Müminin Dünya Halleri
Cenab-ı Mevlâ, müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyuruyor:
“Kuşluk vaktine and olsun. Sükûna erdiği zaman geceye and olsun ki Rabbin seni ne bıraktı ne de sana darıldı. Doğrusu ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.” (Duha 1-5)
Bu ayet-i kerimelerin nüzul sebebi şöyledir: Fecr suresinin inişinden sonra bir süre vahiy kesilmiş, müşrikler bu olayı kullanarak Hz. Peygamber s.a.v.’e, “Herhalde Rabbin sana darıldı, seni terk etti” demişlerdi. Bu sözlerden dolayı Efendimiz s.a.v.’in duyduğu üzüntü üzerine bu sure inmiştir.
“Asr-ı Saadet” dediğimiz devir, Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in tebliğe başladığı zamandan vefatına kadar olan süredir. Bu Saadet Asrı, adı üzerinde saadet vaktidir, fakat bu saadet kolaylık, bolluk, rahatlık içinde yaşanmış bir devir demek değildir. Nitekim Tâbiîn neslinden bir zat, sahabi efendilerimizden birine;
– Keşke ben de Asr-ı Saadet’te yaşamış olsaydım, demesi üzerine o sahabi;
– Sakın bir daha öyle söyleme! O zaman zorluk ve sıkıntı zamanıydı. Allah Rasulü s.a.v.’i görüp O’nu inkâr edenler oldu, meyanında sözlerle uyarmıştır.
Hiçbir saadet kolay ele geçmiyor. Hele de geçici dünya saadetine değil de uhrevî saadete gönül vermiş olanlar için bu dünya sıkıntı ve mihnet yurdudur. Bu yüzden Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. bir hadis-i şerifinde ölümü “müminlerin armağanı” olarak vasfetmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’e ilk vahyin geldiği dönem “cahiliye” devridir. Bu, okuma yazma cahilliği değildir. Yaşanan hayatın zulmetle dolu olmasından, hak ve hakikate kimsenin itibar etmemesinden, fakirlerin gariplerin zulüm altında inlemesinden dolayı “cahiliye devri” denilmiştir.
Efendimiz s.a.v. kendi kabilesi olan Kureyş’e peygamberliğini duyurup onları imana davet ettiğinde ancak birkaç kişi ona inanmış, bu az sayıda mümine de yapmadıkları eziyet bırakmamışlardı. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere İslâm’ın “garip” olduğu zamanlardı. Açıktan ibadet etmek, müminlerle bir araya gelmek mümkün olmuyordu. Müşrik aileler, İslâm’ı kabul etmiş gençleri evlerine hapsediyor, müslüman köleler ise ölümle sonuçlanacak işkencelere maruz kalıyordu. Müminler bütün bu eziyetlere sabrediyor, imanlarından taviz vermiyordu.
Cahiliye müşrikleri, nübüvvetten önce de son derece itibarlı bir insan olan, hatta “el-emîn” sıfatıyla andıkları Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’i de dışlamıştı. Her fırsatta O’na eziyet etmek için uğraşıyor, ağza alınmayacak hakaretler ediyor, O’nu vazgeçirmenin mümkün olmadığını gördüklerinde de zarar vermek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Zulüm ve baskı dayanılmaz bir hal alınca, Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. müslümanlara Habeşistan’a hicret etmelerini emir buyurdu. Özellikle garip ve kimsesiz müslümanları oraya göndermişti. Müşrikler orada da rahat vermeyecek, fakat Habeş kralı Necaşi müminlere sahip çıkacaktı.
Mekke’de ise Kureyş’in baskısı gittikçe artıyor, bütün Mekke halkı müslümanlara boykot uyguluyor, temel ihtiyaçlarını bile temin etmelerine müsaade etmiyordu. Efendimiz s.a.v.’in yirmi üç yıllık tebliğinin on üç yılı Mekke devridir. Ve bu yıllar baştan sonra son derece çetin zamanlardır.
Müslümanlara boykot uygulandığı zamanlarda bazı insaflı Mekkeliler akrabalık hukukuna da yaslanarak temel ihtiyaçları temin hususunda müslümanlara gizlice yardım etmişlerdir. Medine’ye hicretten sonra, özellikle de Mekke’nin fethinden sonra bu kimselerin birçoğu İslâm ile şereflenmiş, sahabi olma şerefine nail olmuşlardır.
Bu dönemlerde Efendimiz s.a.v. müminleri baskıdan kurtarmak ve İslâm’ı tebliğ edebilmek için arayışlara girmiş, ilk önce Taif’e gitmiştir. Zeyd bin Hârise r.a. ile çıktığı bu yolculukta Taif eşrafı da Mekke müşrikleri gibi davranmış, hatta çocuklarına Efendimiz s.a.v.’i taşlatmıştır. Bunca eziyet ve hakarete rağmen Efendimiz s.a.v. beddua etmemiş, “onlar bilmiyor...” diyerek nasıl bir “rahmet peygamberi” olduğunu insanlığa göstermiştir. Günümüzde Mekke-i Mükerreme’ye gidenler, Efendimiz s.a.v.’in bu hüzünlü yolculuğun dönüşünde istirahat buyurduğu mevkiye inşa edilen mescidi ziyaretle o hatıraları yâd ederler.
Mekke civarında yıl içinde kurulan büyük panayırlarda da Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in tebliğ için müsait bir belde arayışı devam etmiştir. Uzaktan gelen kabilelerin çadırlarına girip “Bana imkân verin, beldenizde İslâm’ı tebliğ edeyim” demiş, fakat sürekli O’nu takip ederek girdiği çadırlara gidip iftiralar atan Ebu Leheb ve diğer müşrikler engel olmuşlardır. Nihayet, Medine’den gelen birkaç kişi ile görüşmüş, Mekke dışından ilk onlar İslâm’ı kabul etmişlerdir. Takip eden yıl içinde, hac mevsiminde Medinelilerle Akabe mevkiinde gizlice buluşulmuş ve “Akabe Biatı” yapılmıştır. Bu görüşme bile çok gizli olmuştur.
Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. her yerde müşriklerin casuslarının olduğunu, müminlerin olabildiğince kısa ve öz konuşması gerektiğini emir buyurmuştur. Böylece çok kısa görüşmelerle ilk biat gerçekleşmiş ve İslâm’ı tebliğ için Mus’ab b. Umeyr r.a. görevlendirilmiştir. O zamana kadar nâzil olan ayetleri ezbere bilen ve Efendimiz s.a.v.’in tebliğ tarzını çok iyi uygulayan Mus’ab b. Umeyr r.a. kısa zamanda Medine’de halka İslâm’ı anlatmış, iman ile müşerref olmasına vesile olmuştur. Mekke-i Mükerreme’de gizlice namaz kılınırken Medine-i Münevvere’de bir hurma kurutma alanı mescit yapılmış, müminler burada namazlarını kılmaya, İslâm’ı öğrenmeye başlamıştır. Bu mescit Hicret’ten önce Esad b. Zürâre r.a. tarafından etrafı çevrilerek yapılmıştır.
Mekke-i Mükerreme’ye müjdeyle ve yetmiş küsur kişiyle dönen Mus’ab b. Umeyr r.a., İkinci Akabe Biatı’nın neticesinde müslümanlara güvenli bir beldenin kapısının aralandığını haber vermiştir. Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. de Medinelilerden müslümanlara ve İslâm’a canlarıyla mallarıyla destek olacaklarına dair söz almış ve hicrete izin vermiştir.
Medine-i Münevvere’ye sevinçle hicret eden müminler, bir nebze rahatlamış olsa da, burada da nice zorluk ve sıkıntıyla baş etmek zorunda kalmışlardır. İşte, İslâm’ın ilk iki nesli, “Muhacir” ve “Ensar” bu yılların yadigârı isimlerdir. Muhacirler Mekke’nin zorlu yıllarını yaşamış, taviz vermemiş ve imanı uğruna her şeyini terk edip hicret etmiş sahabilerdir. Ensar ise, bütün Arap kabilelerini karşılarına alma pahasına muhacirlere sahip çıkmış, İslâm’a ve müslümanlara kol kanat germiş kimselerdir.
Kısaca; dünya hayatı her zaman ve her devirde müminler için nice sıkıntıyla imtihan demektir. Cenab-ı Mevlâmız, bizi imtihana katlanabilen, Muhacir ve Ensar’ın izinde bir nebze sebat edebilen kullarından eylesin. Kalbimizi vatan-ı aslîmizin muhabbetiyle doldurup, fani dünyanın muhabbetini azaltsın.
Tevfik ve inayetiyle…