Güldeste
Acı Ama Şifalı
Bela ve musibetler karşısında sabır göstermek insanı Rabbi’ne yaklaştırır. Çünkü sabır sürekli bir mücahede ve kararlılık halidir. Karşılaşılan zorluk ve sıkıntılara, şeytanın vesveselerine, nefsin ayartmalarına karşı Kur’an ve Sünnet ölçülerini korumak için gösterilen gayrettir. İmam Rabbanî k.s. hazretleri, ilahî hükme boyun eğerek her durumda sabır halini korumanın gerekliliğini şöyle ifade eder:
“Olur ki bir şeyden hoşlanmazsınız ama o sizin için bir hayırdır. Olur ki bir şeyi de seversiniz ama o sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 216)
Allah Tealâ’dan gelen belalara karşı sabredin ve O’nun takdirine razı olun. O’na itaatten ayrılmayın, isyana kalkışmayın. Bizler Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz. Şöyle buyrulur:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Allah, hatalarınızın) birçoğunu da affeder.” (Şûrâ 30)
Yüce Mevlâ’ya tevbe edin ve yaptıklarınıza mağfiret dileyin. O’ndan af ve afiyeti isteyin. Allah Tealâ affetmeyi sever. Elinizden geldiği kadar beladan uzak durun. Güç yetirilemeyen şeylerden uzak durmak peygamberlerin sünnetidir.
Allah katında makbul kul, Mevlâsı’nın işine razı olandır. Nefsinin arzusuna tâbi olan kimse de nefsinin kuludur. Şeriat hükmünce kulun parmağı bile kesilse bundan memnun olmalı ve yüzünden memnuniyet tebessümünü eksik etmemelidir. Bu haliyle Mevlâsı’nın işine rıza göstermesi gerekir. Hatta bundan haz duysa yeridir. Allah korusun, O’nun işini yanlış ya da kötü görecek olursa kulluk dairesinden uzaklaşır ve Mevlâsı’na yakınlıktan mahrum kalır.
Herkesin takdir edilmiş bir eceli vardır. Bunda ne fazlalık ne de eksiklik olur. O halde daralmanın, ıstırap duymanın ne manası var? Dualarımızda musibetlere karşı Allah Tealâ’dan afiyet dilemeli ve O’nun gazabından yine O’na sığınmalıyız. Zira Mevlâ’nın rızası kulun duasındadır. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin ki, size karşılık vereyim!” (Mü’min 60)
Acı ve sıkıntı muhabbetin gereklerindendir; dervişlik yolunun ayrılmaz bir parçasıdır.
Sevgili, bir seveninin olmasını ister ve sevenin kendisinden başka biriyle huzur ve sükûnet bulmasını istemez. Dolayısıyla sevdiğinin kendisi dışındakilerle bağlarını tamamen kesmesini diler. Burada tatmin ve huzur, tam olarak bulmamaktır. Lezzet ise muhabbet ve hasret ateşiyle yanmaktır. Karar kararsızlık, rahatlık da yaralı olmaktır.
Bilmelisin ki dünyadaki haz ve acı iki çeşittir: Cismanî ve ruhanî... Esasen bedene lezzet veren her şey ruh için elemdir; bedene elem veren her şeyde de ruh için lezzet vardır. Bu bakımdan ruh ile beden birbirine zıttır.
Diğer taraftan ruh, beden makamına inip onunla irtibat kurduğu bu dünyada beden hükmünü almıştır. Böylece bedenin haz duymasıyla haz duyar, acı duymasıyla da acı duyar hale gelmiştir. Bu mertebe adeta hayvanlar gibi olan sıradan insanların mertebesidir. Şu ayet-i kerime bunun hakkındadır:
“Sonra onu (insanı) aşağıların aşağısına indirdik.” (Tîn 5)
Eğer ruh bu durumdan kurtulamaz ve asıl vatanına dönemezse yazık ona!
Ruh, safralı kimse gibi hastalığı sebebiyle çektiği elemi lezzet, lezzeti de elem zannediyor. Safralı kimse de tatlı şeyleri acı hisseder. Bu durumun düzeltilmesi için akıllı kimsenin tefekkür etmesi gerekir. Ki böylece cismanî elem ve musibetlerden lezzet alsın.
İyi düşünüldüğünde anlaşılacaktır; eğer dünyada elem, musibet ve hastalık bulunmasaydı, onun arpa tanesi kadar kıymeti olmazdı. Çünkü bir takım musibet ve belalar sayesinde dünyanın karanlığı bir nebze olsun kalkar. Belaların acılığı, tıpkı hastalığa iyi gelen acı ilaçların acılığı gibidir.
Boş İşlerin Utancı
Mevlâna Halid-i Bağdâdî k.s. hazretleri, sâlikin gereksiz işlerle meşgul olarak zikirden mahrum kalmaması ve mürşidine bağlılık göstermesi konusunda şunları söyler:
Mürid, mürşidinin sevdiği kimseleri sever, sevmediklerini de sevmez. Bid’at ve gaflet ehli ve inkârcılık yapan kimselerden özellikle uzak durur. Çünkü “inkârcılardan aslandan kaçar gibi kaç” denilmiştir.
Aynaya ışığın yansıdığı gibi inkârcıların kalplerinin katılığı da müridin kalbine yansır. Suyun ateşi söndürdüğü gibi müridin kalbinin nurunu söndürür, huzurunu kaçırır. Ayrıca gaflete, kabalığa ve kalbin zikirde tembelleşip yavaşlamasına sebep olur. Bazen de kalbi zikretmekten tamamen alıkoyar.
Mürid, aşırı öfke ve kahkahadan da kendisini muhafaza eder. Çünkü bu ikisi nisbet/yakınlık nurunu söndürür ve kalbi öldürür. Bu sebeple öfkesini kabartan ve aşırı gülünen mekânlardan kaçıp kendisine başka bir yer bulur. Allah Tealâ’nın yasaklarından sakındığı gibi mâlâyânî işlerden de sakınır. Allah Rasulü s.a.v. bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Mâlâyânî (boş ve faydasız şeyleri) terk etmesi, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir.” (İbn Mâce, Fiten 12)
Yine mürid, bu faydasız şeylerin hepsinin kıyamet günü Rabbinin huzuruna arz edileceğini bilir, utanır. Çünkü ömür sermayesi çok değerli ve azizdir. Müridin vakti son derece kıymetli bir hazinedir; bu sürede Allah Tealâ’nın ona bahşettiği fırsatlar ise birer ganimettir.
Mürid, “her şeyin mâliki olan Cenab-ı Hak bir daha fırsat vermeyebilir” diye düşünerek hiçbir anını boşa geçirmez. Her anını Yüce Mevlâ’yı zikretmeye, O’nunla beraber olmaya, huzurda bulunmaya harcar. Kendisini ölmüş, kefeni sarılmış ve kabre konulmuş, sonra da rahmet edilerek yalnızca Allah Tealâ’yı zikretmek üzere mezardan çıkartılmış ve her an dönme emrinin gelebileceğini bilerek yaşar.