Afiyet ve Yakîn
Hz. Peygamber s.a.v. döneminde müslüman olmakla birlikte O'nu görerek sahabî olma derecesine erişemeyen zâtlar vardır. Hadis ilmindeki tabiriyle "muhadram" denilen ve Tâbiînden sayılan bu zâtların büyüklerinden biri de, Humus valiliği de yapmış olan Evsat el-Belcelî rh.a.'dir. (Ziriklî, el-A‘lâm, 2/31-32)
Evsat el-Belcelî rh.a. bir gün Humus Camii'nin minberine çıktı ve Hz. Ebubekir r.a.'dan işitmiş olduğu bir hadis-i şerifi nakletti. Bu hadis-i şerifi Rasul-i Ekrem s.a.v.'in vefatından bir yıl sonra, Medine-i Münevvere'ye geldiğinde, müminlerin emiri ve halifesi olan Ebubekir Sıddık r.a.'dan bizzat dinlemişti. Humus Camii'nin minberinde, ondan işittiklerini şu sözlerle nakletti:
"Ebubekir Sıddık r.a.'ın şöyle dediğini işittim:
– Rasulullah s.a.v. hicretin ilk yılında bu mescidde tıpkı böyle bir cuma gününde ayağa kalktı. Babam anam ona feda olsun...
Bu sözlerden sonra Ebubekir r.a. duygulandı, boğazı düğümlendi, ağladı ve gözyaşlarına boğuldu. Ardından şunları söyledi:
– Rasulullah s.a.v. hicretin ilk yılında aramızda ayağa kalktı, babam anam O'na feda olsun, sonra şöyle buyurdu:
"Allah'tan afiyet isteyiniz. Çünkü bir kula yakîn (kesin iman) bahşedildikten sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir." (Buhârî, el-Edebü'l-Müfred nr. 724; Tirmizî, Daavât 106; Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ 9/324, 325; İbn Mâce, Dua 5; Ahmed, el-Müsned 1/184, 185, 198, 217; Bezzâr, el-Müsned 1/202-203; Tayâlisî, el-Müsned 1/7-8)
Hadis-i şerifin Tirmizî'deki ve diğer bazı kaynaklardaki rivayetinden, bu sözleri esnasında Hz. Peygamber s.a.v.'in de ağladığı anlaşılmaktadır. O'nun, ileride ümmetinin başına gelecek fitneler, nefsaniyetin, şehvet ve hırsın galebe çalması, mal biriktirme, makam mevki hırsına kapılmaları gibi afetler sebebiyle ağladığı; günahlardan korunabilmeleri için onlara af ve afiyet istemelerini emir buyurduğu nakledilir.
Afiyette olmak ne demek?
Af ve afiyet kelimelerini incelediğimizde sözlükte şu manalara geldiği görülür: Af, yapılan bir hatadan, günahtan dolayı cezalandırmanın terk edilmesi, görmezden gelinmesi ve silinmesidir. Afiyet ise dinde fitnelerden selamette olmak, bedenin de her türlü kötülük, hastalık ve sıkıntıdan güvende olması anlamındadır. Dikkat edilirse, her türlü afetten selamette olmak anlamına gelen afiyet, aslında affı da içine alan daha kapsamlı bir kelimedir.(Mübârekfûrî, Tühfetü'l-Ahvezî, 10/3)
Efendimiz s.a.v. "Hiç kimseye, yakîn dışında afiyetten daha hayırlısı verilmemiştir." buyurmuştur. Bazı rivayetlerde "Dünya ve ahiret için afiyet isteyiniz…" lafızları da yer alır. Aslında kulun kurtuluş ve selametinin tam ve kâmil manada olabilmesi; iki cihanda da ancak afiyet ve yakîn ile hasıl olabilir. Çünkü yakîn, kişiyi ahiretteki cezalardan muhafaza ederken afiyet de onun hem kalbini hem bedenini hastalıklardan korumuş olur. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Bu hadis-i şerif, "Allah bir kulu sevdiğinde onu belalara uğratır!" hadisiyle çelişmiyor mu?
Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Bu hadis-i şerifte emredilen afiyet talebi, bir kulun nefsine, dinine ve dünyasına gelebilecek kötülükler içindir. Dünya ve ahirette afiyette olmanın anlamı ise, günahlardan dolayı azaptan ve hesaba çekilmekten selamette olmaktır. Böyle bir nimete eren kişi, insanlar için kefaret yerine geçen cezalar ve hastalıklar gibi her türlü musibetten de kurtulmuş demektir. Zira başa gelen belalar, iman ehli kimseler için Rablerinin huzuruna tertemiz çıkmalarını sağlayan, onları dünyada arındıran cezalandırmalardır. Böyle bir takibattan kurtulur ve cezalandırılmayı gerektirecek günahlardan da selamette olursa, günahlarına kefaret sayılacak acı ve elemlerden de selamette kalmış olur. Çünkü kefaret sayılan bela ve musibetler, kefareti gerektiren işlerden dolayı olur.
Âlimlerimiz bu hadis-i şerifte şöyle bir ima ve işaretin de bulunduğunu söylemişler: Rabbine karşı tam anlamıyla hayâlı olan kullara düşen vazife, Allah Tealâ'dan öncelikli olarak rızasını değil, affını istemeleridir. Çünkü ilahî rızaya ancak her türlü rezilliklerden korunmuş ve uzak durmuş tertemiz kişiler layık olur. Fakat günahlara bulaşmış ve çok hata işlemiş kimselere ilahî rahmetten aflarını istemekten başkası layık olmaz. (Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 4/108)
Görüldüğü gibi Rasul-i Ekrem s.a.v.'in öğrettiği bu dua, içinde türlü türlü faydalar barındıran özlü bir duadır. Mümin kullara düşen, çok uzun sözlerle dua etmeye muhtaç bırakmayan bu afiyet duasını olabildiğince çok yapmaktır. Çünkü bunun faydaları bizzat Sevgili Peygamberimiz s.a.v. tarafından ifade buyrulmuştur.
Mümin bir kula yakînden sonra, yani kesin iman nimetine eriştikten sonra afiyetten daha değerli ve hayırlı bir şey verilmediği ifade edildiğine göre, buna sahip olan her türlü hayrı da kendisinde toplamış demektir. Hadis-i şerifin bazı rivayetlerindeki lafızlarından da açıkça anlaşıldığı gibi afiyet kelimesi dünya ve ahirete ait işleri kapsamaktadır. Afiyete nail olan kimse ise iki dünyada da selamete ermiş olmaktadır. Nitekim Allah Rasulü s.a.v.'in amcası Hz. Abbas r.a.'dan nakledilen bir hadis-i şerifte bu husus açıkça belirtilmektedir.
Ebu’l-Fazl Abbas b. Abdülmuttalib r.a. şöyle nakleder:
– Ya Rasulallah! Bana Allah Tealâ’dan isteyeceğim bir şey öğret, dedim.
– Allah’tan afiyet dileyin, buyurdu.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra tekrar yanına geldim, yine:
– Ya Rasulallah! Bana Allah Tealâ’dan isteyeceğim bir şey öğret, dedim.
– Ey Abbas, ey Rasulullah’ın amcası! Allah’tan dünya ve ahirette afiyet dileyin, buyurdu." (Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, nr. 726; Tirmizî, Daavât 85; Ahmed, el-Müsned 3/290-3/303)
Hz. Abbas r.a.'ın defalarca müracaat ederek Allah Tealâ'ya dua edeceği bazı sözler öğretmesini istemesi üzerine, Efendimiz s.a.v.'in her defasında afiyet istemesini tavsiye buyurması, yakînden sonra afiyete hiçbir şeyin denk olamayacağına açık bir delildir. Zira Rasul-i Ekrem s.a.v. amcası Abbas r.a.'ı babası yerine koyar, bir evladın üzerinde babanın ne hakkı var ise amcasını da öyle görür, ona göre davranırdı. Bu kadar önem ve değer verdiği birine bu duayı ısrarla tavsiye etmiş olması, duaya istekli ve hevesli olanları bu duayı yapmaya ve buna devam etmeye bir teşvik anlamına gelir. (Mübarekfûrî, Mir‘âtü'l-Mefâtîh 8/254-255)
Bu rivayetler ve daha başka hadis-i şerifler dikkate alındığında, afiyetin sadece dünya ile ilgili bir temenni değil, aynı zamanda ahireti de kapsayan çok geniş manalı bir kelime olduğu görülür. Afiyet hem beden hem ruh sağlığını hem bütün sıkıntılardan kurtulmayı ifade ettiği gibi, dünyada ve ahirette insanın başına gelebilecek her fenalıktan kurtulma temennisini de ihtiva eder.
Yakîn'in mahiyeti ve kıymeti
Allah Tealâ dünyayı imtihan ve belalarla denenme yeri kılmış, insanlar için sıkıntı ve keder yurdu eylemiştir. Kullarına da başlarına gelen belalara sabretmelerini, nimetlere şükretmelerini, kaza ve kadere rıza göstermelerini dilemiştir. Bunlara katlanmak gerçekten zor, kalbin bir ameli olan sabrın elde edilmesi de kolay değildir. Kul zayıf ve acizdir. Bu yüzden Allah Tealâ, musibetlere sabır, takdire rıza ve nimetlere şükür karşılığında bol sevap ve sonsuz nimetler vaadetmiştir. Bunların tersini yapanlar da ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde açık biçimde belirtildiği üzere şiddetli azapla tehdit edilmiştir. Kulların bu bildirimleri anlamaları için işitebilecek kulaklar, görebilecek gözler yaratılmıştır.
Diğer taraftan insan azaların yanı sıra manevi cevherlerle de donatılmıştır. Tıpkı baş gözü ve kulağı gibi kalplerde de manevi göz ve kulak yaratılmıştır. Baş gözüyle gördükleriyle insanın bilgisi artar, kuvvetlenir. Kalp gözüyle idrak ettiği şeyler ise kişiyi Hak Tealâ katında daha güçlü ve güvenli kılar. İşte kalbin bu şekilde görmesine, anlamasına "yakîn" denir.
Yakîn; kesin, doğru ve değişmez bilgidir. Manevi gerçekleri kalp gözü ile görmek, gayba ait hususları müşahede ile zan ve tereddütten kurtulmak, tam bir inanç ve teslimiyete kavuşmak manalarına da gelir.
Yakînin "ilmelyakîn", "aynelyakîn" ve "hakkalyakîn" olmak üzere üç mertebesi vardır. Mesela karşıda görülen bir vadide su bulunduğunu bilmek ilmelyakîn, oraya gidip suyun bulunduğunu gözle görmek aynelyakîn, oradaki sudan içmek de hakkalyakîn olarak zikredilebilir.
Her kime yakîn verilmiş ise, Allah Tealâ'nın haber verdiği şeyler onun için gözle görülerek şahit olunmuş gibidir. Bu yüzden onun imanı karar kılmış, sükûnete ermiştir. Böyle kişi, hakikate dair baş kulağıyla işittiği haberleri kalp gözüyle gördüğü için hiçbir tereddütü yoktur. Hak Tealâ'nın "Sabredenlere mükâfatları elbette hesapsız olarak verilir." (Zümer 10), "Eğer sabrederseniz, bu sabredenler için daha hayırlıdır." (Nahl 126) mealindeki buyruklarını işitince, sahip olduğu yakîn ile vaadedilen karşılık onun için gözle görülmüş gibi olur. Bundan dolayı karşılaştığı sıkıntıya sabır göstermesi kolaylaşır ve sabreder. Bolluk ve nimet halinde şükredenlere vaadedilenleri de basiretiyle görür. Allah Tealâ'nın kendisi için takdir ettiklerine rıza gösterir. Böylece Rabbi de ondan hoşnut olur. Bu duruma gelmiş olan kişi, Hârise r.a.'ın bildirdiği şu hale erişmiş olur: "Cennet ehlinin orada nimet içinde olduklarını ve cehennem ehlinin de orada azap çektiklerini açıkça görür gibiyim!" (Taberânî, el-Kebîr III, 266; İbnü'l-Mübârek, ez-Zühd 1/106; Abdurrezzâk, et-Tefsîr 3/225; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 4/170; Bezzâr, el-Müsned 13/333; Kelâbâzî, Bahrü'l-Fevâid 2/653; Ebu Nuaym, el-Hilye 10/273, 277-278)
Muâz b. Cebel r.a. da benzer bir durumu şu sözlerle ifade eder: "Sanki ben bütün ümmetlerin, yanlarında peygamberleri ve Allah'tan başka taptıkları putlarıyla ilahî huzurda diz çökmüş halde ellerine kitapları verilmek üzere davet edildiklerini görüyor gibiyim. Sanki ben, cehennem ehlinin akıbetini ve cennet ehlinin de sevaplarını görüyor gibiyim!" (Ebu'ş-Şeyh, Tabakâtü'l-Muhaddisîn 4/182; İbn Şahîn, el-Efrâd s. 226-227; Ebû Nuaym, Hilye, Ma‘rifetü's-Sahâbe 2/777-778)
Yine rivayet edildiğine göre Süleyman ed-Dârânî rh.a. şöyle nakleder:
"Kardeşlerinden biri, İbn Sevbân'ı, akşam yemeğini bizde yiyelim, diye davet etti. O da peki dedi. Fakat kardeşi sabaha kadar beklediği halde gitmedi. Sabah olunca gelen İbn Sevbân kardeşine şöyle dedi:
– Eğer davetine gelmek için söz vermiş olmasaydım gördüklerimi sana asla söylemezdim. Yatsı namazını kıldıktan sonra yola koyulacaktım ki vitir namazını da kılayım dedim. Tam vitir namazını kılarken bana cennetten yemyeşil bir bahçe gösterildi, sabah oluncaya kadar onu seyrettim!" (İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk 34/257)
İşte kendilerine yakîn bahşedilmiş olanlar bu niteliklere sahip olurlar. Cennet bahçelerini seyre dalar, dünyanın elem ve lezzetlerini unuturlar. Şayet başlarına bir bela gelir de sabredenlerin sevabını müşahede ederlerse, çektikleri beladan lezzet alırlar. Eğer bir musibet ile karşılaşsalar, bunun Rablerinden gelen bir kaza (ilahî kaderin gerçekleşmesi) olduğunu müşahede eder, onu kendileri için nimet bilirler.
Acizlik ve ilahî yardım
Bu hal ve idrakten yoksun olanlar ise neredeyse hiçbir acıya sabredemez, hoşlarına gitmeyen hiçbir duruma rıza gösteremez, hemen feryat figan ederler. Böyle yapmakla işledikleri amellerin sevaplarını boşa çıkarmış olurlar. Çünkü Hz. Ali r.a. Rasulullah s.a.v.'den şöyle işittiğini nakleder: "Musibet anında, elini vuran (ah vah eden) kişinin ameli (uğradığı musibetten alacağı sevap) boşa gitmiş olur." (Deylemî, el-Firdevs 2/434; Semerkandî, Tenbîhu'l-Gâfilîn s. 260; Kelâbâzî, Bahru'l-Fevâid 1/297, 2/653)
Bir kudsî hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmuştur: "Her kim benim kazama rıza göstermez, verdiğim belaya sabretmez ve nimetlerime şükretmezse, kendisine benden başka bir Rab bulsun!" (Taberânî, el-Kebîr 22/320; Beyhakî, Şu‘abü‘l-Îmân 1/377; İbn Batta, el-İbânetü'l-Kübrâ 4/278; Ebu Nuaym, Ma‘rifetü's-Sahâbe 6/3047)
Şu halde sabredenlerin nice sevaplar kazanmasını ve razı olanların yüksek derecelere nail olmasını temin eden yakîn nimetinden nasibi olmayan kimseler için afiyetten daha hayırlısı yok demektir. Kişi afiyette bulunmak sayesinde belalar karşısında feryat edenlerin karşılaşacakları kötülüklerden selamette olur ve musibetler karşısında kızgınlık gösterenlerin kötü akıbetlerinden de emin olur. Hz. Peygamber s.a.v. Hak Tealâ'nın şöyle buyurduğunu bildirir:
"Mümin kullarım arasında öyleleri var ki, onların imanı ancak ihtiyaçları giderilince düzelir. Onları muhtaç hale düşürsem, bu durum onları bozar. Kullarım içinde öyleleri de var ki, imanları ancak sıhhatli olduklarında düzelir. Onları hasta edecek olsam bu durum bozulmalarına neden olur." (İbn Ebi'd-Dünya, el-Evliyâ s. 9, 39; Taberanî, el-Evsat 9/139; Ebu Nuaym, Hilye 8/318-319; Sülemî, Âdâbu's-Sohbe s. 118; Kudâî, Müsnedü'ş-Şihâb 2/327; Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sıfât 1/307-308)
İhtiyaçsız ve sıhhatli olmak gerçekten afiyette olmak demektir. Böyle kişiye yakînî sırların bahşedilmesi aslında afiyette olmasından daha hayırlıdır. Ama Hak Tealâ zavallı, aciz kimseleri asla helâk etmez. O'ndan bizlere hem dünya hem de ahirette afiyet ve yakîn ihsan etmesini dileriz. O gerçekten çok cömert ve ihsanı bol olandır.
Aciz olup zayıflığının farkında olan, karşılaştığı acılara dayanamayacağını bilen, bir sineğin ısırığında dahi tahammülünü yitiren kimse miskin ve mazurdur. Çünkü insanoğlu zayıf yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanıp feryat eder, imkân verildiğinde ise pinti kesilir. Bu zayıf kul, Melik ve Cebbâr olanın kendisine yüklediğine nasıl tahammül edebilsin. Ancak O'nun desteği ve güç vermesiyle buna takat getirebilir.
Nitekim Cenab-ı Hak yaratılmışlar arasında en değerli olan elçisine şu buyruğu vermekte ve onu bilgilendirmektedir: "Sabret. Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir." (Nahl 127)
Nefsindeki beşerî acziyeti ve bünyesindeki zayıflığı bilen kimse, "Rabbimiz, bize güç yetiremeyeceğimiz şeyleri yükleme!" (Bakara 286) ayetinde bildirildiği gibi, takat getiremeyeceği şeylerin kendisine yüklenmesinden Rabbine sığınır. Rasul-i Ekrem s.a.v.'in emir buyurduğu gibi Rabbinden afiyet ister. (Kelâbâzî, Bahrü'l-Fevâid 2/653-654)
Allah Tealâ'dan dünya ve ahirette af, afiyet ve bağışlanma dileyelim. Hoşlanmadığımız bir iş başımıza gelir ya da bize bir acı isabet ederse, O'nun yardımını istemek maksadıyla; "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" diyelim. Yani, her türlü kötülükten kaçmak ve her türlü iyiliği işlemek ancak Allah'ın yardımıyla olur. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.