Âriflerin Sohbetinde
Kıldığımız her namazda Fatiha suresinde Cenab-ı Mevlâmız’ın ifadesiyle dua ederken; “Bizi doğru yola, nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların ve sapmışların değil.” deriz.
İmam Kuşeyrî k.s. hazretleri Letâifü’l-İşârât adlı tefsirinden bu ayet-i kerimeleri şöyle açıklar:
“O yol, Allah’a vâsıl olmuş evliya ve asfiyâların yoludur. Ayetin devamında da açıklandığı gibi sırat-ı müstakîm, Allah Tealâ’nın özel nimetler ihsan ettiği peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve sâlihlerin yoludur. Gazaba uğrayanlara ve sapmışlara gelince: Onlar Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden mahrum bırakılmış, kendi hallerine terk edilmiş, kulluk edebini zayi etmiş, taatten kaçmış ve nefsinin elinde kalmış kimselerdir.”
Sırat-ı müstakîm üzere olmak, ancak bu yol üzere yürüyenlerle bir arada olmakla gerçekleşecektir. Tarih boyunca velîlerin, âriflerin vazifesi öncelikle yolu belirgin kılmak, yolculara kılavuzluk yapmak olmuştur. İnsanlara istikameti göstermede, himmet ve gayretlerini hayırlı olana çekmede rehber olmuşlardır. Hem sözleriyle hem halleriyle...
Ashab-ı Kiram’ın meclislerinde Efendimiz s.a.v.’in söz ve hallerinin konuşulması bundandır. Tabiîn ve sonraki nesillerin sözlerinin, tavırlarının özenle seçilip kitap haline getirilmesi de onların bize rehber olması içindir. Sohbet meclislerinde ellerden, gönüllerden düşmeyen eserlerin de sâlihlerin sözlerini, menkıbelerini ihtiva ediyor olması bundandır. Çünkü onlar hikmet ehli zatlardır. Her daim güzel hal üzere olmuşlar, güzelliği sevmiş, iyi olanı tercih etmiş ve istikamet üzere yürümeye gayret etmişlerdir. Onların sözleri, hayatlarından hatıralar, menkıbeler de bugün bize rehberlik etmeye devam ediyor.
Allah dostlarının sözleri bizi kendimize getirir, yaratılış hakikatimizi hatırlatır. Âriflerden Şeyh Muhammed Murad el-Özbekî k.s. hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Mevcudatın yaratılmasındaki sır ve en büyük gaye; İslâm, iman ve ihsan mertebelerinin kemali ile hakikatine ermektir. Buna ‘hakka’l-yakîn’ mertebesi denir. Bu da bütün varlığını Allah Tealâ’ya ibadet yolunda yok saymak, hakka’l-yakîn mertebesine ermiş zatların kalp aynasında kemâl bulmaktır. Bunun yolu da onların sohbetlerine muhabbetle devam etmek, yollarına tâbi olmak, kalp ile onlara bağlanmak (rabıta yapmak) ve onların güzel hallerine boyanmakla gerçekleşir.”
İnsanoğlu ruh ve bedenden yaratılmıştır. Ruh manevi tarafını, beden ise maddi tarafını temsil eder. Beden nefs tarafındadır, ruh ise akıl tarafında. Bedenin istekleri nefs üzerinden ruhu ele geçirirse insan isteklerine mahkum olur. Kutlu yolun rehberleri, ruh ve beden mücadelesinde, nefsin arzularına nasıl galip gelineceğini, yüzün hak ve hayırlı olana nasıl döndürüleceğini öğretir.
İbn Acîbe rh.a. hazretleri şöyle buyuruyor:
“Kalp katılığının ilacı şunlardır: Zikir ve huşu ehli kimselerle sohbet etmek, irfan ehli kâmil mürşidlerin huzur ve nazarlarında bulunmak, nafile oruç tutmak, insanlar uyurken gece kalkıp namaz kılmak, her şeyi ayakta tutan ve hiç uyumayan Cenab-ı Mevlâ’ya yalvarıp yakarmak.”
İmam Şafiî rh.a. hazretleri bir şiirinde şöyle buyurmuştur:
“Kalbim katılaşıp yollarım daralınca, senin affına olan ümidime yapıştım; bu halden kurtuluş vesilem oldu. Günahlarım gözümde büyüdü, fakat onları senin affınla kıyasladığımda affının daha büyük olduğunu gördüm.”
İbnü’l-Bennâ es-Sarakustî rh.a. hazretleri velileri inkâr edenlerin neleri kaybettiklerini şu sözleriyle ifade eder:
“Onlar hakikat ilimlerinden uzaklaştılar. Çünkü onlar nefslerin ve kalplerin cahili olup, insanın maneviyatını hiç tanımadılar. Peşine düşülmeyecek basit işlerin peşine düştüler. Bu kimseler hep maddiyat ve bedenle meşgul oldular. Halbuki her şey onlardan uzaktır, Cenab-ı Hak ise çok yakındır. Onlar bilmedikleri şeyi inkâr yoluna gittiler ve görülen maddenin ötesinde bilinecek hiçbir şey yok zannettiler. Verâ sahibi ve gerçek akıl sahibi bir hakikat ehli onları mana âlemine çağırınca onu inkâr ettiler, zındıklıkla suçladılar ve bid’at çıkardığını söylediler. Onlar bu hastalıklı bakış ile kendi anlayışlarının üstünde bir anlayış ve kendi bildiğinin üstünde bir ilim görmezler. Manevi mertebeler onlara perdelidir, göremezler.”
İrfan sahibi kimselerin kendileriyle uğraşan münkirlere cevap vermek yahut onlarla uğraşmak yerine istikamet üzere yollarına devam etmeleri, irşad ile meşgul olmaları, İbnü’l-Bennâ hazretlerinin buyurduğu hakikatler sebebiyledir. Bu yüzden Allah dostları, sımsıkı yapıştıkları müstakim yolun gerekleri ile meşgul olurlar.
Müfessir İbn Acîbe rh.a. hazretleri şöyle buyuruyor:
“Takva ve velayet makamında istikrarlı velîler Cenab-ı Mevlâ’nın müjdesine mazhar olacaklar. Hiç şüphesiz Cenab-ı Mevlâ verdiği söze aykırı davranmaz. Bu müjde şudur: Kim samimiyetle velîlere tutunur, onların usul ve tavsiyelerine tâbi olur, dinin hükümlerine sımsıkı sarılırsa, velîler o kimseye ahirette şefaatçi olur.
Allah dostlarının terbiye dairesine girip onlarla beraber olan kimselerin genel hali, kendilerini kötülükten korumak ve günahta ısrar etmemektir.”
Ebu’l-Hasan Şâzelî k.s. hazretleri de şöyle buyuruyor:
“Kim bizim ilmimizle, yani tasavvuf ilmiyle meşgul olup ondan pay sahibi olmazsa, büyük günahlarda ısrar ederken ölür de farkında bile olmaz.”
Sözü yine İbn Acibe rh.a. hazretlerinin sözü ile bitirelim:
“Dünya durduğu ve dine bağlılık devam ettiği sürece bu ümmetin içinden Allah Tealâ’ya davet eden kullar eksik olmaz. Bir kısmı Allah Tealâ’nın hükümlerine davet eder, bir başka kısmı da Allah Tealâ’yı tanımaya davet eder. Birinci kısım âlimler, ikinci kısım ise velîlerdir.”
Cenab-ı Mevlâ bizleri dinimizin hükümlerini koruyan ve öğreten âlimlerimizden ve yolumuza ışık tutan, bizlere rehber olan âriflerden mahrum kılmasın.
Tevfik ve inayetiyle…