Görüş Bildir

Dünya Hali

Türkiye’nin Kararlı Duruşu

“Azdan az, çoktan çok gider!” Bir döneme damga vurmuş bir diziye ait bu söz, Türkiye’nin 2016’dan beri özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ye karşı geliştirdiği yeni dış politika anlayışının özeti niteliğinde. İkili ilişkilerde gelinen nokta, artık “talimat alan, uygulayan ülke” perspektifinin ötesine geçti. Türkiye şimdilerde “ABD’den gelecek haberleri” beklemiyor; aldığı kararları kendinden emin bir şekilde, gizli kapaklı da değil, dünyaya duyurarak uygulamaya başlıyor.

Barış Pınarı Harekâtı tam olarak böyle bir tutumla icra edildi. ABD Başkanı Donald Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderdiği tehdit dolu mektuba, Temsilciler Meclisi’nde ülkemize karşı çıkarılmak için gayret edilen ambargolara ve sözde Ermeni soykırımı yasa tasarısına rağmen... Alınan sonuç ise Türkiye’nin istediği gibiydi.

Bunca badirenin üzerine, puslu havada göz gözü görmezken yapılan ABD ziyareti çok yoğun tartışmalara neden oldu. Trump’ın gönderdiği mektuba nasıl karşılık verileceği merakla beklenirken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve halkına yapılan böyle bir saygısızlık üzerine bu ziyaretin olmaması gerektiği kamuoyunda günlerce konuşuldu. Fakat reel politiğin gereği olarak seyahat gerçekleştirilmeliydi. Çünkü siyasî, diplomatik ve ekonomik gelişmeler, Washington yönetimi ile masaya oturmayı zorunlu kılıyordu. Nihayet 13 Kasım 2019 tarihinde ziyaret gerçekleşti.

Trump, açık ya da örtülü verdiği nezaket sınırlarını zorlayan onca mesaja rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesinin evvelinde “Cumhurbaşkanı ile çok iyi dostuz. Uzun zamandır dostuz. Birbirimizi, nereden geldiğimizi ve sorunlarımızı çok iyi anlıyoruz. Bahsettiğimiz bölgede Türkiye’den birçok insan hayatını kaybetti. Bu konuda da bir şeyler yapmamız gerekiyor. S-400 ve F-35 konularını da görüşeceğiz.” şeklindeki açıklamayla -sosyal medyadan paylaştığı fikirleri nedeniyle kendisiyle çelişse bile- her iki ülke adına da olumlu bir giriş yapmış oldu.

Erdoğan’ın, Temsilciler Meclisi üyesi senatörlerle görüşme isteğini geri çevirmedi ve kahir ekseriyetle Türkiye aleyhine çalışan Lindsay Graham’la bir grup Cumhuriyetçi’yi Beyaz Saray’a çağırarak bir araya gelmelerini sağladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan söz konusu görüşmede; YPG/PYD’nin terör örgütü olduğunu ve PKK’nın yan kolu olduklarını, Amerikalıların ısrarla “Mazlum Kobani” diyerek bir kahraman gibi servis ettiği terörist Ferhat Abdi Şahin’in PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın manevi evladı olduğunu ve yüzlerce sivilin hayatını kaybettiği saldırıları gerçekleştirdiğini net ifadelerle ve gür sesle aktardı.

Bir saat on beş dakika süren heyetler arası müzakerenin peşi sıra kameralar karşısına geçen iki lider, verimli bir çalışma icra ettiklerini vurguladılar. Erdoğan’ın güvenli bölgeye ilişkin değerlendirmeleri, FETÖ elebaşının iadesi talebinin yinelenmesi ve ABD Başkanı tarafından gönderilen iki mektubu iade ettiğinin altını çizmesi, Türkiye açısından diklenmeden dik durmanın, özgüven ve cesaretin öncelendiğinin göstergesiydi. S-400 ve F-35 konularının yeniden masaya yatırıldığı, üzerine çalışılacağının zikredilmesi ise meselenin ilerleyen süreçte çözüleceğinin işaretiydi. Trump’ın “Türkiye ve ABD ittifakı, NATO ve Ortadoğu için çok önemli bir güç. Kürtlerle hiçbir sorunumuz yok. Terör örgütleriyle sorunumuz var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Kürtlerle çok iyi ilişkisi mevcut, Türkiye’de de Kürtler var ve her türlü imkânlara sahipler. Erdoğan’a daha barış içinde ve müreffeh bir Ortadoğu için sağladığı işbirliği ve ortaklık nedeniyle teşekkür ediyorum. Onun büyük bir hayranıyım.” sözleri, Türkiye’nin tezleri konusunda ikna olduğu anlamına geliyor.

ABD ile Marshall Yardımları ve Truman Doktrini’nin topraklarımızda uygulanmaya başlamasıyla temeli atılan “müttefiklik”, aradan geçen yetmiş iki yılda çok defa Okyanus ötesinin güdümünde hareket etmek şeklinde uygulandı. 1960, 1980, 28 Şubat ve 15 Temmuz darbelerinde düğmeye hep Amerika bastı. “Amerika’nın çocukları” her seferinde meşru yönetimleri ve sivil iradeyi baltalamaya çalıştı. Türkiye’yi bir üs şeklinde kullanan ABD artık eskisi gibi davranamayacağını anlamış durumda.

Hiç şüphe yok ki ABD, küresel siyasette kendi çıkarları için her yolu mübah sayıyor. Bugün böyle davranırken elbette yarın bambaşka bir çehreye de bürünebilir. Fakat esas hakikat şu: Türkiye artık emir eri modunda bir üçüncü dünya ülkesi değil. Ve Amerika buna göre pozisyon almak zorunda. Türkiye kararlılıkla ayağa kalktığı müddetçe de böyle olacak.

Pentagon Rotasını İran’a Çeviriyor

Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında Suriye’nin kuzeyi meselesinde yaşanan gerilim şimdilik ülkemiz lehine tatlıya bağlanmış olsa da, bu durum ABD’nin Ortadoğu’yu ihmal ettiği yahut ötelediği anlamına gelmiyor. İran’la uzunca bir süredir restleşen ABD yönetimi, eski Başkan Obama’nın iktidarında bu ülke ile ilişkilerini daha ılımlı bir zemine çekmeye çalışmış ve her iki ülke liderinden de diyaloğa açık olunmasına yönelik sıcak mesajlar paylaşılmıştı. Fakat Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte, İran’a yönelik, özellikle İsrail destekli yürütülen sert diplomatik söylemler kaldığı yerden devam ediyor. ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, “nispeten ılımlı” Başkan Trump’a rağmen İran’a gözdağı vermeyi sürdürüyor.

Pentagon’a bağlı çalışan Savunma İstihbarat Ajansı (DAI) geçtiğimiz ay İran’ın askerî gücüne yönelik bir rapor yayınladı. Buna göre İran, yakın gelecekte insansız hava aracına ve füzelere yatırım yapacak. Hatta bununla da yetinmeyerek kara kuvvetlerini acil müdahale tugaylarına dönüştürmek üzere yeniden şekillendirecek.

Rapor, ülkedeki Devrim Muhafızları Ordusu’nun yeni savunma stratejisinin “Ruhani yönetimini koruma, devamlılığını tesis etme, her türlü iç ve dış tehdide karşı hazır olma ve bölgede baskın güç unsuru haline gelme” hedeflerini belirlediğini aktarıyor. Yine İran’ın askerî doktrininin, teknolojik anlamda ileri Batılı devletlerin ordularına karşı güçlü bir direniş inşa etme üzerine kurgulandığı belirtiliyor. Geri püskürtme, düşmanın insan ve maddi kaynaklarını kullanılamaz hale getirecek sertlikte olacak ve bunu sağlamak için ülke füze kabiliyetini hiç olmadığı kadar güçlendirecek.

Raporda şu ayrıntı da dikkat çekiyor. İran, ABD gibi “gelişmiş” Batılı ülkeleri yenemeyeceğinin farkında. Bunun için bulunduğu coğrafyadaki hedefleri -muhtemelen İsrail kastediliyor- vurabilecek balistik füzeler üzerinde çalışıyor. Ayrıca Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı’nda yapılacak olası nakliyatları bertaraf edecek sahil güvenlik unsurları ve sınırları dışında operasyonlar yapacak vekil örgütler oluşturma yaklaşımı içinde. Dahası, mevcut füze envanterini geliştirip, daha hassas ve yıkım etkisi çok daha fazla olan balistik füzeleri konuşlandıracak!

Ayrıntılı raporun neden hazırlandığını şu sözümona tespitlerin satır aralarından anlıyoruz: “Birleşmiş Milletler, İran’a yönelik silah ambargosunu 2020’de kaldıracak. Gelecek on yılda İran, başka ülkelere müdahale veya müttefik ülkelerde kalıcı üsler kurmak gibi girişimlerle bölgede daha geniş çaplı operasyonlar yapabilecek!”

Derin Amerika’nın, İran’a silah ambargosunun kaldırılmasını engellemek için hazırladığı ve uluslararası kamuoyuyla paylaştığı bu bilgilerin büyük oranda safsatadan ibaret olduğuna kuşku yok. Raporun geçen ay İran’da artarak yayılan sokak eylemleri ile neredeyse aynı zamana denk gelmesi tesadüf değil. Bununla birlikte İran’ın dünyayı endişelendirecek türden nükleer çalışmalar yaptığı da biliniyor. Ancak Washington’un amacı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek! Durum, İran’la kol kola hareket eden Rusya ve Çin gibi iki büyük devleti de ilgilendiriyor. Umarız ABD yeni bir savaşın düğmesine basmaz.

Bolivya’da Amerikan Darbesi

Latin Amerika “darbeler bölgesi” olarak biliniyor. Darbeyle 1954’de Paraguay’da, 1964’te Brezilya’da, 1971’de Bolivya’da, 1973’te Şili ve Uruguay’da, 1976’da da Arjantin’de faşist askerî yönetimler kurulmuştu. Kıtanın kuzeyinin, yani Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin bu noktadaki “payı”nı sanırım tahmin ediyorsunuzdur!

1960’lı yıllarda “Amerikan Orduları Konferansları” ABD’de oluşturulmaya başlanmış, bu tarihlerden itibaren Latin Amerika ülkelerinde darbeye teşebbüs eden ve başarılı olan askerlerin tamamı burada eğitim almışlardı. Bu “Amerikan Orduları Konferansları”nın görevi de enteresandı: “Latin Amerika ülkelerini ABD ile işbirliğine hazırlamak ve onları Sol-Marksist örgütlenmelerin etkilerinden korumak!”

Bu, kâğıt üzerindeki gerekçe. Aslolan ABD ile çıkar çatışması yaşayan her devleti cezalandırmaktı. Nitekim Arjantin’deki Juan Peron ve Brezilya’daki Getulio Vargas yönetimleri sırf bu nedenle Latin Amerikalıların deyimiyle “Büyük Şeytan” tarafından hedef tahtasına oturtulmuştu. Keza, daha çok öncelerden başlamak üzere Küba, Porto Riko, Kolombiya, Panama, Nikaragua, Meksika, Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Grenada, Venezuela, Guetamala gibi ülkelerde de kanlı müdahalelerin ana aktörü aynıydı: ABD!

Bugünlerde filmin başa sardığını söylemeliyiz. Venezuela için yapılanlar hepimizin malumu. Nicolas Maduro, yoğun çaba sarfederek Juan Guadio üzerinden sahnelenmeye çalışılan dış kaynaklı oyunu bozmuştu. Tehlike halen pusuda beklese de büyük oranda atlatılmış durumda. Şimdi de Bolivya benzeri bir durumla karşı karşıya. Ülkenin Cumhurbaşkanı Evo Morales görevinden istifa ederek Meksika’ya sığındı. 20 Ekim 2019’da yapılan seçimlerde oy sayımı durdurulmuş, siyasî protestolar artmış, sokak gösterileri başlamış, bunun üzerine Amerikan Devletler Teşkilatı seçimlerde “kritik ihlaller” yapıldığına işaret eden bir rapor yayınlayarak Bolivya’yı iyiden iyiye karıştırmıştı. Askerler ülkeyi kasıp kavuran protestolara müdahale edemeyeceğini ilan edince de, Morales en mühim dayanaklarından birini yitirdi. Kimilerince askerî darbe, bazılarınca da halk ayaklanması olarak tarif edilen olaylar Morales’i çıkmaza ve istifaya sürükledi.

Akıllara şöyle bir soru gelebilir: “Morales çok demokrat bir siyasetçiydi de onun için mi darbecilerin hedefi oldu?” Askerî düzen üzerine bina edilmiş yönetimlerin hiçbiri için “özgürlükçü” diyemeyiz. Lakin, tıpkı Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi gibi liderlerin akıbetine yönelik söylediklerimizi Morales için de sağımıza solumuza bakmadan tekrarlayabiliriz: Hiçbir idare zorla ve cebren alaşağı edilmemeli. Ayrıca bugün Yemen, Libya ve Irak’ın durumu, Morales sonrası Bolivya için de söz konusu olabilir.

Bolivya’nın sâbık Cumhurbaşkanı, ülkesini ekonomik anlamda vasatın üzerine çıkarmıştı. Halk da bunu gündelik hayatın her noktasında hissetmeye başladı. Fakirlik yüzde kırk beş oranında azaldı, asgarî ücret yüzde seksen sekiz arttı. Öyle ki, Bolivya uluslararası kuruluşlar tarafından gelir adaletsizliğine son veren nadir devletlerden biri ilan edildi. Fakat 2016’da Morales tekrar seçilip seçilemeyeceğine dair referandumu az bir farkla kaybedince, Anayasa Mahkemesi’nden karar çıkararak tekrar seçilmenin önünü açtı. Böylece tabanın tepkisini topladı. “Kuzey’den esen rüzgâr” da fırsattan vazife çıkararak Bolivya’yı bugünkü noktaya getirdi.

Eski cumhurbaşkanının ülkede hâlâ geniş bir kitlesi bulunuyor. Geri dönmesi biraz zor olsa da, Bolivya siyasetinde Morales’çi halk kitlesinin etkin olacağına şüphe yok. “Sam Amca” ortalığı karıştırmazsa tabii!



Semerkand Dergi Logo