için sevdiği bütün şeyleri kardeşi için de istemelidir. Kendisine yaptığı gibi ona da dua etmeli, onunla kendi arasında bir ayırım yapmamalıdır. Senin ona duan, aslında kendi nefsin için yapılmış bir duadır. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse din kardeşi için gıyabında dua yaptığında bir melek, ‘istediğinin bir misli sana verilecek’ der.” (Müslim, nr. 2732; Ebu Davud, Vitr 29; İbn Mâce, Menâsık 5; Ahmed, Müsned, 6/452)

Kardeşlerine vefalı ve samimi olurlar.

Kardeşlikte vefanın manası, sevgisinde sabit kalmak, onunla dostluğu ölene kadar sürdürmek, vefatından sonra bu dostluğu onun evlat ve arkadaşlarıyla devam ettirmektir.

Kardeşlerini, meşakkat veren işleri yapmaya mecbur etmezler.

Kardeşinin günlük ihtiyaçlarını gidererek gönlünü ferahlatmaya, ağır yüklerini üstlenerek kendisini rahatlatmaya gayret eder. Bunları yaparken de bir minnet ve karşılık beklemez. Onu insanların arasında kendisine tevazu göstermeye, haklarını korumaya mecbur etmez.

Gönül dostları arasındaki bu hak ve sorumluluklara uygun davrandığımızda aramızdaki muhabbetsizlik, ayrışma ve güvensizlik ortadan kalkar, cennet misali bir dünya hayatına ulaşırız.

Müslümanlar olarak hem kendimiz hem de insanlık için bu hedefe doğru bütün gayretimizle yol almaya mecburuz. Yüce Mevlâ idrakini nasip eylesin.

Önce Hak ve Hukuk

İslâm bir hukuk dinidir. Hukuk kelimesiyle elbette mahkemelerde hak arayışlarını kasdetmiyoruz. Hukuk “haklar” demektir. Hak ise “kesin olarak var olan”, “apaçık gerçek ve doğru olan” anlamına gelir. Ayrıca “gerçekte var olan, Hak Tealâ’nın ortaya koyduğu, istediği ve hükmettiği şeylere” de hak denir. Hak kelimesinin zıddı bâtıldır. Bâtıl, gerçekte olmayan anlamına gelir. (İbn Manzur, Lisânü’l-Arab)

Allah Tealâ’nın isimlerinden birisi Hak’tır. Çünkü gerçek varlık O’na aittir, gerçekte var olan O’dur. Vâcibu’l-Vücûd yani varlığı zorunlu olan ve bütün varlıkların var oluşları O’nun var etmesine bağlı bulunan sadece Allah Tealâ’dır. O’nun dışındaki ilahlar ise bâtıldır, yani yaratıcılık anlamında hiçbir gerçeklikleri yoktur.

Hak Tealâ’nın var ettiği her şey de haktır, yani gerçektir. Hak Tealâ’nın istediği ve hükmettiği ne varsa hepsi haktır. Bu anlamda O’nun yaratmış olduğu canlı cansız, şuurlu şuursuz tüm varlıklara vermiş olduğu özellikler, kabiliyetler, imkânlar ve yetkilerin hepsi haktır.

Kısaca hak kelimesinin iki merkezî anlamı vardır: Birisi kesin olarak var olmak, Hak Tealâ’nın vermiş olduğu yetkilerdir. Bu anlamda Hak din olan İslâm’ın bütün hükümleri haktır. O’nun vermediği ve tanımadığı yetkilerin hepsi bâtıldır, yani gerçekliği olmayan asılsız şeylerdir. Çünkü onların gerçek varlıkları söz konusu bile değildir. Allah Tealâ dışında kim olursa olsun, O’nun hükümlerine uymayan her türlü yetkilendirmelere ve kararlara da asılsız oldukları için bâtıl denir. Bunun içindir ki Yüce Mevlâ buyurur ki: “De ki: Hak (değişmeyen gerçek) geldi bâtıl (aslı ve gerçekliği olmayan ne varsa) yok oldu; şüphesiz bâtıl aslen yoktur.” (İsrâ 81)

İşte bu temel anlayışa dayanan Allah Tealâ’nın verdiği herhangi bir yetkiye hak, birden çok yetkiye de hukuk ismi verilir. Mesela faiz almak, zina yapmak Allah tarafından haram kılınmıştır; hak olan budur. Faizi ve zinayı meşru kılmak bâtıldır. Hak Tealâ’nın âlemde koymuş olduğu ölçülere ve düzene aykırıdır.

Biz, günlük hayatımızda hak ve hukuk kelimelerini daha çok ikinci anlamda yani insana tanınmış olan yetki anlamında kullanıyoruz. Yaşama hakkı, dolaşım hakkı, vatandaşlık hakkı, mülkiyet hakkı gibi...

Aslında insanlar da dahil olmak üzere var olan her şey Allah Tealâ’ya aittir. Hiçbir varlığın kendiliğinden herhangi bir yetkisi yani hakkı da yoktur. Bütün haklar Yüce Yaratıcı’ya aittir. O, görünen görünmeyen, canlı cansız, uzak yakın bütün bu âlemde müthiş bir düzen kurmuş ve varlıklara belirli imkânlar, belirli haklar tanımıştır. Bütün bu imkânlar ve haklar, âlemde bizzat kurmuş olduğu ve takip etmekte olduğu çok ince ve çok hassas düzene uyumlu olarak kendisi tarafından varlıklara tanınmıştır. (Rahmân 1-13)

Bu itibarla Allah Tealâ’nın tanımış olduğu haklar çerçevesinde hareket edildiğinde âlemdeki düzene ve ölçülere uyulmuş olur; onlara aykırı hareket edildiğinde ise düzen ve ölçü bozulmuş olur. Ölçüyü bozan da hakları ihlâl ettiği ve kendisine güvenilerek emanet edilen haklara hıyanet ettiği için zulme düştüğünden zalim diye isimlendirilir. Çünkü aslı ve gerçekliği olanı terk etmiş, asılsız ve boş bir iş yaparak kendisine tanınmış olan sınırları aşmıştır. Bunun da bir hesabı ve cezası vardır.

Allah Hakkı Kul Hakkı

İnsan olarak bizlere bazı hakların tanınmış ve bazı sorumlulukların yüklenmiş olduğunu biliyoruz. Bu hakları kullanabilmemiz ve sorumluluklarımızı yerine getirebilmemiz için bize irade ve kudret verilmiştir. Bu irade ve kudret ile konulmuş olan ölçüleri aşabilme imkânı da tanınmıştır. Biz de bu irade ve kudret sayesinde yiyoruz, içiyoruz, geziyoruz, seviyoruz, kızıyoruz, evleniyoruz, alıyoruz satıyoruz.

Bütün bu işlerimizi Allah Tealâ’nın tanımış olduğu haklar ve sorumluluklar çerçevesinde yaptığımız takdirde yaratılışın gerçekliğine uymuş oluyoruz ve bütün âlemdeki düzenle uyum içinde bulunuyoruz. Allah Tealâ’nın tanımış olduğu haklar ve sorumluluklar çerçevesinde yapmadığımız takdirde ise gerçekliğe aykırı davranmış oluyoruz ve âlemdeki düzeni bozuyoruz.

Cenab-ı Hakk’ın insanoğluna tanımış olduğu ve aslında tamamı kendisine ait olan bu haklar, fıkıh eserlerimizde “Allah hakları” ve “kul hakları” şeklinde iki ana başlık altında ele alınır.

Allah hakları (hukukullah) tabiriyle, bütün toplumun menfaatini gözeterek insanın ve içinde bulunduğu sosyal hayatın düzeninin korunmasını konu alan haklar kastedilmiştir. İnsanın sorumlu tutulduğu ibadetler ile bütün toplumun hakkı olarak görülen zekât, vergi gibi mükellefiyetler Allah hakları içinde yer alır.

İnsanlar ibadetlerini yerine getirmekle bir taraftan Allah Tealâ’nın muradına uygun kullar olurken, diğer taraftan O’nun murad ettiği toplum düzenini de sağlamış olurlar. Aynı şekilde toplum idaresiyle ilgili cezaî ve idarî hükümler de birer Allah hakkı olarak değerlendirilir. Bütün toplumun haklarını ilgilendirdiği için bu nevi haklara, bütün insanların Rabbi olan Allah’a nispet edilerek Allah hakları denilmiştir.

Kul hakları (hukuku’l-ibâd) tabiriyle de alacak hakkı, bir yerde oturma hakkı, bir mal üzerindeki özel mülkiyet hakkı gibi Allah Tealâ’nın her kişiye özel olarak tanımış olduğu haklar kastedilmiştir. Kul kendine has olan haklarından feragat edebilir, ama Allah haklarında kulların feragat hakkı yoktur.

Hukukun Kapsamı

Fıkıh başta olmak üzere İslâmî literatürde hukuk kelimesi her türlü hakkı içine alan geniş bir anlama sahiptir. Hem dünyevî hem uhrevî, hem zâhirî hem bâtinî, hem hem de ahlâkî bütün haklar hukuk kavramının içine girer. Nitekim Rasulullah s.a.v. bir sohbetinde hak kelimesini bu geniş anlamıyla kullanmıştır:

“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Karşılaştığında selam vermek, davet ettiğinde gitmek, nasihat isterse nasihat etmek, aksırıp ‘elhamdülillah’ dediği vakit ‘yerhamükellah’ demek, hasta olunca hatırını sormak, ölünce cenazesinde bulunmak.” (Müslim, Selâm 5)

Hadis-i şerifte geçen haklara riayet etmeyen, mesela hasta ziyaretine gitmeyen bir müslümanı hukuk düzeni takip edip cezalandırmaz. Fakat Allah katında bu hakların hepsinden hesaba çekilecektir. Buradan hareketle şunu ifade etmek gerekir:

Hukuk kelimesi mutlak olarak kullanıldığında, hukuk düzeni tarafından takip edilsin veya edilmesin, Allah’ın vermiş olduğu bütün hakları içine alır.

Kâinatın ‘Hak’ Nizamı

Mevlâ müthiş bir alem tasavvuru seriyor gözlerimizin önüne:

“Rahmân, Kur’an’ı öğretti.

İnsanı yarattı.

Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.

Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.

Otlar ve ağaçlar (O’na) boyun eğerler.

Göğü yükseltti ve mizanı (düzeni, ölçüyü) koydu.

Mizanı (düzeni, ölçüyü) bozmayın.

Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.

Allah, yeri yaratıklar için var etti.

Orada meyveler ve salkımlı hurma ağaçları vardır.

Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır.

O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahmân 1-13)



Semerkand Dergi Logo