Güldeste
Elde Ne Kalır?
İbadetler yalnızca Allah Tealâ emrettiği için ve O’nun rızasını kazanmak maksadıyla yapılır. Ve ancak O’nun bildirdiği hükümlere, O’nun Rasulü s.a.v.’in tebliğine ittiba ederek sahih ve makbul olur. Şeriata uymayan, içine bid’at, hurafe ve yanlış uygulamaların karıştığı amellerden zarardan başka bir şey çıkmaz. Kişiyi sevap yerine günaha, lütuf yerine azaba düçar kılar. Bu öneme binaen İmam-ı Rabbânî k.s. Mektûbât’ında şöyle der:
Rasulullah s.a.v.’in sünnetine uymanın zerresi, tüm dünya zevklerinden ve ahiret nimetlerinden sayılamayacak derecede daha değerlidir. Çünkü sünnete uymak, Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bir iştir.
Fazilet onun sünnetine tâbi olmaya ve meziyet onun şeriatını tatbik etmeye bağlıdır. Mesela O’na tâbi olmak maksadıyla gerçekleştirilen bir öğleden sonra uykusu (kaylûle), ona tâbi olma amacı güdülmeksizin binlerce gecenin ihya edilmesinden daha faziletlidir. Aynı şekilde şeriatın emrine uyarak Ramazan bayramı günü orucu bırakmak, şeriatın emretmediği orucu sonsuza kadar tutmaktan daha faziletlidir. Allah Tealâ’nın emri doğrultusunda bir ip parçası bağışlamak, kendi nefsi hesabına altından bir dağ infak etmekten daha faziletlidir.
Hz. Ömer r.a. bir defasında sabah namazını cemaatle kıldı ve sahabe-i kiramı şöyle bir gözden geçirdi. Sahabe-i kiramdan birinin mescitte olmadığını görünce;
– Falanca kişi nerede, diye sordu. Kendisine;
– O gecelerini tamamen ibadetle geçirir. Belki de uyku ağır basmış, kalkamamıştır, dediler.
Bunun üzerine Hz. Ömer r.a. onun için şöyle dedi:
– Halbuki bütün gece uyusaydı da sabah namazını cemaatle kılsaydı daha faziletli olurdu. (Mâlik, el-Muvatta, Salâtü’l-Cemâa, 7 (1/131); Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 2877)
Dinden sapmış olanların yaptıkları yoğun riyazetlerin ve ağır mücahedelerin hiçbir değeri yoktur; yaptıkları Allah Tealâ katında hakir ve değersizdir. Bunun sebebi, amellerinin hak olan şeriata uymamasıdır.
Onların bu zor amellerine bir karşılık olsa da, bunlar dünyaya ait geçici bazı menfaatlerle sınırlıdır. Dünyanın tamamının değeri ne ki, bir kısmının değeri bir şey ifade etsin! Onların durumu çöpçülerin durumu gibidir. Herkesten çok çalıştıkları halde herkesten daha az ücret alırlar.
Şeriata tâbi olanların durumu latif elmaslarla değerli mücevherler üzerine çalışanların haline benzer. Çalışmaları oldukça az olmasına rağmen olabildiğince fazla kazanırlar. Öyle ki bir saatlik çalışmaları yüz binlik bir karşılığa denk olur.
Bunun sırrı şudur: Eğer yapılan iş şeriatın koyduğu esaslara uygun olursa bu, Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu bir ameldir; şeriata uygun olmayan amel ise O’nun razı olmadığı ameldir. Razı olunmayan bir amel sevaba nasıl vasıta olabilir! Aksine cezayı gerektirir.
Bütün saadetlerin başı ve aslı sünnete tâbi olmaktır. Bütün fesatların aslı ve özü de şeriata aykırı davranmaktır.
Yarın insana fayda verecek olan, bu şeriatın sahibi Peygamber Efendimiz s.a.v.’e tâbi olmaktır. O halde haller ve vecdler, ilimler ve marifetler, işaretler ve semboller Hz. Peygamber s.a.v.’in yoluna uygun biçimde yaşamakla birlikte olursa iyi ve çok güzeldir. Aksi, ilahî rahmetten mahrumiyet ve felakete sürüklenmekten başka bir şey değildir.
Bir kişi sufîlerin efendisi Cüneyd-i Bağdâdî k.s.’yi vefatından sonra rüyasında gördü ve ona durumunu sordu. Cüneyd k.s. ona dedi ki:
“İfadeler kayboldu, işaretler yok oldu. Bize gecenin ortasında kıldığımız iki rekât namazdan başkası fayda vermedi.”
O halde size düşen, Rasulullah s.a.v.’e ve Râşid Halifeler’e tâbi olmak ve O’nun şeriatına söz, amel ve itikat açısından muhalefet etmekten sakınmaktır. Çünkü Hz. Peygamber s.a.v.’e tâbi olmak bolluktur, berekettir. Dinin emirlerine aykırı hareket etmek ise nasipsizlik, uğursuzluk ve helak olmaktır.
Yollar ve Yolcular
Abdurrahman-ı Tâhî k.s. Bitlisli Şeyh Muhammed’e yazdığı bir mektubunda Nakşibendiyye yoluna girmek isteyenlerin bilmesi gereken hususları açıklarken şunları zikretmiştir:
İnsanlar için seçilen üç yol vardır:
Şekâvet yolu: Bu yol dünyayı sevme yoludur. Cenâb-ı Hak sizi ve bizi bu kötü yoldan kurtarsın. Dünya sevgisi, kişiyi Allah Tealâ’ya düşmanlığa götürürken nasıl kötü olmasın! Çünkü dünya, düşmanların başı olan nefsin sevgilisidir. Dünya sevgisi nefsin sevgisindendir. Bu hal, Allah Tealâ’ya düşmanlıkta nefsle uyum içinde olması sebebiyle Rasulullah s.a.v.’i yalanlamayı ve Ebu Cehil’e uymayı gerektirir. Bu, talebelerin bile apaçık bildiği ve ebedî hüsranı doğuran bir durumdur. O halde bütünüyle bu halden sakınmalıdır.
Ebrârın yolu: Bu yol ahireti sevme yoludur. Bu yolda da bulanıklık vardır. Zira cenneti istemek de nefsin emellerindendir. Akıl bu yolu tarttığında şu sonuca varır: Nefsin emelleri Allah Tealâ’nın rızasının önüne geçmemelidir. Çünkü mükâfatı Cenâb-ı Hak dilediğine verir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmiştir:
“Karışımı Tesnîm’dendir. (O Tesnîm Allah’a) Yakın olanların içecekleri bir kaynaktır.” (Mutaffifîn 27-28)
Ayrıca bu yol insanda benlik oluşturur. Çünkü henüz düşman olan nefsin emellerine muhabbet duymaktan kurtuluş gerçekleşmemiştir. Bundan da öte, amellerin karşılığında ecir istemek, insanı kemâl derecesinden düşürür.
Mukarreblerin yolu: Bu yol Yüce Mevlâ’yı sevme yoludur. İşte asıl maksat ve en yüce hedef budur. Çünkü bu yol, içine girenleri imansızlıktan korur; ruhu nefsin elinden kurtarır, kişiyi Allah Tealâ ile olan ezelî muhabbet derecesine yükseltir. Kalpte marifet pınarlarını coşturur ve ilahî feyz çeşmelerini akıtır. Kalbi hikmet denizi yapar, onu nefsin emellerinden uzaklaştırarak Allah Tealâ ile meşgul eder ve bu yola gireni,
“Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbinden geçmeyen nimetlere” (Buhârî, Tevhid 35) ulaştırır.
İbadetler yalnızca Allah Tealâ emrettiği için ve O’nun rızasını kazanmak maksadıyla yapılır. Ve ancak O’nun bildirdiği hükümlere, O’nun Rasulü s.a.v.’in tebliğine ittiba ederek sahih ve makbul olur. Şeriata uymayan, içine bid’at, hurafe ve yanlış uygulamaların karıştığı amellerden zarardan başka bir şey çıkmaz. Kişiyi sevap yerine günaha, lütuf yerine azaba düçar kılar. Bu öneme binaen İmam-ı Rabbânî k.s. Mektûbât’ında şöyle der:
Rasulullah s.a.v.’in sünnetine uymanın zerresi, tüm dünya zevklerinden ve ahiret nimetlerinden sayılamayacak derecede daha değerlidir. Çünkü sünnete uymak, Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bir iştir.
Fazilet onun sünnetine tâbi olmaya ve meziyet onun şeriatını tatbik etmeye bağlıdır. Mesela O’na tâbi olmak maksadıyla gerçekleştirilen bir öğleden sonra uykusu (kaylûle), ona tâbi olma amacı güdülmeksizin binlerce gecenin ihya edilmesinden daha faziletlidir. Aynı şekilde şeriatın emrine uyarak Ramazan bayramı günü orucu bırakmak, şeriatın emretmediği orucu sonsuza kadar tutmaktan daha faziletlidir. Allah Tealâ’nın emri doğrultusunda bir ip parçası bağışlamak, kendi nefsi hesabına altından bir dağ infak etmekten daha faziletlidir.
Hz. Ömer r.a. bir defasında sabah namazını cemaatle kıldı ve sahabe-i kiramı şöyle bir gözden geçirdi. Sahabe-i kiramdan birinin mescitte olmadığını görünce;
– Falanca kişi nerede, diye sordu. Kendisine;
– O gecelerini tamamen ibadetle geçirir. Belki de uyku ağır basmış, kalkamamıştır, dediler.
Bunun üzerine Hz. Ömer r.a. onun için şöyle dedi:
– Halbuki bütün gece uyusaydı da sabah namazını cemaatle kılsaydı daha faziletli olurdu. (Mâlik, el-Muvatta, Salâtü’l-Cemâa, 7 (1/131); Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 2877)
Dinden sapmış olanların yaptıkları yoğun riyazetlerin ve ağır mücahedelerin hiçbir değeri yoktur; yaptıkları Allah Tealâ katında hakir ve değersizdir. Bunun sebebi, amellerinin hak olan şeriata uymamasıdır.
Onların bu zor amellerine bir karşılık olsa da, bunlar dünyaya ait geçici bazı menfaatlerle sınırlıdır. Dünyanın tamamının değeri ne ki, bir kısmının değeri bir şey ifade etsin! Onların durumu çöpçülerin durumu gibidir. Herkesten çok çalıştıkları halde herkesten daha az ücret alırlar.
Şeriata tâbi olanların durumu latif elmaslarla değerli mücevherler üzerine çalışanların haline benzer. Çalışmaları oldukça az olmasına rağmen olabildiğince fazla kazanırlar. Öyle ki bir saatlik çalışmaları yüz binlik bir karşılığa denk olur.
Bunun sırrı şudur: Eğer yapılan iş şeriatın koyduğu esaslara uygun olursa bu, Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu bir ameldir; şeriata uygun olmayan amel ise O’nun razı olmadığı ameldir. Razı olunmayan bir amel sevaba nasıl vasıta olabilir! Aksine cezayı gerektirir.
Bütün saadetlerin başı ve aslı sünnete tâbi olmaktır. Bütün fesatların aslı ve özü de şeriata aykırı davranmaktır.
Yarın insana fayda verecek olan, bu şeriatın sahibi Peygamber Efendimiz s.a.v.’e tâbi olmaktır. O halde haller ve vecdler, ilimler ve marifetler, işaretler ve semboller Hz. Peygamber s.a.v.’in yoluna uygun biçimde yaşamakla birlikte olursa iyi ve çok güzeldir. Aksi, ilahî rahmetten mahrumiyet ve felakete sürüklenmekten başka bir şey değildir.
Bir kişi sufîlerin efendisi Cüneyd-i Bağdâdî k.s.’yi vefatından sonra rüyasında gördü ve ona durumunu sordu. Cüneyd k.s. ona dedi ki:
“İfadeler kayboldu, işaretler yok oldu. Bize gecenin ortasında kıldığımız iki rekât namazdan başkası fayda vermedi.”
O halde size düşen, Rasulullah s.a.v.’e ve Râşid Halifeler’e tâbi olmak ve O’nun şeriatına söz, amel ve itikat açısından muhalefet etmekten sakınmaktır. Çünkü Hz. Peygamber s.a.v.’e tâbi olmak bolluktur, berekettir. Dinin emirlerine aykırı hareket etmek ise nasipsizlik, uğursuzluk ve helak olmaktır.
Yollar ve Yolcular
Abdurrahman-ı Tâhî k.s. Bitlisli Şeyh Muhammed’e yazdığı bir mektubunda Nakşibendiyye yoluna girmek isteyenlerin bilmesi gereken hususları açıklarken şunları zikretmiştir:
İnsanlar için seçilen üç yol vardır:
Şekâvet yolu: Bu yol dünyayı sevme yoludur. Cenâb-ı Hak sizi ve bizi bu kötü yoldan kurtarsın. Dünya sevgisi, kişiyi Allah Tealâ’ya düşmanlığa götürürken nasıl kötü olmasın! Çünkü dünya, düşmanların başı olan nefsin sevgilisidir. Dünya sevgisi nefsin sevgisindendir. Bu hal, Allah Tealâ’ya düşmanlıkta nefsle uyum içinde olması sebebiyle Rasulullah s.a.v.’i yalanlamayı ve Ebu Cehil’e uymayı gerektirir. Bu, talebelerin bile apaçık bildiği ve ebedî hüsranı doğuran bir durumdur. O halde bütünüyle bu halden sakınmalıdır.
Ebrârın yolu: Bu yol ahireti sevme yoludur. Bu yolda da bulanıklık vardır. Zira cenneti istemek de nefsin emellerindendir. Akıl bu yolu tarttığında şu sonuca varır: Nefsin emelleri Allah Tealâ’nın rızasının önüne geçmemelidir. Çünkü mükâfatı Cenâb-ı Hak dilediğine verir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmiştir:
“Karışımı Tesnîm’dendir. (O Tesnîm Allah’a) Yakın olanların içecekleri bir kaynaktır.” (Mutaffifîn 27-28)
Ayrıca bu yol insanda benlik oluşturur. Çünkü henüz düşman olan nefsin emellerine muhabbet duymaktan kurtuluş gerçekleşmemiştir. Bundan da öte, amellerin karşılığında ecir istemek, insanı kemâl derecesinden düşürür.
Mukarreblerin yolu: Bu yol Yüce Mevlâ’yı sevme yoludur. İşte asıl maksat ve en yüce hedef budur. Çünkü bu yol, içine girenleri imansızlıktan korur; ruhu nefsin elinden kurtarır, kişiyi Allah Tealâ ile olan ezelî muhabbet derecesine yükseltir. Kalpte marifet pınarlarını coşturur ve ilahî feyz çeşmelerini akıtır. Kalbi hikmet denizi yapar, onu nefsin emellerinden uzaklaştırarak Allah Tealâ ile meşgul eder ve bu yola gireni,
“Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbinden geçmeyen nimetlere” (Buhârî, Tevhid 35) ulaştırır.