Cennet Yakın Cehennem de...
Allah Rasulü s.a.v.’in müminlere ümit ve korku dengesini öğreten birçok hadis-i şerifi vardır. Bunlarda biri de Sahih-i Buhârî’de bulunan şu hadis-i şeriftir:
“Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir.” (Buharî, Cenâiz, 50)
Küçük işler, büyük neticeler
Ebedî hayatımızla ilgili her an teyakkuz halinde olmamız gerektiğine dikkat çeken bu hadis-i şerifi, sahabeden Abdullah b. Mesud r.a. rivayet eder. Mâlikî mezhebinin büyüklerinden İmam İbn Battal k.s. ise şöyle şerh eder:
“Cenab-ı Hakk’a itaat cennete, isyan ise cehenneme yaklaştırır. Bu iki yakınlık bazen basit amellerde bulunabilir. Nitekim şu hadis-i şerif de buna işaret eder:
‘Bir kul, Allah’ın razı olduğu bir kelimeyi önem vermeden söyler de, bu sebeple Allah Tealâ ona yüksek dereceler verir. Bir kul da Allah’ın razı olmadığı bir kelimeyi, önem vermeden söyler de, bu sebeple o kimse cehenneme girer.’ (Hâkim, el-Müstedrek, 1/45)
O halde kişi, kendisine önemsiz de gelse hayırlı bir amelden geri kalmamalı, küçük de olsa şer işlerden sakınmalıdır. Çünkü Allah Tealâ’nın onu hangi güzel amelle affedeceğini bilmediği gibi, hangi günahtan dolayı azap edeceğini de bilemez.”
Biraz düşünülürse, bu bilinmezlik aslında büyük bir nimettir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği üzere insanoğlu zayıftır. Güzel sonucundan emin olduğu bir amele güvenip Rabbi’ni unutabilir, kulluk vazifelerini ihmal edebilir. Ya da küçük olmakla beraber kendisi için çok mühim bir ameli terk edebilir.
İslâm, küçük amellere büyük ümitler bağlamayı öğretir. Diğer taraftan da ufak günahlardan dolayı akıbet hususunda endişelenme, azaptan korkma şuuru verir. Günah dolu bir hayatın, susuz bir köpeğe su vermekle cennetle neticelenebileceğini ya da ibadetle bezeli bir hayatın komşuya eziyet yüzünden kötü akıbetle nihayet bulabileceğini hadis-i şeriflerden biliyoruz.
Sevdiğinden korkulur mu?
Küçük işler hususunda bile böyle bir hassasiyet sahibi olmanın sebebi “beyne’l-havf ve’r-recâ” yani “ümit ve korku arasında bulunma” halidir. Ümidin ve korkunun kalpte nasıl bir arada bulunacağını, gerçek bir hikâye ile açıklayalım:
Günümüz İslâm mütefekkirlerinden birisi, müslümanlara konferans vermek için Fransa’ya gider. Konferansı müslüman olmayan bir kadın da dinlemektedir. Konuşmada ümit ve korkudan bahsedilir. Gayrimüslim kadın, konferanstan sonra hocaya şöyle bir soru sorar:
– Bahsettiğiniz konuların hepsini anladım. Fakat aklıma takılan bir soru var. Çok sevdiğim birinden nasıl çok korkarım? Ona karşı olan derin sevgimi ve büyük korkumu bir arada nasıl bulundurabilirim?
Bunları işiten hocanın gözleri yaşarır, sonra kendini toparlayıp şöyle der:
– Sevdiğini kaybetme korkusundan daha büyük bir korku olabilir mi?
Evet; mümin Allah Tealâ’yı sever. En çok O’nu sever. O’nun sevgisi uğruna gözünü kırpmadan canını verir. Fakat bu sevginin büyüklüğü nispetinde O’nun rızasını kaybedebileceği korkusunu da yaşar.
Şu halde ümit ve korku, bir mümin için birbirinden ayrılmaz iki haldir. İbn Ataullah İskenderî k.s. der ki: “Rabbi’nin sana ümit kapısını açmasını istiyorsan O’ndan sana gelene bak. Korku kapısını açmasını istiyorsan senden O’na gidene bak.”
Yani bunca masiyete rağmen Rabbin seni yaşatıyor, nice nimetler vermeye devam ediyor. Ümitlenmek için bu yeter. Bir de kendi yaptıklarına bak. O’nun arzında, O’nun nimetleriyle O’na isyan ediyorsun. Bu da korkmak için yeter.
Normal hayatta değer verdiğimiz bir insana karşı yaptığımız hatanın bizi ne kadar mahcup ettiğini biliriz. Peki, bizi yaratan, yaşatan, bize değer veren Âlemlerin Rabbi’ne karşı hatalarımız için üzülmez ve korkmaz mıyız?
Şüphe yok ki O sonsuz rahmet sahibidir. Ancak ümit ve korku dengesine riayet ederek O’nun bir isminin de “el-Adl” olduğunu, yani “her hak sahibine hakkını veren ve haksızları cezalandıran” olduğunu unutmamamız gerekir.
Allah Tealâ, amellerimizi rahmetiyle karşılarsa ümit ettiğimizi buluruz. Ancak adaletiyle karşılarsa hüsrana uğrarız. Çünkü günahkâr kullarız. Amellerimiz bile tevbeye muhtaç. Şu halde korkmamız da gerekir.
Ümidini kaybedenler
İslâm davetinin zorlu yıllarında Hz. Hamza r.a. gibi gayret ve cesaretiyle öne çıkan bir zatı şehit eden Vahşî r.a., nihayet iman etmek istediğinde affedilmemekten korkmuştu. Bunun üzerine kıyamete kadar bütün insanlığı ümitle yaşatacak olan Zümer suresi 53. ayet-i kerime nâzil olmuştu. Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede mealen buyurdu ki: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”
Yine Allah Tealâ “Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.” buyuruyor. İbn Atiyye rh.a. bu ayet-i celilenin tefsirinde şunları söyler: “Ümit kesmek demek, Allah Tealâ’nın rabliğini yalanlamak ve sıfatlarını bilmemek demektir.”
Aynı ayet-i kerimenin tefsiri için Ehl-i Sünnet’in büyük müfessirlerinden Fahreddin Râzî rh.a. şöyle bir inceliğe dikkat çeker:
“Bir kimse, Cenab-ı Hakk’ın kemalât vermeye kâdir olmadığı ya da her şeyi bilmediği yahut kerîm olmadığı zannına kapıldığında O’nun rahmetinden ümit kesmiş olur. Ümitsizlik sadece bu üç sebepten ileri gelir. Bu sebeplerin üçünün de küfür olması hasebiyle ümitsizlik sadece kâfir kimsede bulunur. Müminin ise iman kuvveti vardır. Bu kuvvet onun sıkıntılarını ortadan kaldırır.”
İman ile ümitsizlik bir arada bulunmayacağı gibi “Allah’ın mekrinden ancak hüsrana uğrayanlar emin olur” (Ârâf, 99) ayet-i kerimesi de Allah korkusunun kalbimizden çıkmaması gerektiğini bizlere öğretir.
Âlimler ümit ve korkuyu kuşun iki kanadına benzetir. Bir kanat diğeri için ne ifade ediyorsa, bu iki esas da birbiri için öyle önem taşır. Kuşun tek kanatla uçamayacağı gibi, müslüman da sadece ümitle veya sadece korku ile hedefine ulaşamaz. O hedef de Rabbi’nin rızası ile ebedî saadettir.
“Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir.” (Buharî, Cenâiz, 50)
Küçük işler, büyük neticeler
Ebedî hayatımızla ilgili her an teyakkuz halinde olmamız gerektiğine dikkat çeken bu hadis-i şerifi, sahabeden Abdullah b. Mesud r.a. rivayet eder. Mâlikî mezhebinin büyüklerinden İmam İbn Battal k.s. ise şöyle şerh eder:
“Cenab-ı Hakk’a itaat cennete, isyan ise cehenneme yaklaştırır. Bu iki yakınlık bazen basit amellerde bulunabilir. Nitekim şu hadis-i şerif de buna işaret eder:
‘Bir kul, Allah’ın razı olduğu bir kelimeyi önem vermeden söyler de, bu sebeple Allah Tealâ ona yüksek dereceler verir. Bir kul da Allah’ın razı olmadığı bir kelimeyi, önem vermeden söyler de, bu sebeple o kimse cehenneme girer.’ (Hâkim, el-Müstedrek, 1/45)
O halde kişi, kendisine önemsiz de gelse hayırlı bir amelden geri kalmamalı, küçük de olsa şer işlerden sakınmalıdır. Çünkü Allah Tealâ’nın onu hangi güzel amelle affedeceğini bilmediği gibi, hangi günahtan dolayı azap edeceğini de bilemez.”
Biraz düşünülürse, bu bilinmezlik aslında büyük bir nimettir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği üzere insanoğlu zayıftır. Güzel sonucundan emin olduğu bir amele güvenip Rabbi’ni unutabilir, kulluk vazifelerini ihmal edebilir. Ya da küçük olmakla beraber kendisi için çok mühim bir ameli terk edebilir.
İslâm, küçük amellere büyük ümitler bağlamayı öğretir. Diğer taraftan da ufak günahlardan dolayı akıbet hususunda endişelenme, azaptan korkma şuuru verir. Günah dolu bir hayatın, susuz bir köpeğe su vermekle cennetle neticelenebileceğini ya da ibadetle bezeli bir hayatın komşuya eziyet yüzünden kötü akıbetle nihayet bulabileceğini hadis-i şeriflerden biliyoruz.
Sevdiğinden korkulur mu?
Küçük işler hususunda bile böyle bir hassasiyet sahibi olmanın sebebi “beyne’l-havf ve’r-recâ” yani “ümit ve korku arasında bulunma” halidir. Ümidin ve korkunun kalpte nasıl bir arada bulunacağını, gerçek bir hikâye ile açıklayalım:
Günümüz İslâm mütefekkirlerinden birisi, müslümanlara konferans vermek için Fransa’ya gider. Konferansı müslüman olmayan bir kadın da dinlemektedir. Konuşmada ümit ve korkudan bahsedilir. Gayrimüslim kadın, konferanstan sonra hocaya şöyle bir soru sorar:
– Bahsettiğiniz konuların hepsini anladım. Fakat aklıma takılan bir soru var. Çok sevdiğim birinden nasıl çok korkarım? Ona karşı olan derin sevgimi ve büyük korkumu bir arada nasıl bulundurabilirim?
Bunları işiten hocanın gözleri yaşarır, sonra kendini toparlayıp şöyle der:
– Sevdiğini kaybetme korkusundan daha büyük bir korku olabilir mi?
Evet; mümin Allah Tealâ’yı sever. En çok O’nu sever. O’nun sevgisi uğruna gözünü kırpmadan canını verir. Fakat bu sevginin büyüklüğü nispetinde O’nun rızasını kaybedebileceği korkusunu da yaşar.
Şu halde ümit ve korku, bir mümin için birbirinden ayrılmaz iki haldir. İbn Ataullah İskenderî k.s. der ki: “Rabbi’nin sana ümit kapısını açmasını istiyorsan O’ndan sana gelene bak. Korku kapısını açmasını istiyorsan senden O’na gidene bak.”
Yani bunca masiyete rağmen Rabbin seni yaşatıyor, nice nimetler vermeye devam ediyor. Ümitlenmek için bu yeter. Bir de kendi yaptıklarına bak. O’nun arzında, O’nun nimetleriyle O’na isyan ediyorsun. Bu da korkmak için yeter.
Normal hayatta değer verdiğimiz bir insana karşı yaptığımız hatanın bizi ne kadar mahcup ettiğini biliriz. Peki, bizi yaratan, yaşatan, bize değer veren Âlemlerin Rabbi’ne karşı hatalarımız için üzülmez ve korkmaz mıyız?
Şüphe yok ki O sonsuz rahmet sahibidir. Ancak ümit ve korku dengesine riayet ederek O’nun bir isminin de “el-Adl” olduğunu, yani “her hak sahibine hakkını veren ve haksızları cezalandıran” olduğunu unutmamamız gerekir.
Allah Tealâ, amellerimizi rahmetiyle karşılarsa ümit ettiğimizi buluruz. Ancak adaletiyle karşılarsa hüsrana uğrarız. Çünkü günahkâr kullarız. Amellerimiz bile tevbeye muhtaç. Şu halde korkmamız da gerekir.
Ümidini kaybedenler
İslâm davetinin zorlu yıllarında Hz. Hamza r.a. gibi gayret ve cesaretiyle öne çıkan bir zatı şehit eden Vahşî r.a., nihayet iman etmek istediğinde affedilmemekten korkmuştu. Bunun üzerine kıyamete kadar bütün insanlığı ümitle yaşatacak olan Zümer suresi 53. ayet-i kerime nâzil olmuştu. Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede mealen buyurdu ki: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”
Yine Allah Tealâ “Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.” buyuruyor. İbn Atiyye rh.a. bu ayet-i celilenin tefsirinde şunları söyler: “Ümit kesmek demek, Allah Tealâ’nın rabliğini yalanlamak ve sıfatlarını bilmemek demektir.”
Aynı ayet-i kerimenin tefsiri için Ehl-i Sünnet’in büyük müfessirlerinden Fahreddin Râzî rh.a. şöyle bir inceliğe dikkat çeker:
“Bir kimse, Cenab-ı Hakk’ın kemalât vermeye kâdir olmadığı ya da her şeyi bilmediği yahut kerîm olmadığı zannına kapıldığında O’nun rahmetinden ümit kesmiş olur. Ümitsizlik sadece bu üç sebepten ileri gelir. Bu sebeplerin üçünün de küfür olması hasebiyle ümitsizlik sadece kâfir kimsede bulunur. Müminin ise iman kuvveti vardır. Bu kuvvet onun sıkıntılarını ortadan kaldırır.”
İman ile ümitsizlik bir arada bulunmayacağı gibi “Allah’ın mekrinden ancak hüsrana uğrayanlar emin olur” (Ârâf, 99) ayet-i kerimesi de Allah korkusunun kalbimizden çıkmaması gerektiğini bizlere öğretir.
Âlimler ümit ve korkuyu kuşun iki kanadına benzetir. Bir kanat diğeri için ne ifade ediyorsa, bu iki esas da birbiri için öyle önem taşır. Kuşun tek kanatla uçamayacağı gibi, müslüman da sadece ümitle veya sadece korku ile hedefine ulaşamaz. O hedef de Rabbi’nin rızası ile ebedî saadettir.