Yeni Zamanda Yeni Sapmalar
Her alanda yeni fikirlerin, yeni yaklaşımların ortaya çıktığı, kitle iletişim araçlarıyla göz açıp kapayana kadar yayılıp taraftar topladığı bir çağda yaşıyoruz. Bunlar arasında ufuk açan, hayatı zenginleştiren pek çok fikir var elbette. Fakat mücella dinimiz İslâm söz konusu olduğunda durup, azamî ciddiyetle düşünmek gerekiyor. Çünkü İslâm, göndereni tarafından tamamlanmış, sahih anlayış ve müstakim uygulamanın sınırları kat’î biçimde belirlenmiştir. Bu çerçevenin dışında kalan her yeni fikir ve uygulama “bid’at” olarak isimlendirilmiştir.
İslâm tarihi boyunca daima bid’atlardan sakınma anlayışı vardı. Günümüzde ise maalesef, önce on dört küsur asırlık anlayışımızın, bu anlayışın temsilcisi ve taşıyıcısı âlimlerimizin reddiyle başlayan, sonra da iki ana kaynağımız olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye kadar vardırılan bir reddetme hastalığı ortaya çıkmış bulunuyor. Hadis, fıkıh, tefsir gibi İslâmî ilim külliyatını ve bunların usullerini göz ardı eden, önemsizleştiren; anlayış ve uygulamada doğrudan müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’e dönmeyi tavsiye eden fikirler dikkatle değerlendirilmeli, dayanakları ve sonuçları bakımından sorgulanmalıdır.
Son zamanlarda şu sözleri çok duyuyoruz: “Kur’an İslâmı’na dönüş”, “Kur’an’ı doğru anlamak”, “indirilmiş din, uydurulmuş din”, “Emevî İslâmı”, hadis-i şerifler kasdedilerek “rivayet bataklığı” vs. Müslümanı diniyle kavgaya tutuşturan, şüphe ve tereddüt saçan daha pek çok söylem... Çeyrek asır evveline kadar neredeyse hiç duyulmayan şu sözler şimdi dikkat çekiyor, ilgi uyandırıyor. Çünkü her mümin müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’e yakın olmak, hayatını yüce kitabımızla buluşturmak, bid’at ve hurafelerden uzak olmak ister. Fakat bu söylemlerden kasdın bunun çok ötesinde olduğu da açık.
Fakat bu kabilden söylem ve yaklaşımlar televizyonlarda, gazetelerde, internette neredeyse İslâm adına ilk öne çıkan unsurlar olmaya başladı. Dinini merak edip bu mecralara başvuran kişinin belki ilk duyduğu şey, “asırlardır dinimizin ana esasları arasına karışmış hurafelerin varlığı.” Meğer bizim bugüne kadar bel bağladığımız iman esasları, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimler, müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’e ulaşmada birer engel imiş! Hâşâ ve kellâ!
Biz, asırlar içinde bazı müslüman topluluklarda ortaya çıkan bir türbeye çaput bağlamak yahut türbeye mum dikmek gibi uygulamaları hurafe olarak biliyorduk. Fakat bu yeni söylem, on dört küsur asır boyunca doğru kabul ettiğimiz, üzerine iman ve ibadetlerimizi inşa ettiğimiz temellerimizde akla zarar hurafelerin olduğunu öne sürüyor.Dinimizin asıl bu hurafelerden temizlenmesi gerektiğini iddia ediyor. On dört küsur asır boyunca bu ümmetin âlimlerinin, sâlihlerinin, gelmiş geçmiş binlerce neslinin yanıldığını; kendilerinin ise doğruyu, “gerçek dini” keşfettiğini anlatıyor.
Ne tuhaf, bunca asır güya anlaşılamayan dini nasıl oluyor da birileri birdenbire anlayıveriyor! Herkes yanılıyor da nasıl ve hangi olağanüstü kabiliyetle onlar hakikati buluveriyor!
Bu sorulara ikna edici cevaplar bulunmadıkça bu söylemlerin ya helak edici bir kibir ya da birer “proje” olduğunu düşünmemek mümkün değildir. Bu çevrelerin kalplere düşürdüğü şüpheler, aynen kendileri için de söz konusudur. Neden her ilimden, her âlimden, her kitaptan şüphe duyalım da onlardan duymayalım?
Asırlar boyunca imamlarımız, âlimlerimiz, İslâm diyarını muhafaza eden âmir ve askerlerimiz, ümmetin vahdetine, müslümanların itikat ve inkıyadına yapılan saldırılara karşı durmuşlardır. Bugün geçmiş asırlara göre savunmasız kalan İslâm diyarları ve bizzat Din-i Mübin-i İslâm’ın kendisi her yönden, türlü saldırılara maruz kalmaktadır. Bizim vazifemiz, kalbimize şüphe düşürmeye çalışan art niyetli ya da nefsine ve şeytana râm olmuş kimselere karşı teyakkuzda olmak, kendimizi, evlad u iyalimizi, çevremizi muhafaza etmektir.
Yakın geçmişte “Kur’an İslâmı’na dönüş” sloganı ile yolan çıkan ve ilk hedef tahtasına ilmihali koyan bu söylem, herkesi meal okumaya yönlendirmeye çalıştı. Yüce Kitabımız’ın herkes tarafından anlaşılacağını öne sürdü. Vaktiyle bu tehlikeyi görüp ikaz eden âlimlerimiz ise haklı çıktı. Zira çok geçmeden, “dinin Kur’an’dan başka kaynağı yoktur, Kur’an tek başına yeterlidir. Dini anlamada ve yaşamada meal okumak yeterlidir” iddialarını dile getirmeye başladılar. Onlara göre herkes kendi anlayış ve aklına göre bir “İslâm” inşa etmiş olacaktı. Dört mezhebi fazla görüp, kopuk tesbih taneleri gibi herkesin kendine özel, heva ve hevesine göre bir mezhebi, meşrebi olacaktı. Ya da mesela İmam-ı Azam rh.a.’i bırakıp, kestirmeden bu modern, sözde “hoca”ya tâbi olup rahat edecekti!
Bu çevrelerin özellikle hadis-i şerifler hakkında ileri sürdüğü iddiaların, başlıca gayesi müslümanı dininden kopartmak isteyen ilk dönem oryantalistlerin söylemleriyle bu ölçüde benzerlik göstermesi sadece bir tesadüf olabilir mi? Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in sünnetiyle Kur’an-ı Kerim’in bir bütünlük içinde İslâm’ı izhar ettiği gerçeğinin kime ne zararı olabilir? Efendimiz s.a.v.’in sünnetine uzanan şüphenin, maazallah, Müberra Kitabımız’a da uzanacağını insaf sahibi herkes bilir. Çünkü Kur’an-ı Kerim de sahabi efendilerimiz tarafından toplanmış, kayıt altına alınmıştır.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak isimlendirilen hak yolun en temel özelliği Sünnet-i Seniyye hassasiyetidir. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye birbirinden ayrılamaz bütündür. Necm suresinin 3. ve 4. ayetlerinde açıkça ifade buyrulur: “O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. Konuştuğu, kendisine vahyedilenden başka bir şey değil.”
Bu ayet-i kerime Efendimiz s.a.v.’in sadece Kur’an-ı Kerim’i açıklama hususunda değil, bütün konuştuklarıyla, yaptıklarıyla, emredip yasakladıklarıyla da ilâhî yönlendirme altında hareket ettiğini gösterir.
Öyleyse hadis-i şerifleri reddedip Efendimiz s.a.v.’i devre dışı bırakan ya da önemsizleştiren bir Kur’an ve İslâm anlayışı düşünülemez. Hadis-i şerifler olmadan mücella dinimiz İslâm’ı ne anlamak ne de yaşamak mümkündür. Fahr-i Kainât Efendimiz s.a.v.’in yolunda sadakatle yürüyen Sahabi efendilerimiz, Tabiîn büyüklerimiz, mezhep imamlarımız, İslâm âlimlerimiz de bu noktadan hareketle ehemmiyet kazanır. Onlar olmadan, onların açıklamaları ciddiyetle anlaşılmadan, sadece sathî malumat ile Kur’an-ı Kerim’i anlayıp yorumlamaya çalışmak kesinlikle yanlıştır, bâtıldır, bid’attır.
Sünnet-i Seniyye bütün hayatımızı kuşatır. Ferdî vazifelerimizden sosyal ilişkilerimize kadar her adımımız, her fiilimiz Sünnet’in ilgi ve belirleyicilik alanı içindedir. Zira Efendimiz s.a.v.’in hayatı, sünneti ve sîreti yani bütün hayatı bütünüyle Kur’an-ı Kerim’in canlı bir tefsiridir. O’nun her sözü, her davranışı bizim için Allah Tealâ’nın rızasına götüren bir rehber niteliği taşır. Günlük hayatta, evinin içinde, komşularla ilişkilerde, devlet yönetiminde, mescitte ve sokakta, kısacası hayatın her anında ve alanında O, “canlı Kur’an” olarak müminlere yol gösterir. O’nun kılavuzluğu olmadan hakkıyla müslüman olmak ve müslüman kalmak mümkün değildir. O buyurur ki: “Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki, hevâsını (arzu ve isteklerini) benim getirdiklerime tâbi kılmayan iman etmiş olmaz.” (Begavî, Şerhu’s-Sünne, 1/213)
Cenab-ı Mevlâ bizleri Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye sımsıkı bağlı Rabbanî âlimlerden ve onların istikametinden ayırmasın.
Tevfik ve inayetiyle…