Görüş Bildir

Sultan Alparslan ve Malazgirt

Malazgirt Savaşı’nda, cenk meydanına çıkan sadece iki ordu değil, aynı zamanda iki komutan, iki insan ve iki devlet yöneticisiydi. Bu savaşta galip gelen Sultan Alparslan, bütün hayatı boyunca iyi bir müslüman olarak dininin ilkelerinden taviz vermemiş ve ahlâkını sünnet-i seniyye üzerine kurmuştu. Bunun yanında iyi bir devlet adamı ve iyi bir askerdi. Bu bakımdan, o daha savaş meydanına gelmeden savaşı kazanmıştı.

Takvim yaprakları 26 Ağustos 1071’i gösteriyordu. Malazgirt ovasında insanın tenini kavuran bir sıcak vardı. Bizans İmparatoru Romanos Diogenes (Diyojen okunur), ordusunu Malazgirt Kalesi’nin dışında bulunan Zahva düzlüğüne konuşlandırmıştı. Havanın sıcaklığı, bölgenin yabancılığı onun için sorun değildi. Emrindeki 200 binden fazla askerle birkaç saat içinde müthiş bir zafer kazanarak tarihe geçeceğine inanıyordu. Şimdiden gözlerini kapatınca kendisi için yapılacak kutlamaları görüyor, yoluna serilen kırmızı halılarda yürüyordu. Zafer için küçük bir adım atacaktı, hepsi o kadar! Bir an önce savaşın başlamasını, mutlak gördüğü zaferi istiyordu. Her şey çok kolay olacaktı. Savaşa, eski Roma taktik kitaplarının tarif ettiği yedi savaş düzeninin birincisi olan dikdörtgen sistemde girecekti.

Kibir ve tedbir

Aslında Diogenes’in tercih ettiği bu savaş düzeni, daha Roma çağında bile fazla büyük sahayı kaplamasıyla kolayca yarılma tehlikesi barındırması yüzünden tecrübeli askerlerce pek tercih edilmiyordu. İmparator ayrıca, yine eski Roma taktik kitaplarında rastlanan başka bir savaş taktiğine uygun olarak ordugâhın etrafının bir hendekle çevrilmesini istedi. Siper vazifesi gören bu hendekler duruma göre beş ilâ on yedi ayak genişliğinde olabiliyor, derinliği de üç buçuk ayak kazılıyordu. Çıkan topraklar ise ordugâhın tarafına yığılıyor, kazık ve kalaslarla bir çit örülerek tekrar hendeklere akması önleniyordu. Ne var ki bu hazırlık Roma ordusunda genellikle tek gecelik konaklamalarda alınan bir güvenlik tedbiriydi ve Romanos’un, Malazgirt Kalesi dururken bu toprak siperli istihkâmı neden tercih ettiği anlaşılır gibi değildi.

Sultan Alparslan ise ordusunu dört kısma ayırdı ve her birini savaş alanının farklı mevzilerinde pusuya yatırdı. Ardından da komutanlarını toplayarak uygulanacak savaş hakkında son bir kez daha konuştu. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüş olsa da, savaş planının üzerinden son bir kez daha geçmek ve tecrübeli komutanlarının onayını almak istiyordu. Bütün bu hazırlıklar bitene kadar vakit öğlen olmuş, Cuma vakti girmişti. Sultan Alparslan “Ölürsem kefenim olsun!” diyerek beyaz bir elbise giydi, güzel kokular süründü. Askerleriyle birlikte huşu ve gözyaşları içinde Cuma namazını eda etti, dua ve niyazda bulundu. Askerleri de aynı şekilde Sultan’a eşlik ederek dua ediyor, hep birlikte âmin diyorlardı. Malazgirt Ovası, zaferin Allah’ın takdirinde olduğuna inanan bu mümin ordusunun dua ve âminleriyle sarsılıyordu.

Komutan böyle olunca

Ağustos ayının son günlerinde Malazgirt Ovası’nda Selçuklu askerleri sayıca kendilerinden neredeyse beş kat üstün olan Bizans askerlerine karşı kılıçla, gürzle saldırıya geçmişti. Alperenler küffara korkusuzca taarruz edip ardından yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Tozun toprağa karıştığı, ölüm çığlıklarının kulakları sağır ettiği bu hengâmede Sultan Alparslan, “Turan taktiği” denilen yanıltıcı geri çekilme ile düşmana sahte bir erken zafer hissi veriyordu. Nihayet düşmanın istenilen pozisyona gelmesiyle bir anda dört koldan hücuma geçen Selçuklu ordusu, Malazgirt Ovası’nı düşmana mezar ediyordu.

Bu esnada Sultan Alparslan’ın yiğitlerinden Aytegin, gördüğü manzara karşısında neredeyse savaşmayı bırakacaktı. Sultan, meydanın ortasında at sürüp kılıç vuruyor, büyük bir ustalıkla mızrak ve gürz savuruyordu. Bu yiğidi gören Bizanslılar’ın ağzı açık kalmıştı. Etrafını saran Bizans askerlerinin çokluğuna aldırmayan kahraman Sultan, adeta hiçbirini elinden kaçırmak istemiyormuşçasına düşmanın üzerine hamle yapıyordu. Onun bu halini yakından gören Aytegin ve diğer askerler de hayatlarını hiçe sayarak yiğit sultanlarını takip ediyordu.

Meydanda askeri şevklendirmek için çalan davul ve kös sesleri kılıç şakırtıları arasında kayboluyordu. Gerildiği zaman hilal şeklini alan yaylar düşmanın üzerine ölüm yağdırıyordu. İşte tam bu sırada zırhlı bir Bizans süvarisi ileri atıldı ve askerlerinin en önünde savaşan Alparslan’a bir gürz darbesi vurdu. Neyse ki cengâver komutan bu ani saldırı karşısında çevik davrandı ve kalkanı ile gürz darbesini bertaraf etti. Ardından, düşman askerinin beklemediği bir çeviklikle at üzerinde kıvrak bir manevra ile gürzüyle karşı hamleye geçti. Bizans süvarisi, hiç beklemediği kadar şiddetli bu gürz darbesinin şaşkınlığını atamadan ikinci bir darbeyle atından düştü. Yerden kalkmaya çalışırken de başka bir Selçuklu atlısının hedefi oldu.

Akşama doğru koca Bizans ordusu kaçıp canını kurtarmaya çalışıyor, büyük bir çoğunluğu ise yere serilmiş, cansız yatıyordu. Zafer, sayıca kat kat üstün olan Bizans’ın değil, müminler ordusunun olmuştu.

Zaferden önce zaferden sonra

Meydan savaşlarını kazanmak dünya tarihinde en zor elde edilen başarılar arasındadır, dersek abartmış olmayız. Çünkü koca orduların sevk ve idaresi, hava ve zemin şartları, düşmanın gücü, taktiği ve buna bağlı olarak sizin geliştireceğiniz karşı strateji gibi çoklu denklemleri çözmek, bir komutan için azımsanmayacak bir iştir. Bu kadar zorluğun üstesinden gelen, dehşetli bir can pazarından salimen çıkan insanın zaferin ardından kendisini muhafaza edebilmesi, güç zehirlenmesine kapılmaması, zaferi kazanmaktan daha kolay olmasa gerek.

Kazandığımız görkemli zaferlerden sonra biz halen “biz” isek, “olduğumuz gibi” kalabildiysek esas başarı budur! Zafere götüren asıl unsurun zekâ olmadığı; iman ve adanmışlığın, bunun tezahürü olan ahlâkın temel mesele olduğu unutulmamalı. Yoksa insanı “başka biri” haline dönüştüren zaferlerin peşinden büyük mağlubiyetlerin gelmesi kaçınılmazdır. Tarih her iki durumun da örnekleriyle doludur.

Tarihte zaferlerini okuduğumuz devlet adamları, büyük komutanlar her zafer sonrasında ilkelerine bağlı kaldıkları ölçüde başarıyı daimî kılabilirler. Kaldı ki esas mesele zafer değil, seferdir. Seferi bizim ölçülerimize göre “sefer” yapan da dinin ruhuna ve hükümlerine sadakattir. Bu sadakat var oldukça geçici mağlubiyetler ancak kalıcı zaferlerin habercisi olabilir. Bütün bir Siyer-i Nebî ve Ashab-ı Kiram’ın yaşadıkları bu hakikatin şahididir.

Bu cümleleri kumamızın sebebi, Malazgirt Savaşı’nda ihtişamlı bir zafer kazanan Sultan Alparslan’ın kişiliği ve karakteri. O hem zaferden önce hem de sonra yaşantısı, ahlâkı, tavır ve davranışlarıyla örnek bir insan, örnek bir mümin, örnek bir yönetici ve komutandı. Belki de maharetlerinden ziyade değerlerine bağlılığı ona Anadolu’nun kapılarını açmış, tarihin büyük şahsiyetleri arasına adını yazdırmıştır. Kendisinden Anadolu’yu topyekûn İslâm’a açmayı deneyen onlarca hükümdara nasip olmayan fetih neden ona nasip oldu? Neden dost düşman herkes onun ismi ve hatırası önünde saygıyla eğildi? Bu soruların cevabı hiç şüphesiz onun sadece başarılarında değil, şahsiyetinde de saklıydı.

Alparslan kimdir?

Sultan Alparslan’ın ilk hocası ve rehberi, çocukluğunu yanında geçirdiği babası Çağrı Bey’dir. Çağrı Bey (v.1060) büyük bir komutan, devlet adamı ve fatihtir. Büyük Selçuklu devletinin kurucusudur. Alparslan çocuk yaşlarında savaş sanatında ustalaşmış, yine çocuk denecek yaşta komutan mevkiine yükselmiş, ordu sevk ve idaresine başlamıştı. Adeta gözünü harp meydanlarında açmış olması, harp sanatının üstatları arasında büyümesi, en büyük hocasının devrin en büyük komutanı babası Çağrı Bey olması, onu kısa zamanda büyük bir tecrübeye ulaştırmıştı.

Babası gibi asker tarafından çok sevilen Alparslan, ileri görüşlü olmasıyla da temayüz etmişti. Onun bu özelliği, Mısır seferinden geri dönüp Bizans ordusunun karşısına çıkması ile de kendini gösterir. Ayrıca mert ve açık yüreklidir. Bu yüzden dürüst insanlara karşı her zaman bağışlayıcı olmuştu. Malazgirt Savaşı’nda esir edilen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’e, savaşı kazanması halinde kendisine nasıl bir ceza uygulayacağını sorduğu zaman Diogenes “sana zulüm ve işkence edecektim” der. Buna rağmen Sultan Alparslan onu affetmiştir. Her zaman sözüne sâdık olan Sultan için tarihî kaynaklar, yaptığı antlaşmaları asla bozmadığını ve bu yönüyle tanındığını kaydeder.

Sultan Alparslan, merhameti kadar adaletli ve insaflı olmasıyla da bilinirdi. Halktan sadece asıl vergiyi alır, alırken de kolaylık olsun diye her yıl iki parçada toplanmasını isterdi. Mısır seferi sırasında Diyarbekir’e geldiği zaman kendisini karşılamaya gelen bölge hâkiminin getirdiği 100 bin dinarın ve beraberindeki hediyelerin halktan zorla tahsil edildiğini öğrenince, bunları kabul etmedi ve hepsinin hak sahiplerine iade edilmesini emretti.

Emrinde bulunan askerlerin halkın malına el uzatmaması hususunda çok hassastı. Bir keresinde muhafızlarından birinin bir köylü kadından bir etek gasp ettiğini öğrenince yakalatıp derhal idam ettirmişti. Merhameti ve fakirlere karşı şefkati, takva sahibi bir müminde olması gereken seviyede idi. Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin devamı için çok dua ettiği bilinirdi. Çok sadaka verirdi. Ramazan ayında 15 bin dinar (altın para) sadaka dağıtırdı. Bu konuda o kadar hassastı ki, ülkesinin her tarafındaki fukaranın adını kaydettirmiş, onlara yardım için maaş ve tahsisat ayırmıştı.

Bizim mağlubiyetlerimizin en önemli nedenlerinden biri emanetin ehline verilmemesi, söze sâdık olunmaması ve tecrübeli devlet adamlarının uyarılarından istifade edilmemesi olmuştur. Sultan Alparslan ise bu konularda örnek bir liderdi. Ehliyetli insanları göreve getirmeye gayret ederdi. Etrafında yer alan tecrübeli devlet adamlarının ihtarlarını dinler, hem kendilerine hem de fikirlerine değer verirdi. Nizâmiye Medreseleri’nin kurucusu Nizâmülmülk, onun en çok dinlediği ve görüşlerini önemsediği devlet adamlarının başında geliyordu.

Malazgirt Savaşı’nda ordunun en önünde gördüğümüz Sultan, Cuma namazını kılmış, ağlayarak Allah’tan yardım dilemişti. Onun ellerini açarak Rabbi’ne yakarışı, yardım dileyişi samimi dindarlığını, hükümdar olmasına rağmen Allah katında âciz ve yardıma muhtaç bir kul olduğunu kabullendiğini gösteriyordu. Savaş alanına gelmeden önce ulaşabildiği İslâm beldelerindeki müminlerden de dua istemişti.

Diğer taraftan bütün büyük devlet adamlarında dörüleceği üzere Sultan Alparslan son derece tedbirli biriydi. Kendisine ulaştırılan her habere peşinen inanarak hüküm ve karar vermekte acele etmezdi. Bir keresinde jurnalcilerden biri Vezir Nizâmülmülk aleyhinde bir yazı yazmış ve Sultan’ın namaz kıldığı yere bırakmıştı. Mektupta Vezir’in malları, aldığı vergiler yazıyordu. Sultan mektubu okuduktan sonra Nizâmülmülk’e verdi ve ona şu tarihî uyarıda bulundu:

“Eğer burada yazılanlar doğru ise ahlâkını güzelleştir, durumunu düzelt. Yok, eğer yalan söylüyorlarsa onların hatalarını bağışla ve onları öyle mühim işlerle meşgul et ki insanları aldatmaya vakit bulamasınlar.”

Kısacası Selçuklu Sultanı Alparslan, usta bir silahşör, iyi bir devlet adamı, becerikli bir yönetici, emaneti ehline veren bir devlet adamı, kulluk sorumluluklarını bilen ve yerine getiren güzel bir mümindi. Ayrıca askerleri tarafından çok sevilen bir komutan olması, başarılı bir hatip, cesur ve mert karakterli oluşu da daha çocukluğunda kazandığı özelliklerdendi. Sahip olduğu ahlâkî meziyetler onu, devlet idaresini ele aldığı dönemde maceraya girmeyen, tebasına ağır vergilerle zulmetmeyen, zevk ve sefaya dalıp devletin işlerini aksatmayan bir lidere dönüştürdü.

Sultan Alparsalan’ın şahsiyetinde özellikle dikkat çekici bir husus var ki, belki diğerlerinden daha önemlidir. O da zaferlerin ardından güç zehirlenmesine kapılmadan ve istikametini bozmadan yürümeyi başarabilmesidir. Ecdadımızın dediği gibi; “En büyük keramet istikamet sahibi olmaktır.”



Semerkand Dergi Logo