Bir Zafer Muzaffer Eder mi?
On altıncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nde zaferlerle dolu günler geride kalmaya başlamıştı. Devlet hâlâ güçlüydü. Ama içeride başlayan bir hastalık yavaş yavaş bütün bünyeyi sarıyordu. Geçmişteki gibi ihtişamlı zaferlere ulaşılamıyor, savaşlar uzuyor, bitmek bilmiyordu. Savaşların uzaması ve başarı getirmemesi de haliyle ordunun moralini bozuyor, düşmanın ise cesaretini arttırıyordu.
Yükselme devrinin sonuna gelinmiş, duraklama devri başlamıştı. Kurumların bozulmaya başladığına dair işaretler vardı. Askerî ve mülkî idare de bu olumsuz durumdan payını alıyordu. Hakların korunmasında kurucu ilkelere uymada gösterilen zafiyet, haksızlıkların yaşanmasına yol açıyordu. Bu durum, her sağlam temeli zamanla çürüten bir hastalığın meydana geliş şekliydi. Devlet otoritesi ve idaresinin zayıflaması bu hastalığın yaşanmaya başlandığının belirtisiydi.
Kurucu değerler
Osmanlı’nın kuruluş devrini düşündüğümüz zaman devlet yapılanması, teşkilatlanma, askerî ve mülkî düzen neredeyse mükemmele yakındı. Bağlı bulunulan değerler en üst seviyedeydi. Askerlerin ve idarecilerin sadakati tam da olması gerektiği gibiydi. Devletin tebası da millî ve manevî yönden güçlüydü. Her şey doğru yolda, doğru hamlelere bu kadar yakın olduğunda zafer de kazanılıyordu doğal olarak.
Ancak duraklama dönemiyle birlikte bu saydığımız değerlerde belki de ilk bakışta görülemeyecek aşınmalar, bozulmalar başladı. Bünyenin diri olduğu dönemde bu kadar küçük hastalıkların fark edilmemesi normaldi. Ancak devlet düzeninde yaşanan zafiyetlerin uzun zaman devam etmesi, devletin bedenen çökmesine neden olacaktı.
Kuruluş dönemindeki en büyük itici güç olan Yeniçeri Ocağı zamanla ciddiyetini kaybetmeye başlamıştı. Onlara ayak uyduran Sipahi askerleri de Yeniçeriler gibi ayaklanmayı âdet haline getirmeye başlamışlardı. Sorunu çözmekte zorlanan idarî akıl, Yeniçeri ağasını değiştirmek ya da sadrazamın görevine son vermek gibi geçici çözümlerle zaman kazanıyordu. Fakat bu çözüm hastalığın derinleşmesini, yayılmasını engellemeye yetmiyordu.
Ülkede baş gösteren malî sıkıntılar, paranın değerini kaybetmesi gibi etkenler yüzünden Yeniçerilerin ulûfeleri, maaşları artırıldı. Fakat bu şekilde sorun çözülmedi. Ulûfe sahipleri ile esnaf arasında sonu gelmeyen kavgalar başladı. İdarî kademelerdeki yolsuzluklara karşı sık sık sadrazam değişikliği de bir çare olmamıştı. Aksine kanayan yara daha da derinleşmişti. Böyle bir tablonun artık dışarıdan da görünür olmasıyla devleti saran tehlikeye bir de dış meseleler eklendi.
Yeniden doğrulmak
Her ne kadar doğru bir adlandırma olmasa da yaygın bir kullanım olduğu için öyle dediğimiz, “Duraklama Devri” böyle başlamıştı. İşte bu dönemde Osmanlı Devleti’nin girdiği Eğri-Haçova Savaşı çok önemlidir. Bu savaşın kazanılması ve Osmanlı’nın Batı dünyasına karşı “Ben hâlâ güçlüyüm, ayaktayım!” mesajı vermesi, diğer parlak zaferlerimiz kadar önemli ve özeldir.
Devlet idarî, askerî ve mülkî anlamdaki bütün sorunlarını bir şekilde kenara atarak büyük bir meydan savaşını kazanmıştı. İçeride bizi biz yapan değerlerimiz zayıflarken böyle bir zafer kazanmak elbette önemliydi. Çünkü bu vesileyle neleri kaybettiğimizi ve nasıl geri kazanacağımızı hatırlama ihtimalimiz vardı. Ayrıca Batı dünyasında yeniden alevlenmiş olan Osmanlı’yı Avrupa’dan atma düşüncesi de bu savaş neticesinde uzunca bir süre daha rafa kalkmış oldu.
Osmanlı’nın siyaseti, Avrupa topraklarında varlığını devam ettirmekti ve buna uygun bir yol izlemeye çalışıyordu. Buna karşılık Batılı devletlerin siyaseti de Osmanlı’yı Avrupa’dan atmak ve Anadolu’nun içlerine geri göndermekti. Özellikle İstanbul’un fethinden sonra dünya siyaseti bu iki düşüncenin birbirini dengelemeye çalışmasıyla geçti diyebiliriz.
Batı dünyasının bazen savunma bazen de saldırı hamlelerindeki ana neden Osmanlı’nın Avrupa’daki varlığıydı. Osmanlı Devleti ise kuruluş dönemindeki dinî/tasavvufî ilkelere, duruşa bağlılığını koruduğu oranda Batı dünyasının bu ortak saldırılarına cevap verdi. Fakat Duraklama adını verdiğimiz döneme doğru, saldırılara karşı koyma konusunda endişeler yaşanmaya başlamıştı.
Sadrazam Koca Sinan Paşa bu endişelerin bir hastalığı dönüşüp yaygınlaşmasını istemiyordu. Endişeler bir zaferle ortadan kaldırılıp, eski günlere dönüş sağlanabilirdi. Üçüncü Mehmed tahta çıktıktan sonra yanına Hoca Sâdeddin Efendi’yi de alarak padişahın huzuruna çıktı. Son dönemlerde yaşanan kayıplar nedeniyle düşmanın cesaretinin arttığını söyledi. Batı dünyasına karşı Osmanlı’nın sağlam ve ayakta olduğunu göstermek gerektiğini, bunun için de Eğri Kalesi’ni almanın öneminden bahsetti. Aynı zamanda bir tarihçi de olan Hoca Sâdeddin’in de desteğini alarak Sultan’ı ikna etti. Paşa, istediğini almıştı. Artık her şey, büyük bir orduya karşı kazanılması gereken meydan muharebesine girişmeye kalmıştı.
Askerî hazırlıklar yapılmış, ordu toparlanmıştı. Kanunî Sultan Süleyman’dan sonra ilk defa bir padişah ordunun başında başkomutan olarak sefere çıkıyordu. Sadece bu durum bile askerin üzerinde olumlu etki oluşturmaya yetiyordu. İstanbul kapılarından savaş için yola çıkan ordu ilk olarak Edirne’ye yürüdü.
Sultan Üçüncü Mehmed, orduyu bizzat teftiş etti ve gördüğü eksiklerin giderilmesi için emirler verdi. Önce Krençova’ya, ardından da Filibe’ye doğru yürüyüşe devam edildi. Zorlu hava şartlarının hayli güçleştirdiği bir kuşatmadan sonra ele geçirilen Eğri Kalesi, askerin moralini yerine getirmişti.
Bu sırada Avusturya Arşidükü Maksimilyan’ın kumanda ettiği Alman, Macar, İspanyol, Leh, Çek, Slovak, İtalyan, Hollanda ve Belçika orduları yüz elli bin asker ve dört yüz parça topla birlikte Osmanlı ordusunun üstüne doğru yürüyüşe geçmişti.
Hoca Sâdeddin’in zaferi
Düşman kuvvetleri sayıca Osmanlı ordusundan fazlaydı. Bunun yanında sahip oldukları toplar hem menzil hem de teknik açıdan daha üstündü. Bu nedenle savaş divanında bazı komutanlar alınan yerlerin bırakılarak, savaşa devam edilmemesi yönünde görüş belirtti. Hoca Sâdeddin Efendi ise cihadın kudsiyetinden söz ederek düşmanın ne kadar kuvvetli olduğuna bakılmaksızın karşısında durulması gerektiğini söyledi. Eğer Sultan ve ordusu geri çekilecek olursa düşmanın moralinin ve gücünün daha da artacağını anlattı.
Hoca Sâdeddin, Eğri Kalesi’nin savunma için iyi bir yer olduğunu, kalenin bulunduğu sırt eteklerinin alçak ve bu yönlerdeki geçitlerin dar olması nedeniyle düşündükleri tüm manevraları yapmanın mümkün olduğunu izah etti. Düşman açısından da hareket etmenin zorluğu göz önüne alındığında, düşmanın üzerinde bulunduğu yer olan Haçova’nın savaşmaya gayet müsait olduğu fikrini savundu. Onun sözleriyle Osmanlı ordusu ricat fikrinden vazgeçip Haçova’da savaşmaya karar verdi.
Askerlerin dahi geri dönmeyi düşündükleri bir atmosferde bir âlim olan Hoca Sâdeddin Efendi’nin tavrı ve tutumu aslında bize çok şey açıklıyor. Özellikle ordunun sol kanadı çöktüğü zaman, sadrazamın Padişah’ı kaçmaya teşvik ettiği bir anda Hoca Sâdeddin Efendi yine devreye girerek onu uyardı. Padişah’ın atının yularını tutarak, eğer Sultan savaş alanını terk ederse askerin moral olarak çökeceğini ve ordunun dağılacağını, o zaman da hezimetin kaçınılmaz olacağını söyledi.
Onun bu tavrını doğru bulan Sultan savaş alanını terk etmemiş ve çadırının etrafına kadar gelen ve yağmaya başlayan düşman askerleriyle çarpışmıştı. Sultan’ın hizmetinde bulunan görevlilerin de cansiperâne mücadelesini gören yeniçeriler aşka gelmiş ve muazzam bir cesaret dalgası yeniden orduya yayılmaya başlamıştı.
Hoca Sâdeddin’in telkininden sonra tüm Osmanlı ordusu hareketlenmiş ve savaş adeta yeniden başlamıştı. Mesela Cağaloğlu Sinan Paşa, elinde kalan dört bin kadar kahraman askerle kaçan düşmanı kovalamaya başlamış ve önüne çıkanları kılıçtan geçirmişti. İki ordu arasında akşama kadar cereyan eden bu ölüm kalım savaşında hava kararmaya başladığı sırada, Haçova sahasında elli binden fazla düşman ölüsü olduğu tahmin ediliyordu. Dağılan ve kaçan düşman askerlerinden sonra savaş alanı kontrol edildiğinde düşmanın ancak onda birinin hayatını kurtardığı anlaşıldı. Düşman ordusu kaçarken geride on bin duka altın, doksan kadar top ve birçok savaş araç gereci bırakmış ve bunlar da Osmanlı askerinin eline geçmişti.
Zaferin ardından
Üçüncü Mehmed’in kazandığı bu zafer, Kanunî Sultan Süleyman’dan sonra önemli bir zafer kazanamayan Osmanlı askerine yeni bir heyecan vermiş ve ordunun moralinin uzun süre yüksek kalmasına imkân sağlamıştı. Bu savaşın Osmanlı’ya en büyük katkısı hiç kuşkusuz askerî ve mülkî olarak kaybetmeye başladığı disiplini ve itibarını tekrar elde etmesi olmuştu. Bunun yanında Batılı devletler de Osmanlı’yı Avrupa’dan atma sevdasını uzun bir süre daha gündemlerine taşıyamadılar.
Fakat bugün olduğumuz yere bakınca, bu zaferin tekrarlanan zaferlerle günümüze ulaşmadığını biliyoruz. Osmanlı ordusu, Haçova’da müthiş bir zafer kazanmıştı ama Yeniçeriler artık o eski savaşçı Yeniçeriler değildi. Temel vasıflarından kopmuş, kuruluş ilkelerine bağlı damarları zedelenmiş ve güçsüzleşmişti.
Diğer taraftan ordumuzda bulunan silahlar da çağın gerisindeydi. Padişahı sefere ikna eden Koca Sinan Paşa ve Hoca Sâdeddin Efendi gibi ileriyi gören, feraset sahibi devlet adamları da azalıyordu. Osmanlı, bu savaşla birlikte bir savaşı kazanmak için harp meydanında en elzem olan şeyin dirayetli, maharetli ve vatansever askerler ve komutanlar olduğu gerçeğini yeniden hatırlamıştı.
Bu savaş ve ardından gelen zafer göz kamaştırıcıydı. Fakat eskinin ihtişamlı günlerini geri getirmedi. Hakikat başka yönde cereyan etti.
Bugün kazanılan bir zafer yarına mağlubiyet taşıyabilir. Çünkü insanların ideallerine, ahlâkî ilkelerine ve manevi değerlerine bağlılıklarının azaldığı ortamlarda kazanılan zaferler pansuman etkisi yapabilir fakat yarınları kurmaya ve kurtarmaya yetmez. Kalıcı fayda zaferde değil, insanların değerlerine bağlılıklarındadır. Bu bağlılık ise mağlubiyetleri bile zafere çevirir.