Bir Mağlubiyetin Düşündürdükleri
Tarihin hafıza sandığını açtığımız zaman göreceğimiz ilk şey, parlak zaferler ile acı mağlubiyetler olacaktır. Zaferlerin gölgesinde gün be gün büyüyen ihtişamlı günleri okuduğumuz zaman haklı bir gurura kapılacağız belki. Karşımıza çıkan mağlubiyetler ise keyfimizi kaçıracak, tarih sayfalarını hızla çevirip parlak zafer sayfalarını okumaya koyulacağız.
Her zaman karşı olduğum zaferler ve mağlubiyetler üzerine kurulu bir tarih okuması, insanı tarih bilincine ulaştırmıyor. Ya romantik bir geçmiş anlayışına götürüp bağlıyor ya da unutmak istediğimiz kötü hatıralarla dolu bir tarih hafızasına neden oluyor. Oysa tarih bugünü anlamayı, geleceği kurmayı sağlayan ilimdir.
Perdenin önü arkası
Geçmişin şaşaalı günlerine romantik duygularla bağlanmak ya da acı mağlubiyetlerine hayıflanmak, kendi gerçeğimizi, bugünümüzü inşa eden hakikati ıskalamak demektir. Bu da yarınlara dair gerçekçi hedefler koymanın önündeki en büyük engeldir.
Tarihi sadece zaferler ve yenilgiler üzerinden okumak, aynı zamanda çok katmanlı bir gerçekliği tek bir yöne indirgemek demektir. Mesela İstanbul’un fethini ele alalım.
İstanbul’un fethi müthiş bir askerî zaferdir. Fakat fethi sağlayan muazzam iman üstünlüğü bu askerî başarının zeminidir ve belki sonuçtan daha önemlidir. Fetih ordusu bir iman ve fazilet ordusudur. Peygamberlerinin müjdesini gerçekleştirmek, övgüsüne mazhar olabilmek asıl gayeleridir. Asıl kıymetli olan şehir değil, tarihin gördüğü bütün komutanlar ve askerler arasında Peygamber s.a.v.’in övdüğü komutan ve asker olabilmektir. İşte Doğu Roma İmparatorluğu’nun ve Ortodoks Hıristiyanlığın başkenti, askerî taktik ve teknolojiden ziyade bu imana teslim olmuştur.
Kazandığımız zaferler, ancak o zafere giden nedenlerin irdelenmesiyle gerçek ruhunu bugünün nesillerine verecektir. Eğer fethin müyesser olmasına neden olan hakiki değerleri unutursak; meseleyi sadece bilek gücüne, silah üstünlüğüne, taktik zekâya indirgersek -ki bunları da asla görmezden gelemeyiz- o zaman yarın bu özellikleri bizden üstün olan başka ordular çıkacak ve bize karşı parlak galibiyetler alacaklardır.
Selçuklu’yu yıkan savaş
Bahsettiğimiz durum, Kösedağ Savaşı’nda yaşadığımız büyük hezimet için de geçerlidir. Moğol ordusuna karşı kaybettiğimiz bu savaşta ana etken asker sayımızın azlığı, taktik hatalarımız, silahlarımızın daha zayıf olması değildir. Bunlar sadece ikinci derecede etken olan unsurlardır.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol tâbiiyetine girmesiyle sonuçlanan 3 Temmuz 1243 Kösedağ Savaşı’nın kaybedilme sebebi evvela devlet mekanizmasındaki büyük arıza ile ilgilidir. Her şeyden önce babasının vefatıyla genç yaşta tahta çıkan Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in devlet adamlığı tecrübesi hayli eksiktir. Babası I. Alâeddin Keykubad Moğol tehlikesini görmüş, gücünü anlamış, bu tehlikeye karşı elindeki imkânları, askerî vaziyeti, saldırı ve manevra kabiliyetini iyi tahlil etmişti. Neticede mecbur kalmadıkça Moğollarla karşı karşıya gelmemeye özen göstermiş, bu arada ülke içinde adaleti ve huzuru tesis etmeye çalışmıştı. Bir devletin otoritesinin çok önemli bir göstergesi, insanların çarşıda pazarda emniyet içinde olması, ticaretin ve diğer insanî münasebetlerin adalete uygunluğunun sağlanmasıdır. Alâeddin Keykubad, iktidar keyfi süren, halkını unutan bir sultan değildi. Zamanını iyi okuyor, her görüşe uyup ülkesini olur olmaz risklere atmıyordu.
Genç sayılabilecek bir yaşta ansızın zehirlenerek vefat etmesi, hem ülkesinin hem de halkının kaderine derinden tesir etmişti. Bu arada tahta çıkan oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev, babasının sağlığında uyguladığı “mümkün olduğunca sulh” politikasını anlamaktan uzaktı. Gençliğinin de etkisiyle zevk ve eğlenceye kendisini kaptırması, ufkunu genişletecek meclislerden uzak durması neticesinde son derece yanlış bir kararla Moğolların karşısında ağır bir yenilgi almıştı.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasıyla sonuçlanan Kösedağ Savaşı’nda alınan bu yenilgiyi sadece bir kişinin bazı zaaflarına yorduğumuz düşünülmesin. Burada bahsettiğimiz alelade bir kişi değil, ülkesinin ve halkının geleceğini tayin eden kararların sahibi bir sultandır. Liyakatsiz fakat hırslı devlet adamlarının etrafını sardığını göremeyen, düşmanının gücünü, saldırı ve manevra kabiliyetini hesap edemeyen bir hükümdar halkına ve ülkesine ancak yıkım getirebilirdi; o da bunu yaptı.
Liyakat sahiplerine ne oldu?
Bütün bu anlattıklarımızdan hareket ederek diyebiliriz ki Kösedağ Savaşı, birbirine denk sayılabilecek iki kuvvetin çarpışması neticesinde bir tarafın galip geldiği bir savaştan ibaret değildir. En azından bizim açımızdan böyle değildir. Çünkü biz savaşın cenk meydanına inmeden başladığını biliyoruz. Tarih ilmi gösteriyor ki biz bu savaşı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in eğlence düşkünlüğü kadar tecrübeli devlet adamlarını öldürtmesi nedeniyle de kaybettik. Liyakat ve dirayet ehli kişilerin yok edilmesi devletin temellerini sarstı.
Devletine yıllarca büyük hizmetlerde bulunmuş olan Kemâleddin Kâmyâr, Şemseddin Altunaba, Hüsâmeddin Kaymerî ve Tâceddin Pervâne gibi kıymetli devlet adamlarının birer birer ortadan kaldırılması ilerideki felaketin habercisiydi. Sultan, böyle âkil kişileri tasfiye edip bir de zaafları nedeniyle körleşince Sadeddin Köpek’in etki alanında hapis kaldı. Devlet otorite boşluğuna düştü. Bunun bir sonucu olarak önce Babaî isyanıyla karşılaştı. Zor da olsa bu isyanın bastırılması devleti yıprattı, sorunlar iyiden iyiye açığa çıktı.
İleriyi göremeyen yöneticiler, basiretsiz komutanlar ve ülke gerçeğinden haberi olmayan Sultan, Babaî isyanı bastırılınca devletin ömrünün uzayacağını düşündüler. Ancak Moğollar pusuda bekliyordu. Zora düşen devletin açıklarını gördüler. İşte sonu hazırlayan Kösedağ Savaşı, tam da bu aşamada başladı.
İş işten geçince tedbir sonucu değiştirir mi? Sadeddin Köpek’in devlet üzerindeki planlarını geç de olsa fark eden II. Gıyaseddin Keyhüsrev, onu öldürterek devleti tahakkümünden kurtardı. Hemen ardından, bir köşeye çekilmiş olan Mühezzebüddin Ali, Şemseddin Muhammed el-İsfahânî, Veliyyüddin Tercüman, tarihçi İbn Bîbî’nin babası Mecdüddin Muhammed ve Celâleddin Karatay gibi liyakat ve dirayet sahibi kişileri göreve getirdi. Fakat yine bir hata yaparak Hârizmlileri devlet idaresine aldı. Onların da kısa zamanda soygun ve yağmaya başlamaları devleti zor durumda bıraktı.
İlkeler göz ardı edildiğinde
Bütün bu gelişmelerin yanında Babaî isyanı neticesinde Erzurum kapılarına dayanan Moğol komutanı Baycu Noyan, şehri aldığı zaman kaçınılmaz son artık gelip çatmıştı. Sultan Gıyaseddin’in, Moğol istilasına karşı topladığı ordunun öncü birlikleri Kösedağ’da imha edilince başsız kalan Selçuklu ordusu dağıldı ve savaşmaksızın ağır bir hezimete uğradı. Ordu panikledi, Anadolu içlerine doğru şuursuzca kaçtı. Keyhüsrev’in annesi ve diğer aile fertleri Halep’e giderken Çukurova Ermeni Prensi Hetum tarafından yakalandı ve Moğollar’a teslim edildi.
Netice olarak, genç bir Sultan, savaş meydanına çıkmadan önce iyi bir askerde, ileri görüşlü bir devlet adamında, adaletli bir sultanda olması gereken hasletlere sahip olmayı düşünmek yerine; dalkavuklara, liyakatsiz insanlara güvenmeyi tercih etti. Belki de babasından kalan ordusuna, tahtının gücüne güvendi. Kendi topraklarında savaşacağı için coğrafi üstünlüğe ve stratejiye inanması gerekenden daha çok inandı. Ama unutulan bir şey vardı: İnsanlar ya da devletler, kendilerini var eden, yaşamalarına imkân sağlayan ana ilkeleri ihlal eder ya da unuturlarsa Hak Tealâ da onları unutur. Kazanamayacakları savaşlarla hem bu dünyada hem de öte dünyada zelil eder.
İşte bu yüzden, tarihteki en büyük galibiyetler kendi ilkelerine, varlık değerlerine bağlı kalan, sadakatini muhafaza eden insanlar tarafından kazanılıyor. Yine tarihteki en büyük hezimetler kendine yabancılaşan, ahlâkî değerleriyle arasını açanlar tarafından yaşanıyor. Şu halde zaferlerimizin ve hezimetlerimizin, dönemin idarecilerinin hangi ilkelere sahip çıkarak ya da terk ederek gerçekleştiğine bakmak mecburiyetindeyiz.
Belki de buradaki temel ilkemiz, bizlerin müslümanlar olarak, yeryüzünde Allah’a secde etmeyen insan kalmayana dek mücadele etmek olduğunu tekrar hatırlamak ve “zaferle değil, seferle yükümlü” olduğumuz gerçeğinin şuuruna ermek olacaktır. Çünkü zafer de mağlubiyet de O’nun takdiridir.