Gurbet Nereye Düşer, Sıla Nerede?
Bundan üç yüz sene önce Diyarbakırlı Ahmed Hami Efendi, “Ehl-i dil ârâm eder her kande kim rağbetlenir / Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenir” demiş. Bugünkü Türkçe ile ifade etmek istersek şairimiz şunu söylüyor: “Gönül ehli insanlar, rağbet gördükleri yerde kalır, rağbet görmedikleri yerden kendi vatanları bile olsa uzaklaşırlar. Bu yüzden onlara bazen vatan gurbet, bazen de gurbet vatan olur.”
Aradan geçen zaman içinde gönül ehli olmayan bir kısım insanlar da türlü sebeplerle gurbeti sıla, sılayı gurbet yaptılar kendilerine. Gurbette olduğunu unutanlar, gurbeti sıla zannedenler çoğaldı. Özellikle de şu son devirde hızla artan iletişim ve ulaşım imkânları dünyayı herkesin aynı kültür etkisine maruz kaldığı bir küresel köy haline getirdi. Mesafe kavramının anlamını yitirmesiyle sıla ve gurbet kavramları da ya büyük ölçüde anlamını yitirdi yahut farklı libaslara büründü. Yani bugün artık “Gurbet nereye düşer, sıla nerede?” sorusuna cevap olabilecek çok net ve tek bir tarif yok.
Gurbet ve sılanın maddî olanı var, manevî olanı var. Ulvî olanı var, süflî olanı var. Gerçek olanı var, sanal olanı var. Bu çeşitlilik veya karmaşa gurbet ve sıla tasavvurumuzu bulandırıyor. Gurbeti de sılayı da unutabiliyoruz. Böyle bir zihin bulanıklığı yahut nisyan, ebedi saadet mahrumiyetine sebebiyet verecek bir yönelişe kapı aralıyor. Mutlaka dikkate almamız gereken ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyayız yani.
Sıla asıl, gurbet geçicidir
Gurbet, “uzaklaşmak” manasına bir kökten türemiş, Arapçadan dilimize geçen bir kelime. “Vatandan ayrı ve uzak olma, yabancı bir beldede bulunma hali” demek. Türkçede daha çok yer ismi olarak kullanılıyor. Buna göre, “aslî vatanından uzakta, bir mecburiyete binaen gidilmiş, kişinin kendisini ait hissetmediği bir mihnet yani sıkıntı yurdu” gurbet. Mihnet sebeplerinin başında sıla özlemi geliyor. Sılaya, yani asıl vatana nispetle, gidilen beldedeki dil veya din farkına, kültür farkına, hatta bazen coğrafya ve iklim farkına bile uyum sağlayamamak ayrı bir mihnet sebebi olabiliyor. Yalnız ve yabancı olmaktan kaynaklanan başka zorluklarla birlikte kimsesizlik duygusu da gurbeti mihnet yurdu yapıyor.
Sıla da Arapça kökenli bir kelime. Aslında, “bir şeyi başka bir şeye ulaştırıp birleştiren bağ” demek. Muhtemelen “akrabalık bağı” yahut “akraba ile buluşma” manasına gelen “sıla-i rahim” tabirinden hareketle biz buna “kişinin kendi memleketi, aslî vatanı” manasını yüklemişiz. Asıl vatanımızı, ait olduğumuz yeri “sıla” diye adlandırarak dost ve yakınlarımızın varlığıyla belirlememiz önemli. Çünkü bu tespit, mekân gurbeti yanında, Ahmed Hami Efendi’nin beytinde dile getirilen ve “ortam / çevre gurbeti” diyebileceğimiz bir gurbet çeşidine de işaret ediyor.
Sıla kavramı, yine sıla-i rahimden hareketle, eninde sonunda “vâsıl olunması / kavuşulması” gereken bir yer veya çevreyi karşılamakla, “dönüşü olan bir ayrılık” manasını da barındırıyor. Zira uzaklaşıp ayrılmayınca dönüşten, kavuşmaktan, vuslattan söz etmek mümkün değil. Sıla, nihayetinde “kendisine dönülen yer” gurbet de “kalıcı olunmayan yer”dir bu yüzden.
Gurbete sılaya dönmek için çıkılır. Bu dönüşün, gurbette elde edilen bir donanım yahut kazançla gerçekleşmesi umulur. Bazen başka türlü neticelense de en azından başlangıçtaki peşin kabulde sıla asıl, gurbet geçicidir. Ve insan ya sılada ya gurbettedir. Madem böyle, biz neredeyiz peki?
Sılada mı gurbette miyiz?
Dünya ölçeğinde bakarsak kimimiz memleketinde, kimimiz bir vazife mecburiyeti, maişet derdi yahut tahsil gibi sebeplerle yad ellerdeyiz. Çoğunlukla böyle anlasak da dünyadaki gurbet ve sıla hakiki değil mecazîdir. Müslüman için hakiki gurbet dünya, hakiki sıla ahiret yurdudur.
Çünkü dünyanın hakikati yok ve hiçbirimiz burada kalıcı değiliz. Dünyaya, Elest Bezmi’ndeki ahdimize sadakat hususunda sınanmak için gönderildik. Burada varlıkla da yoklukla da, nimetle de külfetle de imtihan ediliyoruz. Dünya bu manada bir mihnet yurdu. Er geç asıl vatanımıza, Cenab-ı Mevlâ’nın huzuruna varıp burada yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğiz.
Oraya ahdine sadık bir kul olarak sâlih amellerle, yüz akıyla varabilmek için dünyanın gurbet olduğunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Gurbette olduğumuzu unutmak, sılayı unutmaktır. Üstelik dünya, istesek de istemesek de terk edeceğimiz bir gurbettir. Sılaya dönmek kaçınılmazdır yani. Bir gün birileri bizim de arkamızdan, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn.” (Bakara 156) ayetini okuyacaktır.
“Muhakkak ki biz Allah’a aitiz ve (sonunda) mutlaka O’na döndürüleceğiz!” mealindeki bu ayet-i kerime, bize sılamızı da haber verir. Sıla, ait olduğumuz yerdir ve ayette buyurulduğu üzere, “bizler Allah’tanız, O’na aitiz, O’nun var etmesiyle varız.” Sıla, dost ve yakınların bulunduğu yerdir. “Allah Tealâ müminlerin (yegâne ve hakiki) dostudur.” (Bakara 257) ve “(İnsana) şahdamarından daha yakındır.” (Kâf 16).
Sıla daha önce bulunduğumuz ve ayrıldığımız yerdir. Bu nedenledir ki dünya gurbetinden sonra ahiret yurduna mecburi intikalimiz “döndürülmek” filliyle karşılanmıştır.
Gurbette olduğumuzu unutmak sılayı unutmaktır demiştik. Şu halde sılayı unutmak; ahireti, hesap gününü, ebedi hayatı unutmak demektir ki insan için büyük felakettir.
Tekrarlanan uyarılar
Böyle bir felaketten sakınmamız için ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerle uyarılırız. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette dünyaya aldanmadan her işimizde ahireti gözetmemiz, ahiret hayatını esas almamız istenir. Çünkü “dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Asıl hayat, akledebilenler için dünyadan daha hayırlı olan ahiret yurdundadır.” (En’am 32, Ankebût 64). “Dünya nimetleri ahirete nispetle pek azdır” (Nisa 77, Tevbe 38). “Dünya metaı aldatıcı” (Âl-i İmran 185), “geçici ve değersizdir” (Ra’d 26).
Böyleyken, “dünyaya karşılık ahiret hayatını satanlar” yahut “dünya hayatını ahirete tercih edenler azaba uğrayacaklardır” (Bakara 86, Naziat 37-39). Çünkü “dünyayı ahirete tercih etmek dalalet ehline mahsustur” (İbrahim 3).
Hz. Peygamber s.a.v.’in, “Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa.” (Buharî, Rekâ’ik 3) öğüdü de bu cümledendir. Garip, “gurbette olan, gurbet ehli” demek olduğuna göre, dünyayı gurbet bilmemiz tavsiye buyurulmuştur. Yolcu gibi yaşamak ise hem dünyada misafir olduğumuz bilincini taşımakla hem de sılaya doğru sırat-ı müstakim üzere yürüyüşümüzü fasılasız sürdürmekle mümkün olacaktır.
Allah dostları da hakiki ve ebedi diriliğin yurdu olan bekâ âlemi yanında dünyanın değersizliğini, dünyaya istiğnayı terennüm eden şiirler söylemişlerdir. “Milk-i bekâdan gelmişem fâni cihânı neylerem” diyen Yunus Emre k.s. hazretlerinden asırlar sonra, aynı yolda yürüdüğü için Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s. hazretleri de “Can ellerinden gelmişem fâni mekânı neylerem” diyerek asıl sılamızın neresi olduğunu hatırlatmışlardır. Onlar, Âlem-i Ervah’taki safvet halinin bu dünyadaki hiçbir şeyde asla bulamayacakları zevkini unutmadıkları için sılayı unutamamışlardır. Elest Meclisi’ndeki ahitlerine sâdık oldukları için dünya gurbetinin metaına aldanmaz, külfetini dert etmezler. Dostluğun vefa gerektirdiğini, sılayı unutmanın aynı zamanda vefasızlık olduğunu bilirler.
Dünya kime mülk?
Dünyaya ahireti unutturacak yahut ihmal ettirecek kadar bağlanmak, dünyanın gurbetimiz olduğunu, bir gün sılamıza döndürüleceğimizi hesaba katmamaktan kaynaklanır. Durduğu yere, bastığı zemine dikkat etmeyenlerin ayaklarının kayıp düşmesi kaçınılmazdır. Nerede olduğunu, niçin orada olduğunu bilmemesi, insanın kendini bilmemesidir. Müslümanın dert etmesi gereken husus, mihnetle dolu dünya gurbetinde bulunması değil, dünya gurbetinde olduğunu unutmasıdır. Böyle bir gaflet veya aldanıştan kurtulmanın çaresi, “dünyanın bir gün terk etmek zorunda kalacağımız geçici bir gurbet yurdu olduğunu sürekli hatırda tutmak” diye tanımlayabileceğimiz bir gurbet bilincini kuşanmaktır.
Mecazî manada hiç gurbet yaşamayanların, hep kendi memleketlerinde ömür sürenlerin bir gurbet tasavvuruna sahip olamayacağı, dolayısıyla sözünü ettiğimiz gurbet bilincini taşıyamayacağı ihtimal dahilindedir. Ancak unutulmamalıdır ki müslüman için dünyanın bütünüyle gurbet olması, dünya içinde sıla kabul edilen bir yer yahut çevreyi de hakikatte gurbet yapar. Sıla bildiğimiz dünyalık bir mekân da kalıcı değildir, orada yaşayan yakınlarımız da. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz s.a.v.’e hitaben gelen bir ayet-i kerimede mealen, “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallarınız, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz ve hoşlandığınız meskenleriniz size Allah ve Rasulü’nden, Allah yolunda cihattan daha sevimli ise, (başınıza geleceklere dair) Allah’ın hükmüne hazır olun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.” (Tevbe 24) buyurulmaktadır.
Aynı şekilde “Mallarımız ve çoluk çocuğumuzun birer imtihan sebebi” sayılması (Enfal 28, Tegabun 15), bunlarla asıl sılamızı yani Allah Tealâ’yı ve ahireti unutturacak kadar meşgul olma tehlikesinden dolayıdır. Hülasa dünyadaki mecazi sıla hakikatte gurbettir ve bunu fark edememek asıl sılayı ve gurbeti unutturan bir gafletin eseridir.
“Kendim gurbet elde, gönlüm sılada”
Dünya hayatında bile gurbete çıkan birisi, gurbette olduğunu, gurbete niye geldiğini unutmamışsa, vatanına eli boş dönmemek için canla başla çalışıp didinir. Sılada sarf etmek üzere bir an evvel daha çok kazanayım, daha çok biriktireyim diye her zorluğa katlanır, rahatını düşünmez. Gurbeti sahiplenmez.
Müslüman da böyledir. Dünya gurbetinin, sıladaki ebedi saadete ulaşma imkânı olduğunu bilir. Yegâne Dost’un hoşnutluğunu kazandıracak kulluk vazifelerini, ibadetlerini, hamdini, şükrünü, zikrini, nefsine zor gelse de ihmal etmez. Her fırsatı değerlendirir, ahiretin geçer akçesi olan hayır hasenatını çoğaltıp biriktirmeye çabalar. Ancak bunun böyle olabilmesi dünyayı gurbet bilmeye, bu gurbete niçin geldiğimizi her dem hatırlamaya bağlıdır. Aksi takdirde dünyadaki mecazî gurbetlerde sefahate dalıp gurbette olduğunu; dolayısıyla sılasını, maksadını, sorumluluklarını ve kendilerini unutanlar gibi bir kötü sona uğramak kaçınılmazdır.
Bizler “ait olmadığımız yabancı belde” diye bilsek de gurbet “hâl”dir. Dünyanın gurbet olduğunu bilmenin alâmeti o hali yaşamaktır. Gurbet halini yaşamak, sıla özlemiyle gurbette bulunuyor olmanın gerilimini, uyumsuzluğunu yaşamak; ayrılığın hüznünü hissetmektir. Âşık Veysel’in “Kendim gurbet elde, gönlüm sılada” dediği bir bölünmüşlük halidir ve zordur elbette. Bu zorluğun kıymetini bilmeyenler rahatlamak adına bedenleri gibi gönüllerini de gurbete bağlayarak sılayı büsbütün unutmayı tercih ederler.
Fakat insanın aslına dönme iştiyakı fıtrîdir. Sıla arzusu kalpten öyle kolayca çıkarılıp atılacak bir duygu değildir. Fakat bu duygu, nefslerine uyarak sılaya dönük hazırlık ve vazifelerini yapmayanlar için marazî bir “sıla korkusu”na dönüşür. Aslımızla irtibatımızın eseri olmakla asil bir duygu olan hüzünden kaçarken, asılla irtibatı koparmanın eseri olan trajediye yakalanırlar. Gülüp eğlenmeleri, geceleyin tek başına mezarlık civarından geçen birinin, korkusunu bastırmak için ıslık çalmasına benzer.
Tarifi kolay, bulunması zor olan
Sılanın hasreti zor, gurbetin hüznü yakıcıdır. Fakat işte gurbet bilincinin yaşattığı gerilim, halihazıra uyumsuzluk yahut bölünmüşlük duygusu, insanı hem dünya gurbetine teslimiyetten alıkoyan hem de sılaya dönüşün imkânlarını aramaya sevk eden bir nimettir. Hacı Bayram-ı Veli k.s. hazretlerinin “Yanmada derman buldu bu gönlüm” buyurduğu haldir.
Kul, mihnete katlanarak, vuslat ateşiyle yanarak “kendim” diyemeyecek bir mahviyyete erişirse, zaten sılada olan gönlünden ibaret kalacak, ölmeden evvel sılasına vâsıl olacaktır. Ancak bu seyir kolay değildir. Yolu yordamı, usulü âdabı vardır. Yunus Emre k.s. hazretleri, asıl sılamız olan Cenab-ı Mevlâ’ya halini şöyle arz eder: “Benden bana yakınsın / Candan da sevgilisin / Ya ben seni isteyü / Kande varayım Mevlâ?”
Bu mısralar, “Ey Rabbim, bana benden yakın olduğunu biliyorum. Öyleyse ben sana ulaşmak istediğimde seni nerede aramalıyım?” gibi cevabı içinde bir sorudur. Allah Tealâ’nın müminin gönlünde olduğuna ama beytullah kılınan bir gönle sahip olmanın zorluğuna işaret eder.
Darendeli Osman Hulusi Efendi k.s. hazretleri de bir şiirinde, “Buyurmuştur Kitâb’ında ‘ve nahnu akrabu ileyh’ / Bu gurbet nice bir gurbet, o akrab nice akrabdir.” der. Beyitte, “ve nahnu akrabu ileyh” ibaresiyle Kaf suresinin, “Biz (insana) şah damarından daha yakınız.” mealindeki 16. ayetinin son kısmına atıfta bulunulmuştur. “Akrab”, yakınlık demektir. Hazret, “Allah Tealâ bize bu kadar yakın olduğunu buyurmuşken, her an ve her yerde bizi görüp gözetirken insanların O’ndan bu kadar uzaklaşması, O’na bu kadar yabancılaşması olacak şey değil” makamında söylüyor bunları. Allah Tealâ’ya yakınlığın ve uzaklığın mahiyeti üzerinde durup düşünmemizi istiyor. Onun da Yunus Emre gibi asıl maksadı, dünya gurbetinde Allah’tan ve ahiretten gafil olan insanları uyarmak; onları kendilerine getirmek, gönüllerini beytullah kılmaları için tasavvuf terbiyesine davet etmektir.
Gurbette ‘kurbet’ imkânı
Dünya gurbetinden sılaya, Dost’a dönüş ölüm iledir. Mevlâna k.s. hazretleri gibi Allah dostları ölümü şeb-i arus, yani düğün gecesi bilmişlerdir bu yüzden. Böyle bir vuslat iştiyakı, Efendimiz s.a.v.’in tavsiyesiyle “Ölmeden evvel ölmeye” sevk etmiştir onları. Tasavvuftaki seyr ü sülûk, ölmeden evvel ölmeye koyulmanın, ölümü beklemeden sılaya doğru yürümenin adıdır. Onun içindir ki bu yolu tamamlayanlar, görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar. Dünyadaki varlığa sevinmez, yokluğa yerinmezler. Çünkü zâhirde dünya gurbetinde görünseler de hakikatte sıladadırlar. Onlar Elest Meclisi’ndeki ahdine sâdık kullardır. Kur’an-ı Kerim’de müminlerden “sâdıklarla beraber olmaları” (Tevbe 119) istenmiştir. Esasen, Allah dostlarıyla, Allah Tealâ’nın sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmak, onların elini eteğini tutmak, sıla özlemindeki samimiyetin ve dünya gurbetini içselleştirmemenin alametidir. Gurbet bilinci böyle bir beraberliği zaruri kılar.
Bu zaruret sebebiyle dünyalık gurbetlerde bile, mesela Almanya gibi yabancı ülkelerde çalışan gurbetçilerde olduğu gibi, kendilerine sılayı hatırlattığı için hemşehri yahut vatandaşlarıyla bir arada bulunmak ister insanlar. Bulundukları yerleri âdeta memleketlerindeki köy veya kasaba ortamına benzetip sıla hasretini giderirler. Buralarda bir araya geldiklerinde memleketi daha çok anar, sılayı daha çok zikrederler. Sılayı unutmamak, aslına yabancılaşmayı reddetmek manasına gelen bu tavır kıymetlidir.
Bunun gibi, dünya gurbetinde de savrulup kendimizi ve ahiretimizi kaybetmemek için sılayı hatırlatan, zikrullaha vesile olan, gurbette “kurbet”e, yani Allah Tealâ’ya yakınlaşmaya sevk eden cemaat ve çevrelerde bulunmaya çalışmak gerekir. Mecburiyet yahut mahkûmiyetimize rağmen gurbete razı olmamak, sılamız olan Cenab-ı Mevlâ’ya dua ile, nafilelerle, kalp tasfiyesi ve nefs terbiyesi ile yaklaşıp vuslata ermenin gayretini gütmek gerekir.
Gurbet içinde gurbet
Gurbette bulunma halinin tek kelimelik karşılığı “gariplik”tir. Gurbetle aynı kökten gelen garip, “vatanından, akraba ve ahbabından uzak, diyar-ı gurbette olan kimse” demektir. Garipler, bulundukları mekân ve çevreye yabancıdır. O çevredekiler için de garipler, tanıyıp bilmedikleri, bu yüzden de ne olur ne olmaz diye genellikle uzak durdukları birer yabancıdır. Başka bir kültüre mensubiyetinden ötürü yerleşik olanlarca yadırganan, anlaşılamadığından tuhaf bulunan tutum ve davranışları sebebiyle de çoğu zaman dışlanırlar. Bu durumlar garip kelimesine “yabancı, tuhaf, yadırganan, acaip, anlaşılamayan, yalnız, sosyal dokuya dahil edilmeyen veya dahil olamayan” gibi yeni manalar katmıştır.
Dünya gurbetinde iken bir de böyle, bulunulan çevrede yadırganıp toplum dışına itilmek suretiyle garipsenen insanlara yaşatılan gurbetler vardır. Aslında bunlar dünya gurbetinin mihnetleri cümlesindendir. Daha ziyade manevî bir uzaklığın yaşattığı yalnızlık ve kimsesizlik duygusundan hareketle gurbet sayılmıştır. Yaşadığı toplumda kıymeti bilinmeyen, hali anlaşılamayan, hukuku gözetilmeyen, yardımına ve hizmetine koşulmayan, varlığından rahatsızlık duyulan insanlar kendi yurdunda hısım akrabası arasında olsa dahi böyle bir gurbettedir. Bu çerçevede mesela tasavvuf ehli garibi, “kendi meşrebinde olmayanlar arasında kalan kişi” diye tarif etmişlerdir. Bunun gibi, cahiller arasında yaşamak zorunda kalan âlim; fâsık ve fâsitler arasındaki takva ve salah ehli mümin; hayatta akranları kalmayan ihtiyar “garip” diye nitelenmiş; bunların bulundukları ortamlar gurbete benzetilmiştir.
Sait Halim Paşa’nın, “Müslümanın vatanı ahkâm-ı şer’iyyenin hâkim olduğu yerdir.” tarifini esas alırsak, İslâm’ın yaşanmadığı, yaşanmasına müsaade edilmediği yerler, velev kendi memleketimiz olsun, yine gurbete dönüşür. Necip Fazıl’ın “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” mısraı, böyle bir gurbeti anlatır.
Müjdelenen garipler
Rasulullah s.a.v. bir hadisinde şöyle buyuruyor: “İslâm garip olarak başladı, (ileride) yine garip hale dönecektir. Ne mutlu o garip müminlere!” Hadis-i şerifi rivayet eden Abdullah b. Mes’ud r.a.’ın o garip müminlerin kimler olduğunu sorması üzerine de Efendimiz s.a.v., “Onlar, dinleri uğruna kabilelerinden ayrılanlardır.” cevabını veriyor. (Müslim, İman 232). Aynı hadisin Amr b. Avf r.a. rivayetinde ise garipleri, “İnsanların benden sonra bozdukları yahut yok saydıkları sünnetimi ıslah ve ihya edenlerdir.” (Tirmizi, İman 13) diye tarif buyuruyor.
Hadis şârihleri, İslâm’ın garip olarak başlamasını Mekke’deki ilk tebliğ dönemi ile izah ederler. Hz. Peygamber s.a.v. ve O’na tâbi olan az sayıdaki müslüman, müşriklerce yadırganmış, alaya alınmış, dışlanmış, eziyete uğramış ve nihayet yurtlarını yuvalarını terke mecbur bırakılmışlardır. Âhir zamanda da fitne çoğalacak, günahlar artacak, çoğunluk cahiliye anlayışına kapılacak ve İslâm’ı hakkıyla yaşamaya çalışan ve azınlıkta kalan müslümanlar, cahiliyye düzenine uymadıkları için yadırganıp dışlanacaklardır. Böylesine zor şartlarda ölçülerini eğip bükmeden İslâm’ı yaşamakta ısrar edecek müminler Efendimiz s.a.v.’in övgüsüne mazhardırlar.
Hadis-i şerifi bu şekilde bir “uyarı” olarak anlayanlar yanında, bir “müjde” olarak anlayanlar da vardır. Bu ikinci zümreye göre de İslâm ve müslümanlar kıyamete yakın, başlangıçtaki gibi garip olacaktır. Fakat o ilk gariplik haline rağmen İslâm, imanı kavi bir avuç Sahabe ile nasıl kıtalara yayılmışsa, sonraki garipliğinde de yine imanı sağlam müslümanların örnekliğiyle cihana yayılacaktır. Onlar her türlü baskı, kınama, hakaret ve ifsada rağmen dinlerini bütün güzellikleriyle yaşayıp örnek olmak suretiyle İslâm’ın yeniden yükselişine vesile olacakları için cennetle mükâfatlandırılacaklardır. Rasul-i Ekrem s.a.v.’in “Ne mutlu o garip müminlere!” övgüsü bu müjdeyi yansıtır.
Gariplik değil ünsiyet esas
Bu hadis-i şerif ister uyarı ister müjde diye anlaşılsın, buradaki manasıyla dahi garipliğe teşvik etmez. Şartlar gerektirdiğinde imanı muhafaza, İslâm’ı yaşama ve şer’i şerifin ölçülerini gözetme kararlılığında garip kalmayı göze almaya teşvik eder. Ailemizin, yakınlarımızın, kavmimizin gayr-i İslâmî hayat tarzına ayak uydurmayıp yalnız kalmak ve çoğunluk tarafından kınanıp dışlanmak pahasına sırat-ı müstakimden ayrılmamayı öğütler. Yine de ünsiyet esastır.
Tercihe şayan olan durum, takva sahibi müslümanların yaşadıkları toplumda yadırganmaması, itibar görmesidir. Samimi bir müslüman sabırla, güzel bir örneklikle, çevresindeki insanların gönüllerine dokunarak öncelikle bunu sağlamaya gayret eder. Daha en başta, “Çoğunluk İslâmî bir çizgide değil. Zaten dinini yaşamaya çalışan bir müslüman olduğum için beni de yadırgıyorlar. Öyleyse toplumdan uzaklaşıp hadiste övülen gariplerden olayım” demek, kişiyi Peygamberimiz s.a.v.’in müjdesine mazhar garipler zümresine dahil etmez.
Öte yandan ünsiyetin esas olması, Müslümanlık iddiasındaki herkese, İslâm’ı alışılmış bid’atlardan arındırıp unutulmuş sünnetleri ihya ederek yaşamaya çalışan insanları yadırgamaktan kaçınmayı da ihtar eder. İslâm’ı toplumun geneline nazaran daha doğru, daha sahih, daha titiz yaşıyor diye bir mümini aşırı veya aykırı bulup eleştirerek yalnızlık gurbetine mahkûm etmek insaf değildir.
Kısacası müslüman durup dururken garipliğe meyletmez; mecbur bırakıldığında katlanır. Nail olduğu müjde bu katlanmanın mükâfatıdır. Yine bir müslüman başka bir müslümanı kulluğundaki hassasiyetten, iman ve ihlâs alameti amellerinden ötürü yadırgayıp dışlamaz, onunla irtibatını kesmez. Cemaatsizlikten dolayı cami ve mescitleri, okunmayıp duvarda asılı bekletildiği için Mushaf’ı garip bırakmak nasıl vebalse, takva sahibi bir mümini kendi toplumu içinde garip bırakmak da öylece vebaldir.
Şimdiki tek kişilik gurbetler
İnsanlar yabancı oldukları, anlamadıkları, izahta güçlük çektikleri, kurulu düzenlerine zarar vereceğinden endişe ettikleri “farklı” davranışları ve bunları yapanları garip, tuhaf veya acaip bulur; içlerine almazlar. Ancak bu farklılıkların mahiyet ve istikameti iki türlü gariplik çıkarır ortaya.
En temeldeki belirleyiciden hareket edersek, fıtratlarından uzaklaşmış bir çoğunluk veya hâkim çevre için, fıtratlarını muhafaza edenler farklı, garip ve tehlikelidir. Müminlerin zaman zaman mecbur bırakıldığı gariplik bu yaklaşımın neticesidir.
Fakat öte yandan her vakit dışlanmasalar dahi, fıtrî vasıflarını kaybedenlerin tutum ve davranışları da müslümanlara göre tuhaf ve gariptir. Bu ikincisi modern zamanlarda hayli çoğalan süflî bir gurbettir. Fıtrattan sapmanın nihayeti olmadığı için her gün bir yenisiyle karşılaştığımız gariplikler gayr-i müslim toplulukların kendi içinde bile büyük rahatsızlıklara yol açmakta, bir vahşet halini yaygınlaştırmaktadır.
Allah’la irtibatını kopardığı için kendini kaybeden modern insan “fark edilerek” varlığını ispata çalışmakta, farklı olmayı yegâne varoluş imkânı diye görmektedir. Bile isteye sergilediği tuhaflık ve aykırılıklarla herkesten ayrılmakta, hiçbir dış baskı olmaksızın kendisine kendi eliyle adeta tek kişilik bir gurbet inşa etmektedir. Yalnızlıktan şikayetçi değildir. Teknolojinin sunduğu sanal bir dünyada oyalanmaktan memnundur. Üstelik bu tek kişilik gurbette hiçbir sosyal sorumluluk taşımamanın keyfini sürmektedir. Sadece kendini düşünmekte, kendi arzu ve isteklerini esas almaktadır.
Vahşete sürükleyen bir yalnızlık veya yabancılaşmadır bu. Bizim “kıyıcılık, hunharlık” diye bildiğimiz vahşet aslında “yalnızlık” demektir. Fakat bu yalnızlık, başkalarıyla ünsiyet etmemek, kendinden başka kimseyi düşünmemek, kendinden başka kimseye hak tanımamak için tercih edilen, bireyselleşmenin yan ürünü bir yalnızlıktır. Çünkü kendisi dışındaki herkes onun düşmanıdır. Vahşetteki kıyıcı saldırganlık bu düşman korkusunun eseridir.
Batılılaşma gurbeti
Kaçınmamız gereken bir başka süflî gurbete, İslâm’a aykırı gelişmelere ilerleme olduğu zannıyla aldanıp kendi zeminimizi terk etmekle düşülür. Müslüman için Garplılaşma, yani Batılılaşma böyle bir gurbet yahut yabancılaşmadır. “Garb” kelimesi de gurbetle aynı kökten gelir. Güneşin doğduktan sonra yöneldiği, doğduğu noktadan uzaklaştığı istikameti ifade eder. Garba yönelmek bir batışa, kayboluşa, karanlığa yönelmektir. Cemil Meriç, Tanzimat aydınlarının şahsında Batı hayranı, sorgusuz sualsiz Batılılaşma taraftarı okumuş yazmışları “müstağrib” diye niteler. Müstağrib, aslında “bir şeyi garip bulmak, tuhaf karşılamak, bu garabetten dolayı da hayrete düşüp şaşmak” demektir. Cemil Meriç Batı yanlısı aydınlara müstağrip demekle hem onların Batı karşısında hayranlıkla şaşkına dönüp kendilerinden geçmelerine hem de bu hallerinin bir garabet olduğuna işaret ediyor.
Hülasa, müslümanın asıl gurbeti dünya, sılası ahirettir. Dünya gurbetindeki mecazî gurbetlerden ulvî olanlar vardır, süflî olanlar vardır. Bir hicretle çoluk çoğunun rızkını kazanmak, fıtratını korumak, dinini yaşamak için mecbur kalınan gurbetlerin hicranına katlanmak övülmüştür. Farklılaşmak için bir firkati tercih etmek suretiyle tefrikanın şubeleri haline gelen; bencilliğin, sorumluluklardan kaçma çabasının, aslına yabancılaşmanın inşa eylediği gurbetler ise yerilmiştir.
Müslüman, dünyada gurbette olduğu ve bir gün mutlaka ahirete döneceği hakikatini akılda tuttuğu müddetçe mecazî gurbetlere daha kolay katlanacak, süflî gurbetlerden daha kolay sakınacaktır.