Görüş Bildir

Ey Âşık-ı Dildâde

Ey âşık-ı dildâde, gel nûş edelim bâde
Bir bâde gerek ammâ kim içile me’vâde.

Sâkîsi ola Mevlâ, akdâhı ânın esmâ
Bir kez nûş eden kat’â, gam görmeye dünyâda.

Bir kez içen âşıktır, yolunda hem sadıktır
Aşk öğrete lâyıktır, Mecnûn ile Ferhâd’a.

Ol câma olan tâlib, cân ile ola râgıb
Nefsine ola gâlib, dil bağlaya üstâda.

Nûş eyleyen ol câmdan, subhu ne bile şâmdan
Ta’lîm-i cünûn eyler Mecnûn ile Ferhâd’a.

İşit bu Sezâî’den, ne gördü Fenâî’den
Dost vechini gösterdi mir’ât-ı mücellâda.

(Hasan Sezâî)

Bu ilahi, Halvetiyye’nin kollarından olan Gülşenî tarikatinin pîr-i sânîsi Hasan Sezâî k.s. hazretlerinin bir manzumesi. 1738’de Edirne’de Hakk’a yürüyen ve buradaki dergâhında medfun bulunan Sezâî-yi Gülşenî hazretleri, zamanında, “Osmanlı’nın Hâfız-ı Şirâzî’si” diye vasfedilecek kadar usta bir şair aynı zamanda.

Manzume bir “bâde”, yani “içki” mazmûnu/sembolü etrafında dönüyor. Bâde, Farsça bir kelime ve Arapçadan bizim dilimize de geçmiş “şarab”ın karşılığı. Tasavvuf şiirinde şarap, meyhâne, sâkî, mestlik yahut sarhoşluk gibi işret meclisine dair kelimeler çokça kullanılır. Mesela Yunus Emre hazretleri, bir ilahisinin başında, “Bir sâkîden içtik şarab, arştan yüce meyhânesi / Ol sâkînin mestleriyiz, canlar ânın pervânesi” der. Bilenler bilir, bu kelimeler birer benzetme unsuru olarak kullanılmakta ve elbette haram bir fiili ifade etmemektedir. Yine de benzetme maksadıyla olsa dahi tasavvuf ehlinin, masiyeti çağrıştıran, yanlış anlamalara yol açabilecek böyle sözler söylemesini doğru bulmayanlar olabilir. Şerhe geçmeden, şu meseleyi izaha çalışalım.

Malum, tasavvuf hâldir. Bâtında yaşanan mücerret hâlleri dil ile doğrudan anlatmanın imkânsız derecesinde zor olduğu ortadadır. Ancak teşbih/benzetme yoluyla, o mücerret hâle benzeyen, bilindik bazı müşahhas tutum ve davranışlarla anlatılabilir. Vahdet idraki, ilahî hakikatlerin keşfi yahut en çok da bu idrak ve keşfi mümkün kılan aşk-ı ilahî, kişiyi kendinden geçirip cezbe gibi, vecd veya gaybet hâli gibi bir çeşit sarhoşluğa sebebiyet verdiği için şaraba benzetilmiştir. Şarap ilahî aşk olunca, bu şarabı sunan sâkî “mürşid-i kâmil”, meyhâne de “dergâh” olur.

Kabaca böyledir, ama kullanıldıkları metinde yine bu çerçevede kalmak suretiyle farklı manalar yüklenebilirler. Meselâ şarap, insân-ı kâmilin nazarı yahut sohbeti manasına gelebilir. Lakin o nazar yahut sohbet de neticede kalplere Cenâb-ı Mevlâ’nın aşkını ilka eylediğinden şarabı, “ilahî aşk” manasından uzaklaştırmaz.

Böyle teşbihlerin/benzetmelerin tereddüt veya itirazla karşılanmasında, bizim “şarap” kelimesine yüklediğimiz menfi mananın da tesiri olmalıdır. Halbuki içilen her türlü sıvı, kelimenin kök manası itibarıyla şaraptır. Nitekim şurup, şerbet ve meşrubat kelimeleri şarapla aynı kökten gelir. Tıpkı Türkçede, aynı kökten gelmesine rağmen “içki” derken haram, “içecek” derken helâl olanları kastettiğimiz gibi; şaraba menfi, şerbete ve meşrubata ise müspet bir mana vermişiz. Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde cennet içecekleri bazen “şarap” kelimesiyle karşılanırken, sarhoşluk verdiği için haram kılınan içkiye daha ziyade “hamr” denildiğini hatırlamakta fayda vardır. Gerçi tasavvufî şiirlerde şarap “sarhoşluk vermesi” keyfiyetiyle umumiyetle hamr yerine kullanılmaktaysa da şaraba her metinde ve her zaman hamr manası vermekten kaçınmalı, bu mana verildiğinde ise kastedilenin münkerattan bir içki olmadığı dikkate alınmalıdır.

Hasan Sezâî k.s. hazretleri şiirine, “Ey âşık-ı dildâde, gel nûş edelim bâde”, yani “Ey sevgiliye gönlünü bağlamış âşık, gel seninle bir bâde içelim.” diyor. Takip eden mısrada ise “Bir bâde gerek ammâ ki, o bâde Me’vâ’da içilmelidir.” buyurmuş. Demek ki bu beyitte iki türlü bâde var. Biri âşığa teklif edilen halihazırdaki bir içki, diğeri daha sonra Me’vâ’da içilmesi umulan yahut temenni edilen bâde.

İkincisinden başlayalım. Me’vâ, “sığınılacak, emniyette olunacak yurt, herhangi bir yer” manasına kullanılsa da, Kur’an-ı Kerim’de biri Secde suresinin 19. ayetinde, diğeri Necm suresinin 15. ayetinde olmak üzere iki yerde cennetin vasfı veya çeşidi olarak zikredilir. Şu halde “me’vâ’de içile” diye temenni edilen bâde, cennette içilmesi umulan ve İnsan suresinin 21. ayetinde haber verilen “şarâben tahûra”, yani “tertemiz bir içecek” olmalıdır. Ayet-i kerîmede bu içkinin cennetlik kullara Rableri tarafından sunulacağının “sekâhüm Rabbuhüm” ibaresiyle ifade buyurulması ve Hasan Sezâî k.s. hazretlerinin bir sonraki beytin başında “Sâkisi ola Mevlâ” demesi, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Eğer böyleyse âşık-ı dildâdeye teklif edilen ilk bâde aşk şarabıdır ve beyitten şöyle bir mânâ çıkar: “Ey âşık, yahut Hak âşığı olduğunu iddia eden kişi! Gel aşk şarabını içelim, Allah Tealâ’ya olan aşkımızı artıralım ki bu aşkla ifa eylediğimiz kulluk, bizi Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’in razı olduğu kullar zümresine dahil ederek cennete ve Cemâl’e erdirsin. Rabbimiz Cennet-i Me’vâ’da şarâben tahûr içmeyi bizlere de nasip ve müyesser eylesin! Zira bu dünyada aşk şarabını içmekten asıl maksat, ebedî âlemdeki o şarabı içebilmektir.

Burada, “gönlünü Hakk’a bağlamış âşık” diye nitelendiği halde, muhatabın sanki âşık değilmiş gibi, âşık olması için aşk şarabı içmeye çağrılması iki inceliğe işaret eder. Birincisi, muhatap Hak âşığı olsa dahi, “gel nûş edelim bâde” dâveti, “gel aşkımızı daha da artırıp alevlendirelim” demektir ki, me’vâ bâdesini içebilme ihtimalini artırır. İkincisi, “âşık-ı dildâde”nin aşkını zâhirî bir iddia olmaktan çıkarıp kalbe yerleştirme teklifidir. Dildâde, “gönül veren, gönül bağlayan” manası dışında bazı tarikatlerde dervişlerin âşıklık alameti olsun diye başlarına sardıkları renkli, ince bir sarık manasına da gelir. Buradan hareketle ilk mısrayı, “Ey zâhiren âşıklık iddiasında bulunan derviş; gel hakiki âşık olalım” diye anlamak da mümkündür. Zaten sonraki beyitlerde bu aşk bâdesi nedir, nasıl içilecektir, nasıl hakiki ve sâdık âşık olunacaktır? Bunun yolu yordamı anlatılır.

Biraz evvel İnsan suresi 21. ayetiyle irtibatlandırdığımız “Sâkisi ola Mevlâ” temennisi, ilahî aşkın Hak Tealâ’nın ikramı olduğu hakikatini de ifade eder. Cenab-ı Mevlâ Maide suresinin 54. ayetinde sevip övdüğü mümin kullarını tanıtırken, “yuhibbuhum ve yuhibbûnehû”, yani “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” buyurmuş. Müfessirler buradan hareketle Allah Tealâ bir kulunu sevdi mi, onun kalbine aşk-ı ilahîyi yerleştirir, demişlerdir. İlahî aşkı, tâ Bezm-i Elest’te kalbe vurulan bir mühür gibi anlamak da mümkündür ve bu dahi aşk bâdesini ikram eden asıl sâkînin Cenab-ı Hak olduğunu bildirir.

İlahî bir ikramın eseri olan aşk bâdesini nasıl anlarsak anlayalım, bu ikramdan nasiplenmenin tek yolu zikrullahtır. “Akdâhı ola esmâ” ibaresi bu hakikate işaret eder. Akdâh, “kadeh” kelimesinin çoğuludur. Esmâ’dan maksat Cenab-ı Hakk’ın isimleridir. Kul Allah Tealâ’nın hangi ismini zikrediyorsa o ismin tecellilerine mazhar olur. Bu mazhariyet Hak âşığının aşkını ziyadeleştirip onu kendinden geçirdiğinden, esmâ zikri kadehlere, zikirle gelen tecelliyatın alevlendirdiği aşk bu kadehlere dolan bâdeye benzetilmiştir. Bu manada ilahî aşkın zevkine varanlar asla dünya gamı görmeyeceklerdir. Çünkü onlar dünyayı gözden de gönülden de çıkarmış mestânelerdir artık.

Aşk bâdesini bir kez içen âşıklar, maşukuna vuslat için koyuldukları yoldan sapmazlar. Aşklarına sâdıktırlar. Kalplerinde sevgilinin aşkından başka her ne varsa çıkardıklarından, başka bir şeye meyletmezler. Hak âşıkları, Mecnun ve Ferhat gibi meşhur âşıklara aşk öğretse yeridir; zira aşk yolunda onlardan çok daha ileri bir menzildedirler.

Böyle bir menzile, böyle bir zevk haline ulaşmak istedikleri için o aşk bâdesine tâlip olanlar, önce bu taleplerinde samimi olacak, bunu cân u gönülden isteyecektir. Sonra nefsini yenmek için varıp bir üstada, bir mürşid-i kâmile gönül bağlayacaktır. Eğer bunları layıkıyla yapar, o aşk bâdesinden nasiplenirse kendini, yani beşerî varlığını kaybedecektir ki bu kelime-i tevhîdin nefyini, yani “lâ ilâhe” kısmını hakka’l-yakîn yaşamaktır.

Kelime-i tevhîdin başındaki nefy edatı olan lâ, ‘lâmelif’ harfiyle yazılır ve bu harf ayaklı bir kadehe benzetilir. Aşığın “Lâ ilâhe” demesi, bu kadehten içerek kendinden geçmesi, kendini de bütün her şey gibi nefyetmesidir. Böyleleri artık geçmişi ve geleceği dert etmez, hâli yaşarlar. Subhun, yani sabahın hesabını şâm’dan, yani akşamdan yapmaz, yahut sabahı akşamı bilmezler. Görenler onların deli olduğuna hükmederler. Beşer aklıyla, aşktan mahrum bir kalple, bu dünyanın ölçüleriyle bakınca öyledirler. O kadar ki onlar divanelikte Mecnun’a da Ferhad’a da hocalık yapacak bir mahviyyet hâli içindedirler. Fakat işte böyle bir hâli kuşanmayınca ispata varmak, hakkıyla “illallah” demek, “her nereye baksa Dost’un vechini orada görmek” mümkün olmamaktadır.

Son beyitte Hasan Sezâî k.s. hazretleri kendisinin böyle bir makama, böyle bir mazhariyete nail edildiğini, bu nailiyetini de mürşidi Lâlî Muhammed Fenâî k.s. hazretlerine borçlu olduğunu söylüyor. Onun talimat ve rehberliğiyle seyr u sülûkunu tamamlamış, gönlünü mâsivâdan arındırarak mücellâ, yani zikirle cilalanmış, parlak, temiz bir ayna kılmıştır. “Yere göğe sığmam, mümin kulumun gönlüne sığarım.” hadis-i kudsîsi mucibince Cenâb-ı Mevlâ böyle gönüllerde tecelli edecek, padişah elbette mamur bir haneye konacaktır. Ve ancak böyle gönüllerin sahipleri, “Allah Tealâ’yı görüyormuş gibi ibadet eden” muhsinler zümresine dahil olarak huzura ereceklerdir.

Son beyitteki “mir’ât-ı mücellâ”yı, yani zikrullahla Hakk’ın tecellisine imkân verecek derecede cilalanmış kalbi, “ne gördü Fenâî’den” ibaresinden hareketle, Fenâî hazretlerinin, dolayısıyla evliyaullahtan mürşid-i kâmillerin kalbi diye anlamak da mümkündür. Bu takdirde Hasan Sezâî k.s. hazretleri “Dost’un vechini” mürşidinin gönlünde görmüştür ki, Efendimiz s.a.v.’in, “Allah’ın velî kulları öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah Azze ve Celle hazretleri hatıra gelir.” hadis-i şerifine delalet eder.

Öyle veya böyle, bu son beyti Hasan Sezâî k.s. hazretlerinin bir tefâhuru/övünmesi gibi anlamamak lâzım. Hazret-i Pîr bize kendisini misal göstererek, aşk bâdesini içmek için bir sâkîye varmamızı salık veriyor. Başka türlü lâ’dan geçip illâ’ya varmak zor görünüyor çünkü.



Semerkand Dergi Logo