Niçin Yaratıldık?
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat 56)
Allah Azze ve Celle, insanoğlunu yaratmadan önce melekleri yaratmıştır. Melekler her an Rablerini zikreder, O’na itaat ve ibadet ederler. Onların yaratılış özelliklerinde yeme içme ve benzeri nefsanî istekler yoktur. Sadece emrolunduklarını yerine getirirler.
Allah Tealâ yeryüzüne halife kıldığı insanoğlunu yaratmayı dilediği vakit meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti. Melekler: “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz.” dediler. Allah Tealâ: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu. (Bakara 30)
Böylece insanı yaratıp, dünya hayatında takip etmesi gereken yolu peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla bildirdi. Fakat tercihi kendisine bıraktı. Hangi yolu tutacağını; tevazu ve şükür ehli mi, kibir ve inkâr ehli mi olacağının kararını her bir insanın kendisi belirleyecekti. Âlemlerin Rabbi, insana onu hem hür kılacak hem de doğru tercihi yapabilmesine imkân sağlayacak maddi manevi donanımlar verdi.
İnsanın hayat yolculuğunun huzur içinde devam edip selametle neticelenebilmesi için ilk adım, yaratılmış olduğunu idrak etmesi. Bunu anladığında bir yaratıcısı olduğunu, bu kadar donanımlı bir canlının sorumlulukları olabileceğini de fark etmiş olur.
Girişte mealini verdiğimiz Zâriyat suresi 56’ncı ayet, “insanın sorumluluğu nedir” sorusunun cevabıdır: Âlemlerin Rabbi’ne kulluk...
Kimin maksadı?
Mâturidî mezhebinin imamı olan Ebu Mansur el-Mâturidî rh.a. bu ayetin tefsiri sadedinde şunları söyler:
“Allah Tealâ insanı, iyiyi ve kötüyü bilebilecek, yapılması ve sakınılması gereken şeyleri ayırt edebilecek şekilde yaratmıştır. Onu yaratıp başıboş bırakmamış; ibadetlerle ve verdiği çeşitli nimetlerin şükrünü eda edip etmeyeceği ile imtihana tâbi tutmuştur.
Ayet-i kerime şu iki manaya da gelebilir. Birincisi ‘Ben insanları ve cinleri ibadetimle emrolunmak üzere yarattım.’ İkincisi ‘Ben cinleri ve insanları yarattım ki bana kulluk etsinler; benden başkasına kulluk ve ibadet etmesinler.’’’ (Ebu Mansur el-Mâturidî, Te’vilât-ı Ehl-i Sünnet, 9/394)
İbn Abbas r.a., ayet-i kerimede geçen, kulluk etmek manasına gelen “ya’budûn” ifadesini “marifet” yani bilmek, tanımak olarak açıklamıştır.
İsmail Hakkı Bursevî rh.a. de bu manayı şöyle derinleştirir: “Makbul olan marifet ibadetle elde edilendir. Allah Tealâ ve O’na ibadet dışındaki şeylerle meşgul olmak ise marifete engel bir perdedir.” (İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu’l-Beyan 1/409)
Ayet-i kerimenin doğru anlaşılması için çok önemli bir itikadî hususa temas etmek gerekir. Bu ayet-i kerimeden “Allah Tealâ insanları ibadet etmeleri amacıyla yaratmıştır’’ gibi bir mana kesinlikle çıkarılmamalıdır. Allah Tealâ’nın bütün işleri hikmetlidir. Fakat O’na amaç, maksat, gaye gibi ifadeler nisbet etmek sakıncalıdır. Çünkü bu yaklaşım O’nun yaratma fiilinde sebep-sonuç ilişkisi aramaya, dolayısıyla bir etken nedeniyle yaratmasının gerçekleştiğine ve o saikin olmaması durumunda Allah Tealâ’nın fiilinin de meydana gelemeyeceği sonucuna götürür. Bu ise asla doğru değildir. O, dilediğini dilediği şekilde yapma kudretine ve iradesine sahiptir.
Kulun, yaptığı bütün ibadetleri kendisi için yaptığını bilmesi gerekir. Allah Tealâ kulun ibadetine ya da başka bir şeyine muhtaç değildir. Şu var ki kul, yaratılış hikmeti ve imtihan gereği verilen sorumluluğu yerine getirmekle yükümlüdür. Sorumlulukları yerine getirmesi kendi lehine, getirmemesi ise aleyhinedir.
Kulluğun iki temeli
Fahreddin Râzî rh.a. insanın yapması gereken olan temel iki ibadet olduğunu söyler. Bunlar Allah Tealâ’nın emrine, hükmüne boyun eğmek ve O’nun yarattıklarına şefkat göstermektir. Bu iki husus bütün peygamberlerin şeriatlarında mevcuttur. Ancak amelî konular, mesela oruç vecibesinin zamanı ve hükümleri ümmetlere göre farklı olabilir. (Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 28/191)
İnsana verilmiş irade hürriyetinin bir tezahürü olarak, yaratılış hikmeti doğrultusunda Allah Tealâ’ya iman edip kulluk vazifesini yapanlar olduğu gibi, isyan edip tam tersi hayat yaşayanlar da vardır. Kulluk yapmaktan geri duran insan, ezeldeki ahdini bozmuş demektir. Allah Tealâ ruhları yarattığında “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği vakit, “Evet Rabbimizsin, şahidiz” (Araf 172) diyerek Rablığını ikrar ettiği Mevlâ’sına asi olmuş ve kulluğuna gölge düşürmüştür. Kulluk itaati gerektirir.
İnsanoğlu var oluş gayesini unutup dünyanın aldatıcılığına kandığında rotasını kaybeder ve yaratılışındaki hikmetin ciddiyetini yitirir. Dünya hayatını nefsin hazlarından ibaret görüp kim olduğunu unutur. Bu savrulmanın elbette dünya hayatına yönelik ağır bedelleri var. Anlam kaybı, tatminsizlik, huzursuzluk gibi...
Bu hale düşülmemesi için Allah Tealâ, insanlığı çok sarsıcı ifadelerle ikaz eder. “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (Enbiya 16; Duhan 38) mealindeki ayet-i kerimeler bu ikazlara bir örnektir. Gerçek bir mümin hayatın hengâmesi içinde yanlışa düştüğünde bir an duraksayıp “Ben bunun için yaratılmadım!” diyebilmelidir. Bunu söylediği anda nefsiyle hesaplaşmaya ve yanlıştan dönmeye yönelik ilk adımı atmış olur. Böylece kim olduğunu, dünyaya neden geldiğini, kendisinden ne istendiğini hatırlar.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu hususta şunları söyler: “Hatırlatılması gerekli olan vazifenin esasının ne olduğuna gelince... ‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım.’ İşte hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah’ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş olur, onun için azabı hak eder.’’ (Hak Dini Kuran Dili, Zâriyat 56. ayetin tefsiri)
İbadetsiz marifet
Büyük velî Necmeddin Dâye k.s.’nin çok dikkat çekici bir tespiti vardır. Özetle şunları söyler:
Allah Tealâ’yı tanımak (marifetullah) kullukta, ibadette saklıdır. O’nu tanımak iki sıfatını bilmekle olur. Bunlar “cemâl” ve “celâl” sıfatlarıdır. Bu iki sıfatın tecelli ettiği farklı yerler vardır. Kulluk ise her ikisi için bir tecelli noktasıdır. Zira insan Allah Tealâ’ya boyun eğerek gereği gibi kulluk yapmaya çalışır, hükmüne rıza gösterirse o kulda Mevlâ Tealâ’nın cemâl sıfatı görünür.İnsan Rabbi’ne isyanla, kibirle karşı gelirse onda da Mevlâ Tealâ’nın celâl sıfatı görünür. (Ruhu’l-Beyan 9/179)
Âlimlerden bazıları demişlerdir ki; kulluğun üç mertebesi vardır. Birincisi, kişinin sevap umarak, azaptan korkarak Allah Tealâ’ya kulluk etmesidir. Bu kişi dünyadan ve hazlarından yüz çevirerek yalnızlığı tercih eder ve zâhid ismiyle anılır. Bu derecenin ismi “ibadet”tir ve alt mertebedir. İkincisi, kişinin ibadetle şeferlenmek veya bütün emir ve yasaklarını baş üstünde tutmasıyla Rabbi’ne kulluk etmesidir ki, bu orta derecedir ve bu makamın adı “ubûdiyet”tir. Üçüncüsü ise kulun yalnızca Allah Tealâ’nın Zât-ı Zülcelâli’nin ibadete layık olduğu idrakiyle başka hiçbir sebep aramaksızın kulluk etmesidir. Bu, mertebelerin en üstünüdür ve adı “ubûdet”tir. (Şihâbuddin Mahmud el-Âlûsi, Ruhu’l-Meâni 1/89)
Rabbi’nin kudret ve azametinin farkına varan insan elbette O’nun her türlü ibadet ve itaate layık olduğunu idrak eder. Âlemlerin Rabbi’ne kul olmak varken nefsinin hazlarına, paraya, güce kul olmaz. Kur’an-ı Kerim, nefsini kendisine ilah edinenlerden bahseder. (Furkan 43; Câsiye 23)
Maksadından kopunca
Böylelerin durumunu İmam Gazalî rh.a. şöyle tasvir eder: “Yüce Yaratıcı’nın azamet, celâl ve hikmetinden gafil olan insan açlığı ve şehvetiyle meşgul olur. Acıkınca nefsini doyurmak, bir istek duyunca karşılamak, öfkelenmek ve sonucunda dövüşmek gibi hayvanlarla ortak olan bu gibi şeylerin dışında nefsiyle alakalı başka şey bilmez. İnsanın özelliği olup, hayvanların sahip olmadığı şey ise marifetullahtır. Bu vasıfla insan mukarebbûn melekler zümresine dahil olabilir. Allah Tealâ’ya yakın olarak nebîlerle, sıddıklarla haşrolunur. Hayvanlara ve hayvanî hazlara razı olanlara ise böyle bir derece yoktur. Hatta bu tür insanlar hayvanlardan çok daha şerlidir. Çünkü Allah Tealâ hayvanlara vermediği özelliği ona vermiştir. O ise bunu bozup harap etmiş ve Allah’ın nimetine nankörlük etmiştir. Bunlar hayvanlardan bile aşağıdadır.” (Ebu Hâmid Muhammed el-Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 4/439, 440)
Fahreddin Râzî rh.a.; “Halbuki onlar, dini sadece Allah’a tahsis ederek, Allah’ı birleyerek, ancak Allah’a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardır. İşte dosdoğru din budur.” (Beyyine 5) ayet-i kerimesinin tefsirinde şunları zikreder: “Ehl-i Sünnet’e göre ibadetler, cennete ulaştıracak sevaplar elde etmek yahut cehennem azabından uzaklaştırmak için farz kılınmamıştır. Sen bir kul, Mevlâ Tealâ da bir Rab olduğu için farz kılınmıştır. Bununla beraber şayet dinde sevap ve azap olmasaydı, Allah ibadeti emretseydi, sırf kulluk gereği ibadet yine farz olurdu. Burada, sevap elde etmek yahut azaptan kurtulmak için ibadet edenlerin aslında mükâfatlara veya azaptan kurtulmaya ibadet ettiklerine; Allah Tealâ’nın ise yalnızca bir vasıta olarak görüldüğüne işaret vardır.” (Mefâtihu’l-Gayb 32/242)
Kulluğun zirvesi
Rasulullah s.a.v. Efendimiz bir kul olarak ve kulluğun hakikatine dair zirve şahsiyet olarak bizler için en güzel örnektir. Âlemlerin Rabbi’ne nasıl kulluk yapılacağını O’ndan ve O’nun izinde yürüyen yüce şahsiyetlerin hayatlarından görmek kadar açık bir delil ne olabilir! Malumdur ki âlemlere rahmet olan Peygamberimiz s.a.v. dünya hayatında Allah Tealâ’nın yüce katına vâsıl olmuş, cemaliyle müşerref olmuş bir kuldur. O bu makama çıkarken de üzerinde kulluk elbisesi vardı. İsra-Miraç hadisesinin anlatıldığı İsra suresi birinci ayeti kerimenin meali şu şekildedir: “Kulu Muhammed’i geceleyin Mescid-i Haram’dan, kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.”
Büyük Osmanlı şeyhülislâmı Ebussuud Efendi rh.a. bu ayet-i kerimede Allah Rasulü s.a.v.’in “kul” lafzıyla anılmasına dair şu ince tespitlerde bulunur:
“Ayet-i kerimede Hz. Peygamber s.a.v.’in rasul ya da nebî sıfatları değil de kul vasfının tercih edilmesi O’nun kendisini Rabbi’nin kulluğuna adadığını bildirir. Ve bu yolda en zirve noktaya, ulaşılabilecek son merhaleye ulaştığını gösterir.İsra hadisesinin başlangıç ve bitiş noktalarının da işaret ettiği gibi...” (Ebu’s-Suûd Efendi, İrşâdu Akl-i Selîm ilâ Mezâyâ Kur’âni’l-Kerîm 4/115)
Buradan şu dersi çıkarmamız mümkündür: İsra hadisesi yeryüzünde başlamış, Sidre-i Müntehâ sınırına varmıştır. Kullukta da adeta bu iki nokta arası kadar kat edilebilecek mesafe vardır ve insanın her an yol almaya çalışması gerekir.
Bazı sûfi âlimler de bu konuda demişlerdir ki: Bu incelik şuna delalet eder: Muhakkak ki kullukta kemâle eren her kişinin İsra hadisesinden bir nasibi vardır. Şu farkla ki, bedenle yaşanması Allah Rasulü s.a.v.’e mahsustur. Velîler ise ruhlarını arındırma derecelerine göre ruhen yaşarlar.
Sonuç olarak, yaratılan hiçbir insan dünya hayatında başıboş değildir; sorumlulukları vardır.En büyük sorumluluk ise Rabbine karşı olan kulluk vazifesidir. Dünyevî vazifeler süreli ve geçici, kulluk devamlıdır. Son nefesimize kadar emrolunduğumuz hakikattir. Kulluğun nişânesi olan ibadetler vakitlidir. Mesela namaz günde beş defa vaktin girmesiyle farz olur. Oruç Ramazan, hac Zilhicce ayında farzdır. Ama kulluk bir zamana özel değildir. İnsan doğduğu andan öldüğü ana kadar daima kuldur. Taşıdığı bütün vasıfları yitirse de kul olduğu gerçeği değişmez.
Öyleyse Âlemlerin Rabbi’ne kul olduğumuzu, kulluk için yaratıldığımızı unutmayalım. Ve şu ilahî fermanı bütün hayatımızda kendimize rehber edinelim: “Ölünceye kadar Rabbine kulluk et.” (Hicr 99)
Allah Azze ve Celle en iyisini, en doğrusunu bilendir.