Görüş Bildir

Bu Aşk

Bu aşk bir bahr-i ummandır, buna hadd ü kenâr olmaz
Delîlim sırr-ı Kur’ân’dır, bunu bilende âr olmaz.

Süregeldik ezelîden, pîrim Muhammed Ali’den
Şarâb-ı lâ-yezâlîden, içenlerde humâr olmaz.

Eğer âşık isen yâre, sakın aldanma ağyâre
Düş İbrahim gibi nâre, bu gülşende yanâr olmaz.

Kıyamazsan ser ü câna, ırak dur girme meydâna
Bu meydanda nice başlar, kesilir hiç sorâr olmaz.

Hak ile hâk olanlara, kendi özün bilenlere
Dost yolunda ölenlere, kan pahâsı dinâr olmaz.

Biz âşığız biz ölmeyiz; çürüyüp toprak olmayız
Karanlıklarda kalmayız, bize leyl ü nehâr olmaz.

Bak şu Mansur’un işine, halkı üşürmüş başına
Ene’l-Hakk’ın firâşına, düşenlere tımâr olmaz.

İşte bu sırr-ı Kur’ân’dır, “Küllü men aleyhâ fân”dır
İki kapılı bir handır; konan göçer, karâr olmaz.

Seyfullah sözünde mesttir, şeyhinden aldığı desttir
Dîvâne-râ kalem nîsttir, ne söylese kınâr olmaz.

(Seyyid Nizamoğlu)

Bu ilahi, 16. asır Halvetî-Sinânî şeyhlerinden Seyyid Seyfullah Kâsım Efendi k.s. hazretlerine aittir. Ümmî Sinân k.s. hazretlerinin en meşhur halifelerinden olup, babası Şeyh Seyyid Nizâmeddin Ahmed Efendi’ye nispetle bazı manzûmelerinde “Seyyid Nizamoğlu” mahlasını kullanır. Pek çok Allah dostu gibi, ilahî aşkın verdiği mestânelikle söylediği şiirlerinde aşktan, âşıkların hallerinden dem vurur.

İlahinin başında sınırı ve kıyısı olmayan bir ummana, sonsuz bir denize benzettiği aşk, Allah aşkıdır. Bunun böyle olduğunun delili ise sırr-ı Kur’ân’dır. Kur’ân-ı Kerîm’in sırrı, âyet-i kerîmelerin bâtınî mânâlarındadır ki bu mânâlara Rasûl-i Kibriyâ s.a.v.’in vârisi olan ilim irfan ehli insân-ı kâmiller vâkıf olur.

Nitekim onlar, Bakara suresinin 165. âyetinde geçen ve müminlerin Allah Tealâ’ya olan muhabbetini nitelemek üzere beyan buyurulan “eşeddü hubben” ibaresini “en şiddetli sevgi, sınırı ve ölçüsü olmayan aşk” diye anlamışlardır. Kur’ân’ın bu ve benzeri sırlarına vukûfiyet, onları âşık kılmış, kendi varlıkları da dahil, fâni olan her şeyden vazgeçirerek, kınayanların kınamasına aldırmadan, her an Sevgili’nin zikrinde O’na kavuşmak için yola revan eylemiştir. Dolayısıyla Allah aşkının sonsuzluğuna, şiddetine delil gösterilen sırr-ı Kur’ân ile, Hak âşıkları da kastedilmiş olabilir. Onlar, ilahî aşkı şahıslarında âdeta mücessem hâle getirmiş, tavır ve davranışlarıyla bu aşkın sonsuzluğuna ve şiddetine delil olmuşlardır.

İlahî aşka düşüp kendini bu aşkın şiddetine ve sonsuzluğuna kaptıranların en belirgin alâmeti “melâmet”tir. Melâmet, âşığın hem kendi nefsini kınaması, hem de diğer insanların kınamasına yol açacak beşerî kayıtları dikkate almamasıdır. “Bunu bilende âr olmaz” ifadesindeki “arsızlık” ile kastedilen melâmettir. “Ar”, utanma ve çekinme demektir. Melâmî-meşrep Hak âşıklarında utanma ve çekinme olmaması, bile isteye tercih edilen bir kabalık veya edepsizlik değildir. Halk tarafından beğenilme yahut takdir edilme beklentisinden, gösterişten ibaret içi boş muaşeret kaidelerinden uzak durma çabasının yahut aşk gelince aklın baştan firar etmesinin neticesidir. Üstelik “Kınayanların kınamasından korkmamak”, Maide suresinin 54. ayet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere “Allah Tealâ tarafından sevilen, onların da Allah’ı sevdiği müminlerin” vasfıdır. 

Sinâniyye, Halvetiyye’nin bir koludur ve Halvetiyye silsilesi Hz. Ali r.a. üzerinden Efendimiz s.a.v.’e bağlanır. “Süregeldik ezelîden, pîrim Muhammed Ali’den” mısraı bu irtibatı anlatmaktadır. Öte yandan Ehl-i Sünnet çizgisindeki bütün tarikat silsileleri, birbirlerine ve bağlılarına Rasûl-i Ekrem s.a.v.’den devraldıkları ilahî aşkı aktarırlar. Ezelde, yani Bezm-i Elest’te “Belâ!” nidasıyla kalbimize nakşettiğimiz bu aşk, lâ-yezâlî bir bâdeye; yani zevâli olmayan, hiç bitmeyen bir şaraba benzetilmiş ki Hak âşıkları her dem içtikleri bu şarabın sarhoşlarıdır. Melâmet hâli biraz da bu sarhoşluğun eseridir ve bu sarhoşluğun humârı olmaz. Humâr, sarhoşluk hali geçtikten sonra içkinin verdiği baş ağrısı olduğuna göre, ilahî aşkın şarabından içenlerde manevî zevk bitmediğinden ayılma da humâr da yoktur.           

Aşkında sâdık olan gerçek âşıklar Hz. İbrahim a.s. gibi Sevgili uğrunda ateşlere atılmaktan korkmazlar. Ağyâre kulak vermez, masivaya aldanmazlar. Hak uğrunda dünyevî eza ve cefalara pabuç bırakmazlar. Onlar kâmil bir imanla, “Hasbünallahu ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-nasîr” diyerek, “Allah bize yeter; O ne güzel vekil, ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır” emniyetiyle sadece Allah Tealâ’ya sığınırlar. Ve elbette El-Vedûd olan Cenâb-ı Erhamü’r-rahimîn onlara imdâd eyler, ezâlarını safâya, atıldıkları ateşi gül bahçesine çevirir. 

Seyyid Seyfullah k.s. hazretleri sonraki beyitte, aşk iddiasında bulunanlara, Cenâb-ı Mevlâ’ya böyle bir itimatla teslim olamayacak; ateşe atılmayı, candan ve serden geçmeyi göze alamayacaklarsa, aşk meydanından uzak durmalarını ihtar ediyor. Aşk meydanı, tasavvuf terbiyesinin verildiği, ilahî aşkın talim edildiği dergâhlardır. Orada nefslerin başı kesilir de soran olmaz. Sâlik, mürşidinin rehberliğine teslim olmak suretiyle ser vermedikçe yol alamaz.

Tasavvuf terbiyesinde önce kişinin kendini, kendi özünü bilmesi esastır. Kendini bilmek, beşeriyetinin fâni, âdemiyetinin bâki olduğunu bilmektir. Kendini bilmek kulluk gibi bir hüviyetle aziz kılındığını bilmektir. Kendini bilmek, aslını, hakikatini, Allahu Azîmü’ş-şân’ı bilmektir. Allah’ı bilen O’na âşık olur, O’nu arar, O’na kavuşmak iştiyakıyla yanar kavrulur. Bunun için fâni unsurlardan kurtulması, Hak yolunda, “ölmeden evvel ölmesi” gerekir. Böyle ölenlerin kan pahası para cinsinden dünyalık meta değildir. Onlar ebedî bir dirilikle cennet ve Cemâl ile mükâfatlandırılır.

Hak âşıkları ölmez, çürüyüp toprak olmaz, kabir karanlığında kalmazlar. Onlar ölen, çürüyüp toprak olan cisimlerini çoktan terk etmiş, daha dünya hayatında iken beşeriyetlerinden sıyrılmışlardır. Zaman ve mekân kaydından âzadedirler. Onlar için gece ve gündüz, uzak ve yakın yoktur.

Takip eden beyitte pervasız bir Hak âşığı olarak Hallac-ı Mansur hatırlatılır. O, kendisinde Hakk’ın tecellilerinden başka hiçbir fâni unsur kalmadığını ifade maksadıyla “Ene’l-Hak” dediği için idam edilmiş; idam edileceğini bile bile böyle bir söz söylemekten çekinmemiştir. Halkı başına üşürmesi, bu cüretkâr sözünden dolayı insanların onu kınayıp suçlamakla meşgul olması manasına geldiği gibi, etrafındaki kalabalığın onu öldürme kastı taşıdığı manasına da gelir. Her iki durumda da bir kınamaya, suçlamaya ve cezalandırmaya muhatap olduğu ve bunun behemehal gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. “Ene’l-Hakk’ın firâşına düşenlere tımâr olmaz” mısraı da bunu anlatmaktadır zaten. Ene’l-Hak diyecek kadar kendinden fâni olan âşıklar, tedavi edilemez bir aşk derdinin döşeğine düşmüşlerdir ki derman bulup kalkmalarına imkân yoktur. Tedavi manasına “tımar” kelimesinin kullanılmış olması, aşk derdinin bir çeşit delilik olduğuna işaret eder.

Mansur gibi aşk sarhoşluğuyla şatahat kâbilinden sözler söyleyerek öldürülmesinin âşığın umurunda olmaması gerektiği, dünyanın fâniliğine, her insanın nasılsa bir gün öleceği hakikatine bağlanmış. Kur’ân’ın sırrı budur denilerek, Rahman suresinin, “Yeryüzündeki her şey ve herkes fânidir” meâlindeki “Küllü men aleyhâ fân” ayeti hatırlatılıyor.

Dünya, konup göçülen iki kapılı bir han. Hiç kimse yerleşip burada ilânihâye kalmıyor. Doğumla bir kapıdan girenler, kendileri için takdir edilen ömür müddeti kadar bu handa kalıyor, sonra ölümle diğer kapıdan göçüp gidiyor. Mevlâ’sına ve sılasına kavuşmak iştiyakıyla yanan âşık, bu dünya gurbetinde eğlenmekten hoşnut olmadığı, er ya da geç ecel şerbetini içeceğini bildiği içindir ki ölümden perva etmemektedir.

Seyyid Seyfullah k.s. hazretleri son beyitte bütün bu sözleri mestlik halinde söylediğini, bu hâl ile söz söylemek için şeyhinden destur aldığını ifade ediyor. “Dîvâne-râ kalem-nîst”, “Deliye kalem yoktur” manasına Farsça meşhur bir ibaredir ve ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin, deli yahut divanelere günah yazılmayacağını anlatır. Tabiatıyla deliler söz ve davranışlarından dolayı ayıplanıp kınanmazlar. Hazret de ilahî aşkla kendinden geçip deli divâne olduğunu, bazen haddi aşmış gibi görünen sözlerinden ötürü kınanmaması gerektiğini beyan ediyor.



Semerkand Dergi Logo