Dünyanın Süsüne Aldanmak
Yüce Mevlâ, kıyamet vaktine kadar dünyayı insanoğluna mekân olarak takdir etmiş, dünya nimetlerinin de onun süsü olduğunu bildirmiştir.
Nereden gelip nereye gittiğinden, burada ne için bulunduğundan gaflete düşenlerin, bu gelip geçici süslerle oyalananların, bunun kavgasını hayat gayesi bilenlerin ebediyet yurdunda yıkıma uğrayacağı da haber verilmiştir.
Dünya süsünün daha önce görülmedik ölçüde çeşitli ve cezbedici olduğu bu çağda dünya ile irtibatımızı gözden geçirmek, nimeti külfete dönüştürmemek bakımından hayatî önem taşıyor.
“Dünya” kelimesi, insanın ölümden önceki hayatı ve bu hayatı yaşarken ilişkili olduğu varlıklar, bunlarla ilgili eğilimleri, tutum ve davranışları için kullanılan bir kelimedir. “Yakın olmak” veya “en yakın” manalarına gelir. Bu bağlamda, Kur’an-ı Kerim’de altmış bir yerde, ahiret ve ahiret hayatının karşılığı olmak üzere “yakın hayat” anlamındaki “el-hayâtü’d-dünyâ” ifadesi kullanılır.
Dolayısıyla “ahiret” kavramı, bu yakın hayatın ardından gelecek olan “sonraki hayat”ı ifade eder. Ayrıca dünya kelimesinin, “denâet” kökünden gelip “alçaklık, kötülük” anlamlarını da barındırdığı belirtilir. (Bkz. Diyanet İslâm Ansiklopedisi, X, 22)
İnsanın manevî varlığının yani kalbinin, ölümden önce ve sonrasına ait olmak üzere iki hâlinin bulunduğunu söyleyen İmam Gazalî k.s. hazretlerine göre ölümden önceki hâle dünya, ölümden sonraki hâle ise ahiret denir. Böylelikle İmam Gazalî k.s., kişinin ölümünden önceki hayatıyla ilgili eğilimleri, arzu ve istekleriyle hazlarının tamamını dünya olarak nitelendirir. (İhyâu Ulûmi’d-Dîn, III, 280)
İmam Rabbanî k.s. hazretleri ise dünyayı şöyle tarif eder: “Dünya nedir bilir misin? Kadın, oğul, mal, şan, şöhret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak’tan uzaklaştıran ve O’na ulaşmanı engelleyen her şey dünyadır.” (Mektûbât, I, 73. Mektup)
Dünya ahiret dengesi
Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde dünya hayatı ahiret hayatı ile mukayese edilmiş, ahiret hayatının daha üstün olduğuna, buna mukabil dünyanın değersizliğine dikkat çekilmiştir.
Fakat burada hemen şunu ifade edelim ki, ayet ve hadislerde dünyanın kötülenmesi veya hafife alınması, ahiret kaygısını geri plana iten hayat tarzı ile alakalıdır. Ahirete yönelik amelleri engellemediği sürece dünya hayatı, mümin için bir nimet ve ebedi saadet vesilesidir. Kaldı ki dünyadaki her şeyi insan için yaratan Rabbimiz, hem dünyanın hem de ahiretin saadetini talep etmemizi istemektedir:
“Yeryüzünde ne varsa tamamını sizin için yaratan O’dur.” (Bakara 29)
“Rabbimiz! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.” (Bakara 201)
Dünya ve ahiret hayatı mukayese edilirken dünyanın kötülenmesi ve değersizliğine vurgu yapılması, insan için süslü kılınan dünya nimetlerine aldanılmasından dolayıdır. Ayet-i kerimelerde dünya nimetlerinin bu özelliğine şöyle vurgu yapılmaktadır:
“Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmran 14)
“Mallar ve evlatlar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 46)
Bir başka ayette dünya hayatının aldatıcılığı şöyle tasvir edilir:
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ot çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki sararmış, ardından da çer çöp haline gelmiştir. Ahirette ise ya çetin bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd 20)
Görüldüğü üzere Kur’an-ı Kerim; dünya hayatının başlıca özellikleri olarak “aldatıcı”, “oyalayıcı”, “hedeften uzaklaştırıcı”, “gaflete düşürücü” ve “geçici bir süs olması”na dikkat çeker. Dünya hayatının kötülenen ve değersizliğine vurgu yapılan yönü işte budur.
Dünya-ahiret dengesinin muhafazası için bazı ayetlerde ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğu vurgulanmış, ahiret hayatının tercih edilmemesi kınanmıştır:
“Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz! Oysa ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir.” (A’lâ 16-17)
“Azan ve dünya hayatını ahirete tercih eden kişi için şüphesiz cehennem tek barınaktır.” (Nâziat 37-39)
İnsanda dünya sevgisi, yaşama sevinci fıtrî bir durumdur. Nitekim insan, ölümünden sonra hiçbir olumsuz durumla karşılaşmayacağını bilse bile yine de yaşamayı ister. Dünya ve içindeki nimetlere karşı bu temayül dengede tutulmazsa kişiyi felakete sürükler.
Allah Rasulü s.a.v., bu dengeyi bozma meylini gösteren eşlerini gelen vahiyle uyararak ya dünya hayatının süsünü ya da Allah’ı, Rasulü’nü ve ahiret yurdunu tercih etmelerini istemiştir. Böylelikle başta kendi ailesi olmak üzere kıyamete kadar gelecek olan müminlerin önüne güzel bir ölçü koymuştur:
“Ey Peygamber! Eşlerine de ki: Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız gelin size bir şeyler vereyim, sonra da güzellikle sizi serbest bırakayım. Yok eğer Allah’ı, Rasulü’nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız şunu bilin ki, Allah içinizden iyiliği seçenlere büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb 28-29)
Bir taraftan dünya malının tatlı ve çekici olduğuna (Buhârî, Cihâd, 37) dikkat çeken Rasul-i Ekrem s.a.v., diğer taraftan bu cazibeye kapılanları ikaz kabilinden, dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değerinin olmadığını hatırlatmış (Tirmizî, Zühd, 13) ve ahiret nimetleri karşısında dünya nimetlerinin değersizliğine şöyle işaret etmiştir:
“Ahiret nimeti karşısında dünya nimeti, sizden birinizin parmağını denize batırması gibidir. O parmak denizden ne kadar su ile döner, ona bir baksın!” (Tirmizî, Zühd, 15)
Dünya karşısında insanların durumu
Ahiret saadeti dünya hayatında elde edilir. Bu açıdan dünya bir fırsat yeridir. Ahiret saadetinin elde edilebilmesi için dünyanın terk edilmesi gerekmez. Dünyada refah içinde yaşanarak da ahiret mutluluğu elde edilebilir. Ahiretini kaybedenler ise dünyada da mutlu olamazlar. Bu manada ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde dünyanın kötülenmesi, “dünyanın süsü” olarak tarif edilen nimetlerin ilahî rıza istikametinde değil, nefsin arzuları doğrultusunda kullanılmasındandır.
Bu münasebetle yüce dinimiz İslâm, maddenin mahkûmu olmak yerine ona hâkim olmayı tavsiye eder. Dünya nimetleri ile olan ilişkilerimizde uhrevî dengeyi muhafaza etmemizi sıkı sıkıya öğütler.
Böylece mümin, dinî bir hassasiyet ve uhrevî bir şuurla dünyaya mahkûm olmak yerine ona hâkim olmalı, dünyevî imkanları Allah Tealâ’nın rızasına ve kendi ahiret saadetine uygun şekilde kullanmalıdır. Bu varlık ve imkanlar kötülenen dünyadan değildir. İnsanın maddeye mahkûm ve bağımlı olması dünyadır. Maddenin birinci planda ve üstün tutulması dünya; mananın öncelenmesi ve üstün tutulması ise ahirettir.
Şu halde kötülenen dünya, kişinin kalbi ile nesneler arasında kurduğu sağlıksız ilişkiden ibarettir. (Diyanet İslâm Ansiklopedisi, X, 22). Ebu Safvân er-Ru’aynî rh.a., bu durumu şöyle özetler: “Kişinin dünyada sırf dünya için yaptığı her şey dünya; ahiret için yaptığı her şey ahirettir.” (Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, I, 444)
İmam Gazalî k.s. hazretlerine göre insanlar, Kur’an-ı Kerim’de dünyanın süsü olarak tanımlanan bütün bu dünyevî varlık ve imkânlara karşı takındıkları tavra göre üç gruba ayrılırlar:
• Ahirete iltifat etmeksizin yalnızca dünyaya bağlananlar.
İnsanların büyük bir kısmının bu gruba dahil olduğunu belirten İmam Gazalî k.s., bunların Kur’an-ı Kerim’de, “Tâğût’un kulları ve yaratıkların en şerlileri” (Mâide 60) olarak tanıtıldıklarını belirtir.
• İlk zümrenin tam aksine, bütün çabalarını ahirete yönelten ve dünyaya iltifat etmeyenler.
• Dünya ve ahiretin hakkını verenler.
Peygamberlerin de dahil olduğu bu son zümre insanların en faziletlisidir. Çünkü din ve dünya işlerini gerektiği gibi yürüten kimse “Allah’ın halifesi”dir. Allah Rasulü s.a.v.’in buyurduğu üzere insanların tamamı Allah’ın iyâli (Allah Tealâ’nın gözetiminde ve himayesinde) olduğuna göre (Müslim, Itk, 16) onlara hizmet etmek de ibadetten, hatta en faziletli ibadetten sayılır. (Gazalî, Mîzânü’l-Amel, 58)
Aldanmanın alameti nedir?
Dünya nimetleriyle iç içe yaşayan insanın bu nimetlerin süsüne meyletmemesi mümkün müdür? Ya da meyletmesinin tezahürü nedir? İnsan bunun farkında olabilir mi?
Bu sorulara Hz. Mevlâna k.s. hazretlerinin şu tespitiyle cevap aramaya çalışalım: “Suyun gemi içinde olması geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, onun hedefe gitmesine yardımcıdır.” (Mesnevî, 985. beyit)
Dünya-insan ilişkisini, gemi-su ilişkisiyle dile getiren Hz. Mevlâna’ya göre geminin hareketi için suyun varlığı nasıl gerekli ise, insan için de dünyevî imkân ve ihtiyaçlar o derece lüzumlu ve hayatîdir. Menziline ulaşabilmesi için nasıl ki geminin yolu denizden geçer; uhrevî hedeflerine ulaşabilmesi için de insanın yolu dünyadan geçer.
Ancak bu yolculukta geminin altında olması gereken su içine dolarsa gemi batar. Aynı şekilde dünya denizinin suyundan yani mal, mülk, evlat, hırs, şöhret gibi ziynetlerden insanın içine, yani kalbine sızma olursa insan gemisi batar, helak olur.
Kalbe girmemesi şartıyla dünya nimetlerinin az veya çok olması önemli değildir. Zira nefsine tâbi olmuş, onun arzularının peşinden koşan kimse hiçbir şeye sahip olmasa da dünyaya aldanmış demektir.
“Dünyanın süsü” diye tanımlanan nimetlerden bahseden ayetlerdeki ortak vurgu şudur: Mal, mülk, eş, evlat, altın, gümüş, hayvanlar, ekinler ve buna benzer imkânlar, dünyanın süsü ve geçici menfaatleridir. Kalıcı olan ahiret yurdu ve Rabbimizin katındaki mükâfattır. Bu süslere takılıp asıl gayesini unutan kişi aldanmış; sahip olduğu imkânları ilahî rıza istikametinde kullananlar ise sonsuz mükâfata tâlip olmuşlardır.
Dünyanın ziynetine aldanmanın temelinde dünyalıklarla yetinme, onlara takılıp kalma ve ahirete yönelik bir unutkanlık ve gaflet söz konusudur. Bu gafletin oranına göre kişinin aldanmışlığı belirlenir. Yukarıda İmam Gazalî hazretlerinin belirttiği gibi, gafletinin şiddetinden bütün ilgi ve iltifatını dünyaya ayıranların ahirette ateşten başka bir nasibi yoktur:
“Kim yalnız dünya hayatını ve onun süsünü isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını orada (dünyada) tastamam öderiz. Orada bir eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları şeyler boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmakta oldukları da boş şeylerdir.” (Hûd 15-16)
Tamamen dünyaya yönelip ahireti unutmak mümine yaraşır bir hal olmadığı gibi, dünyayı terk edip bütün vaktini bir tür ruhbanlık hayatına hasretmek de tasvip edilmemiştir. Nitekim Allah Rasulü s.a.v., Abdullah b. Ömer, Ebü’d-Derdâ ve Osman b. Mazûn r.anhüm gibi sürekli ibadetle meşgul olup kendilerini ve ailelerini dünya nimetlerinden yoksun bırakan kimselerin sözlerine şahit olmuş ve onları şöyle uyarmıştır:
“Sizler şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz. Dikkat edin! Allah’a yemin ederim ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve en çok takvalı olanınızım. Bununla beraber ben oruç tutarım, oruçsuz da bulunurum, nafile namaz kılarım, uyurum, kadınlarla da evlenirim. Her kim benim bu sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1)
Rabbimizin muradını en iyi anlayan ve tatbik eden Rasulullah s.a.v. olduğuna göre, O’nu örnek alarak yaşamak, Yüce Mevlâ’nın şu ölçülerine uymamızı da sağlayacaktır:
“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste. Ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de (insanlara) iyilikte bulun. Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 77)
“Kim de mümin olarak ahireti ister ve ona ulaşmak için gereği gibi çalışırsa, işte böylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.” (İsrâ 19)
Dünyaya yakayı kaptırmamak için
Bunca ilahî ikaz ve nebevî öğütlere rağmen hem kendi yaşantımıza hem de etrafımıza bir göz gezdirdiğimizde ferdî, ailevî ve toplumsal düzeyde olmak üzere farklı oranlarda yakamızı dünyaya kaptırdığımızı tespit etmek hiç de zor değil. Eğer sadece kendimizi düşünüyor, kendimiz için yaşıyor, kendimize yatırım yapıyor, etrafımızdakileri umursamıyor, bana ne mantığı hayatımızın merkezinde ise, yakamızı dünyaya kaptırdık demektir.
Çocuklarımızın geleceğini planlarken, yönlendirmelerimizi iyi bir üniversite, iyi bir iş, rahat bir hayat mantığı üzerinden kurguluyor, gönüllerini ve maneviyatlarını ihmal ediyorsak, yakamızı dünyaya kaptırdık demektir. Sırf gözümüz alıştı veya değişiklik olsun diye evdeki eşyaları sürekli değiştiriyor; daha iyisini, daha lüksünü, daha modaya uygun olanını borçlanma pahasına temin ediyorsak, yakamızı dünyaya kaptırdık demektir.
Haftada bir akşam bile olsa ailece oturup sohbet tadında bir muhabbet, bir ders yapamıyor, bunun aksine elimizdeki son model cihazlarla bir köşeye çekilip yuva sıcaklığını hissedemiyorsak, yakamızı dünyaya kaptırdık demektir.
Konuyla alakalı daha derin analizler yapmak mümkün olmakla beraber asıl sorunun, Rabbimiz ile hukukumuzun zayıf olmasından kaynaklandığı kanaatindeyiz. Kalplerimizi belli seviyede istila eden gaflet hastalığı, fertten aileye, aileden topluma sirayet etmekte ve dünyevî kaygılarımız uhrevî hedeflerimizin önüne geçmektedir.
Ne yapmalı?
Sorunun çözümü noktasında Kehf suresinin 28. ayeti bize ışık tutuyor:
“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözünü onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.”
Bu ayet, Kureyş’ten bazılarının Efendimiz s.a.v.’e gelip, etrafındaki fakir müminleri yanından kovması halinde kendisiyle görüşüp konuşabileceklerini söylemeleri üzerine nâzil olmuştur. Beydâvî rh.a.’in de belirttiği gibi bu ayet, üstünlük ve şerefin bedenî ve maddî ziynette değil, gönül ziynetinde olduğunu ifade eder. (Beydâvî Tefsiri, III, 279)
Ayet-i kerimenin mefhumundan hareketle, Efendimiz s.a.v.’in şahsında bütün müminlerden şöyle bir duruş isteniyor:
Eğer, her hal ve durumda Rabbiyle hukukunu canlı tutan ve sadece O’nun rızasını gözetenlerle beraber olmak için sebat gösterirseniz, dünyanın süsüne meyletmemiş olursunuz. Eğer, kalbi Allah’ın zikrinden gafil olan, nefsanî arzularına tâbi olan ve işi gücü aşırılık olanlara tâbi olursanız, dünyanın süsünü tercih etmiş olursunuz.
Dünyanın süsüne takılmamak için evvela kalbimizin gafletten kurtulup zikirle uyanması gerekir. Bunun için öncelikle samimiyetle tevbe etmeli ve dünyanın süsünün kalbini zikirden alıkoymadığı bahtiyar kullarla beraber olmalıdır. Ayet-i kerimede ifadesini bulduğu gibi:
“(Onlar öyle) adamlardır ki, ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyar. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur 37)