Huşû
Huşûnun merkezi kalptir ama kalpteki bu hal bedende tezahür eder. Çünkü kavanozun dışına sadece içindeki sızar. Huşû ehlinin hareketleri sakin, Allah’a karşı son derece saygılı ve ihlâslıdır. Başına bir bela geldiğinde sükûnetle sabır gösterir.
Sözlüklerde; korkmak, itaatle boynunu bükmek, sessiz ve sakin durmak, sesini kısmak, kederli bir tavır almak, kalp yumuşaklığı ve tevazu göstermek anlamlarına gelen “huşû”, dinî bir kavram olarak Allah’a yönelmek, O’ndan korkmak ve itaat etmek ve bu itaat esnasında ihlâslı, saygılı ve sakin olmak anlamlarına gelir.
Huşûnun merkezi kalptir ama kalpteki bu hal bedende tezahür eder. Çünkü kavanozun dışına sadece içindeki sızar. Huşû ehlinin hareketleri sakin, Allah’a karşı son derece saygılı ve ihlâslıdır. Başına bir bela geldiğinde sükûnetle sabır gösterir.
Huşû, Kur’an-ı Kerim’de geçen kavramlardan biri olup, genelde kulların Allah’a karşı edepli, saygılı olmaları ve tevazu göstermeleri gerektiğini belirtmek üzere kullanılmıştır. Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz müminler kurtuluşa ermiştir. Onlar namazlarında huşû içerisindedir.” (Mü’minûn 1-2). Bu ayetin tefsiri hakkında “Onlar namazda, kalpleriyle boyun eğip teslim olmuş ve (vücut) azalarıyla sakin bir haldedir” diyen İbn Acîbe el-Hasenî k.s, ayetin tefsirine şöyle devam eder:
“Huşûnun başı, kalbin söylenen şeyi düşünmesi, bir iş yaparken kalbin hazır ve yaptığı işin farkında olmasıdır. Huşûnun sonu (zirvesi) ise yüce mabudunu (Allah’ın fiil ve sıfatlarını) müşahede içine dalarak kendi yapıp ettiğine kıymet vermekten uzak kalmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın nurlarının tecellisi anında kulun varlığı silinir gider. Bu durumda kıldığı namaz zorla yapılan bir iş değil, şükür için olur.”
Tasavvufta da huşû kavramına çok önem verilmiş ve ona ulaşmanın yolları, alametleri ve özellikleri hakkında açıklamalar yapılmıştır. Hasan-ı Basrî k.s. hazretleri huşûnun kalp için gerekli olan daimî korku olduğunu söyler. Cüneyd-i Bağdadî k.s. hazretleri ise huşûyu, kalbin Allah Tealâ’ya karşı zillet (acziyet) içinde bulunması olarak tarif eder.
Muhammed b. Ali Tirmizî k.s. hazretleri huşû sahibi kişiler hakkında şöyle der: “Huşû sahibi, istek ateşi sönen, içindeki istekten haz alma dumanı kaybolan, kalbi şeriata hürmet ve saygı nurları saçan, bu sebeple nefsi terbiye olan, fakat kalbi dirilen, onun için de organları huşû içinde bulunan kimsedir.”
Huşûnun bazı alametleri vardır. Bu alametler kişi kızdığında, kendisine herhangi bir meselede muhalefet edildiğinde veya başına bir musibet geldiğinde belli olur. Çünkü böyle hallerde huşû ehli sabreder ve tevazu ile hareket eder. Çünkü kalbi huşûya eren kişi başına gelenlerin tamamını Allah’tan bilir ve bu idrak onun hallerine yansır. Bu sebeple olayları sükûnet ve olgunlukla karşılar.
Hâce Abdullah el-Ensârî k.s. hazretleri huşûnun üç derecesi olduğunu söyler:
Birincisi: Emre boyun eğmek, hükme itaat etmek ve Hakk’ın görmesi karşısında tevazu göstermektir.
İkincisi: Nefsin ve amelin kusurlarını gözlemek, iyilik yapan herkesin iyiliğini görmek ve kendi varlığından geçme halini teneffüs etmektir.
Üçüncüsü: Mükâşefe esnasında hürmeti muhafaza etmek, halka gösterişten uzak olmak ve kendinde fazilet görmekten uzaklaşmaktır.
Huşû ile ilgili çok önemli bir diğer mesele ise kalbinde huşû olmadığı halde bedeninde huşû alemeti olanlarla ilgilidir. Bu konuda Şihabüddin Sühreverdi k.s. hazretleri şöyle buyuruyor: “Sûfilerden biri sırtını bükmüş, başını eğmiş ve görünüşte murakabeye (Rabbinin kendini gördüğünün bilincinde olma haline) dalmış gibi oturan birini görmüş ve ona: ‘Ey falancanın babası, huşû kalptedir, şu omuzlarının bükülmesinde değil’ demiştir.”
Dolayısıyla kalpte huşû meyve vermedikçe kişinin kendini huşû ehli göstermek için hallerine sükûnet vermesi, boyun bükmesi, olgun tavırlar göstermesi aslında riya yani iki yüzlülüktür. Bu hal kişinin Allah’tan uzaklaşmasına sebebiyet verir. Çünkü önemli olan başkalarının ne dediği değil, Allah’ın kuluna değer vermesidir.
Huşû öncelikle kalpte ortaya çıkar. Allah’a karşı bir yakınlık, samimiyet, ibadetlere önem verme, Allah Tealâ anılınca ürperme, sevgi bunun alametleridir. Bu hallere ulaşan kişinin derdi gösteriş değil, aksine hallerini düzeltmek ve yanlışlarını gidermektir. Üzerindeki sükûnet ve olgunluk ise kalpteki halin bir göstergesidir; yapmacık ve zorlama bir hal değildir.
Huşûdan uzaklaşan ve dolayısıyla katılaşan kalpler için İmam Kuşeyrî k.s. hazretleri şöyle der: “Kalbin katılaşması, nefse tâbi olmaktan ileri gelir. Nefsin kışkırtmaları ile kalp safiyeti bir arada bulunmaz. Kalbin katılaşmasının sonucu ise Rabbi’nden uzaklaşmasıdır.
Denilmiştir ki: Kalp katılığının başlangıcı kötü düşüncedir. Kul onu kalbinden gidermezse kötü fikre dönüşür. Kötü fikri kalbinden çıkarmazsa, azmetmeye (kesin karara) dönüşür. Kul kötülük yapma kararını kalbinden gidermezse, ilâhî emre muhalefet etmiş olur. Bu hali kalbinden silip atmazsa kalbi katılaşır, sonra üzerine mühür vurulur, tamamen kapanır. İşte o zaman nasihat ve uyarı tesir etmez.”
Kalplerin ilacı ve dirilmesi ancak ilim ve marifetledir. Marifet yani Hakk’ın isim ve sıfatları hakkında edinilen bilgi kişide Allah’a karşı saygı, sevgi ve korku oluşturur. Bu sayede kalp tekrar uyanışa geçer ve artık uyarı ve nasihatlerden ders alır hale gelir.