Bilgisiz Bilgi Çağı
Geçenlerde sosyal medyada bir video gördüm. Dindar olduğunu bildiğim bir “entel” kardeşimiz, sanki bir Hak dostunu anlatır gibi kâfir, Batılı bir filozofu anlatıyordu. Hayranlıkla, aşırı bir saygıyla... Çünkü şık olan, prestij ve ün kazandıran, alkışlanan tavır bu! Maalesef böyle müslümanlar için imanları bir yana; işleri, düşünceleri, bilgileri bir yana...
Biraz tahsil, biraz para, biraz makam, biraz itibar gören kimi dindarlar “okun yaydan çıktığı gibi” dinden çıkıyorlar. Eskiden Batıcıların zulmüne maruz kalanlar, bugün Batı’yı her şeyin hatta dinin bile ölçütü yapıyor. Kur’an-ı Kerim’deki kıssaları Batılıların penceresinden bakarak, hâşâ, “masal” sayanlardan tutun, hadis-i şerifleri Batılı oryantalistlerin kitaplarına bakarak reddedenlere kadar...
Oysa bizim hakkı ve hak ehlini bırakıp bâtılı ve bâtıl ehlini dost edindiğimizde ne olacağını Rabbimiz bize söylemiyor mu? “Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. İzzet ve şerefi onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve şeref Allah’ındır.” (Nisâ 139)
Son elli yıla kadar müslümanların Batı’ya olan bakışı romantikti. “Adamlar çalışıyorlar, ilim onlarda, ahlâk onlarda” gibi içi boş laflarla her konuda Batı’ya güzelleme yapıyorlardı. Bunların çoğu Batı’yı bilmeden yapılan safça tesbitlerdi.
Son elli yılda işin rengi değişti. Taşradan büyük şehirlere gelen dindar ailelerin çocukları okudu, üniversite tahsili yaptı. Bir kısım erkekleri rasyonalist, bir kısım kızları feminist oldu. Hepsi canla başla Batı’yı, Batılıyı ve bâtılı övmeyi neredeyse görev haline getirdi. Kısaca, Batı’ya karşı aşağılık kompleksi Batıcılardan dindarlara geçti.
Bâtılın diliyle
Bu kompleksle birlikte tevhid dilini de kaybediyoruz. Dili kaybetmek dini kaybetmenin ilk aşamasıdır. Tevhid kavramları farklıdır, onları öğrenelim, onların anlamlarına erelim, yaşayalım, yaşatalım. Mesela “etik” değil “ahlâk”, “estetik” değil “bediiyyât”, “bağış” değil “sadaka”, “güvenlik” değil “emniyet”, “empati” değil “hâlleşme” denmeli.
Çünkü çok iyi biliyoruz ki Batı’yı ve bâtılı meşrulaştırmanın ilk adımı Batı’nın ve bâtılın kavramlarını geçerli ve değerli görmektir. Çünkü her kavram bir anlamı taşır. Kavramı kaybeden anlamı kaybeder.
Batı’ya karşı asıl mağlubiyetimiz savaş meydanlarında olmadı; bâtılın kavramlarını, dolayısıyla anlamlarını, düşüncesini ve ahlâkını benimsemekle oldu. Kıyafetten tutun bugün dindarlık iddia edenlerin pek çoğunda görülen her türlü sapmaya kadar... Kısacası Batı ve bâtıl size ne yaparsa yapsın, onun kullandığı kavramları reddediyorsanız, onun dinini reddediyorsunuz demektir. Bu ise gerçek direniştir.
Batı’nın her on yılda bir uydurduğu parlak klişeleri en çok “dindar” görünenler sahiplendi. Tâ Osmanlı’nın son döneminde “medeniyet, terakki, ilim, fen” gibi kavramlarla bu işe başladık. “İlerleme, kalkınma, demokrasi, eşitlik, hak ve özgürlükler” gibi diğer kavramlarla devam ediyoruz. Mesela 2000’li yıllarda “zeitgeist”ın tercümesi olan “zamanın ruhu” kavramını bizde Batıcı tiplerden daha fazla “muhafazakâr” tipler dillerine doladılar.
Benzeri bir sapma, 1990’lardan sonra moda olan “bilgi toplumu, bilgi teknolojileri, bilgi çağı” kavramlarında görülüyor. Sanki insanlık daha evvel hiçbir şey bilmiyormuş gibi “bilgi teknolojileri” denen araçlar sayesinde birden allâme kesilecekmiş gibi bir hava oluştu. Biz de her şeyde olduğu gibi bunun da cılkını çıkardık. Her konuşmada, tezde, makalede, gazete yazısında, derste “bilgi çağı” tabirini görmek artık sıradan bir şey. Bu kavramda da maalesef tercüme yanlışımız var. Bizim “bilgi çağı” diye tercüme ettiğimiz “information age” kavramı “bilgi çağı” değil “malumat çağı” demek.
Farkı ne? Bilgi, belirli bir düşünme ve araştırma sonucu elde edilmiş sağlam veridir. Oysa malumat, üzerinde emek sarfedilmeden bize ulaşan, sıhhati belli olmayan veridir. Bilgi derindir, malumat yüzeyseldir. Bilgi düşüncenin gıdasıdır. Malumat bilginin gıdasıdır.
Demek ki “bilgi toplumu” başka bir şey, “malumat toplumu” bambaşka bir şey. Kendi kelimelerimizi, aynen kendi şehirlerimiz, kendi ilimlerimiz, kendi büyüklerimiz gibi yıktık; bu arada “malumat” kelimesini de buruşturup çöpe attık.
İnternetin 1990’lardan itibaren yaygınlık kazanmasıyla Batı’dan başlayarak büyük bir malumat tufanı dünyayı kapladı. İnsanlar birbirini görmeden, tanımadan, yerlerinden kalkmadan büyük hacimlerde malumata ulaşmaya başladı. Önceleri internet ile sınırlı olan bu elektronik akış, sosyal medyanın ve akıllı telefonların ortaya çıkmasıyla devasa bir boyuta ulaştı. Bugün dünyanın her yerinde milyarlarca insan yüzyüze gelmeden, hatta gerçek isimlerini bile bilmeden birbiriyle iletişim kuruyor.
Bunu “bak, insanlık ne güzel birbiriyle kaynaşıyor” diye yorumlayanlar var. Ama durum hiç de öyle değil. ABD’nin istihbarat ortamında geliştirdiği internetin ve malumat teknolojilerinin yaygınlaştırılmasının sebebini 1992 yılında bir Amerikan senatör şöyle aktarıyordu: “İnternet sayesinde artık büyük masraflar yapmadan dünyadan istihbarat toplamak mümkün hale gelecek. İnsanların peşine casus takmaya, telefonlarını gizlice dinlemeye gerek kalmayacak. İnsanların kendileri gönüllü olarak bize malumat aktaracaklar.”
Hırsızlık teknolojisi
Son beş yıl içinde ortaya çıkan skandallar, elimizdeki cep telefonunun, bilgisayarın, tabletin hatta televizyonun Batılı istihbarat örgütlerine sürekli malumat aktardığını bize gösterdi. İnternet programları, bilgisayar işletim sistemleri, yol navigasyon programları, sosyal medya programları hatta online oyunlar bile meğerse hep bir “arka kapı” için tasarlanmış. Bunlar sizin haberiniz olmadan telefonunuzda veya cep telefonunuzda yaptığınız her şeyi anında bir istihbarat örgütüne bildiriyor. Bu işin çok ciddi boyutlarda olduğunu Wikileaks, Edward Snowden, Cambridge Analytica ve Facebook skandallarıyla anladık. Her yeni bilim ve teknoloji alanında olduğu gibi malumat teknolojilerinde de Batı’nın üçkâğıt açtığını gördük. İnsanlık tarihinde ilk defa Batılılar, Ruslar ve Çinliler her insanın mahremine kadar girebilme imkânını elde etti.
Bu hususta tek suçlu Batı değil elbette. Güney Koreli, Tayvanlı, Çinli, Rus teknoloji ürünleri de bizi özgürleştiren, birbirimizle kaynaştıran, demokratik bir alan açan değil; aksine bizi üten, aldatan, mahremiyetimizi an be an kaydeden, her bir insanın nerede olduğunu takip eden devlet mekanizmalarının ürünüymüş. Kendi paramızla kendimizi esir etmişiz, haberimiz yok! Ama bizde hâlâ modern bilim ve teknolojinin “mübarek” ve “harika” bir şey olduğunu sananlar, bu gözlerine sokulan gerçeği önemsiz bir sorun olarak algılamaya devam ediyor.
Şimdi neden birçok programın, oyunun bedava olduğunu sanırım anlamışsınızdır. Size teknolojilerini hiçbir ücret almadan sunanlar, meğer sizi soymak için evinize, mahreminize giriyormuş. Zaten küfür asla size bir şeyi bedava vermez. Veriyorsa mutlaka onun bin katını geri alıyordur. Neden? Çünkü küfür ne pahasına olursa olsun, almak üzerinedir. Neden? Çünkü ancak “Allah’a ve ahiret gününe inananlar” karşılıksız verirler. Kâfir asla cömert olmaz. Onların verdikleri de aldıkları da nefs üzerinedir. Hak üzerine, hayır üzerine değildir. Çünkü kâfir hak ve hayır bilmez. O yüzden kâfirdir zaten. Hesabında, kitabında, felsefesinde, siyasetinde, ticaretinde, biliminde, teknolojisinde, sanatında hep nefsanî hesaba göre davranır. Menfaati için ayıp, yanlış, yasak, adalet tanımaz. Her şeyi nefsinin kılıfına uydurur. Çünkü tek ölçüsü nefsidir. Taptığı da nefsidir. Şu kadarcık da olsa iman-küfür farkını göremiyor muyuz?
Bilim ve medya gerçeği
Yani “bilgi çağı” dediklerinin de bilgi ile, ilim bilim ile bir ilgisi yok. Onu da yeni bir sömürme aracı olarak kullanıyorlar. Batı’nın her işteki temel yöntemi şudur: Hırsızlığa, manipülasyona, aldatmaya ve ahlâksızlığa herkesin benimseyeceği güzel isimler takar. ABD’nin Irak’ı işgal operasyonunun adı neydi, hatırlayalım: “Irak’ı Kurtarma Operasyonu.” Bu ikiyüzlülüğün farkında olmayanlar hemen o kavramları benimser, çığırtkanlığını yapmaya başlarlar. Bizdeki Batıcıların ve muhafazakârların yaptığı gibi...
Yani Batı’nın gerçek gücü parası pulu, teknolojisi, silahı, ordusu değildir. Batı’nın asıl gücü söylem gücüdür. Yalanı gerçek gibi sunabilmesidir. O halde Batı yeni bir kavram ortaya atmışsa onun bir aldatma olması ihtimali çok yüksektir. Hatta o kavramın zıddını düşünürseniz ardındaki şer hesabı hemen kavrarsınız. Batı bir kavramı yaygınlaştırıyorsa, o kavram üzerinden insanları sömürecek bir siyasî-ticarî yöntemi veya ürünü de yaygınlaştıracak demektir. Mesela “malumat çağı” diyorsa bizi malumat üzerinden soyacak demektir. Yani o “malumat” derken, bizim elde ettiğimiz malumatı değil, ona verdiğimiz malumatı kasteder. Yine mesela “çevrecilik” diyorsa, çevre kavramını kullanarak başınıza çorap örecek demektir.
Batı iki asırdan beri insanları sürekli yeni kavramlar ardında sömürmek için yeni yöntemler geliştiriyor. Bu hedefe yönelik olarak iki araç kullanıyor: Bilim ve medya. Aslında her ikisi de aynı kaynağa bağlıdır. İkisi de aynı güç alanıdır. İkisi de Batı’nın asıl operasyon alanıdır. Bu iki araç üzerinden aldatma yapılabilmesi için onları herkese “masum,” “doğal” ve “yüce” olarak benimsetir. Eğitim sistemi, medya, uzmanlar sürekli bu iki kutsalı övüp dururlar. Bir yalana diğerini ekleyerek bu düzeni işletirler.
Medya ve bilim konusunda da bir yalan zinciri vardır. Mesela medya kutsal olarak sunulur. Niye? Çünkü güya medya demokrasinin dördüncü gücüdür. Aynı şey bilim için de geçerlidir. O da medya gibi yüce bir gerçek, kutsal bir din gibi kabul edilir. Kimse onun aleyhine konuşamaz. Oysa araştırmaları, teknolojileri, üniversiteleri finanse eden para lobileridir. Bu para lobileri bilimi sadece yeni sömürü yöntemlerini ve ürünlerini üretsin diye finanse eder. Partileri yöneten güç ile bilimi ve medyayı yöneten güç aynıdır. İkisi de aynı finans çevrelerine bağlıdır. İngilizce’de bir atasözü vardır: “Money talks” yani “söz paranındır.”
O halde “bilgi çağı” diye nakarat tutturmadan önce kendimize şunu soralım: Uzaya giden insan kendine gelemiyorsa ne kıymeti var? Dünyanın öte yanındaki olaylardan haberdar olan insanın kendinden haberi yoksa neye yarar? Takma isimlerin arkasına gizlenen insanlarla tartışan insan kendisiyle yüzleşemiyorsa ne önemi var? Bir tık ile binlerce sayfalık bilgiye ulaşan insan Yaradanı’nı bilmiyorsa ne değeri var?