Görüş Bildir

Ölen Hayvan İmiş Aşıklar Ölmez

Bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz
Bu ne yâredir ki merhem bulunmaz.

Kamunun derdine derman bulunur
Şu benim derdime derman bulunmaz.

Deryalar içinde susuz gezerim
Beni kandıracak umman bulunmaz.

Aşkın pazarında canlar satılır
Satarım canımı alan bulunmaz.

Yusuf’um yitirdim Ken’an ilinde
Yusuf’um bulunur Ken’an bulunmaz.

Yunus öldü diye salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.

(Yunus Emre)

Bugün severek okuyup dinlediğimiz ilahilerin önemli bir kısmı şifâhî gelenekten derlenmiştir. Yani başlangıçta yazılarak değil, çoğu zaman irticâlen söylenerek meydana getirilen şiirler, ezberlenmek suretiyle asırlarca dilden dile aktarılmış, daha sonra yazıya geçirilmiştir.

Fakat “cönk” denilen şiir defterlerine yahut belli bir şaire ait şiirlerin toplandığı “divan”lara dercedilen metinler, bu dilden dile aktarma sürecinde kaçınılmaz olarak birtakım değişikliklere uğramıştır. Bazı ilahilerin farklı sözlerle okunması buradan kaynaklanmaktadır.

Nitekim bahsettiğimiz farklılaşmanın tipik bir örneğini teşkil eden bu ilahinin Yunus Emre k.s. hazretlerine atfedilen sözleri, ona ait yazma divanların hiçbirinde yer almıyor. Gerçi Yunus Emre’nin “Bu ne derttir aceb, derman belürmez / Ya bu ne yaradır zahmı belürmez” mısralarıyla başlayan ve on iki beyitten müteşekkil bir şiiri var. Ancak, söz konusu şiirin bu ilk beytiyle beraber, “Aşk bazarıdır bu, canlar satılır / Sataram canımı hiç kimse almaz” ve “Âşık öldü deyü salâ verirler / Ölen hayvan durur, âşıklar ölmez” şeklindeki iki beyti dışında, yazımızın başına aldığımız ilahiye benzeyen bir tarafı yok.

Hak âşıklarının pervâsızlığını anlattığı bu şiirinde Yunus Emre, “bulunmaz” kelimesini, redif yapmak bir yana, herhangi bir beyitte kafiye olarak dahi kullanmamış.

İlahimizin Yunus Emre’ye ait olup olmadığına ve onun divanında yer alan şiirle bu ilahi arasındaki benzerlik yahut farklılığın sebeplerine dair bir yığın tahminde bulunulabilirse de bunların hiçbiri bizi kesin bir neticeye götürmez. Esasen bu gerekli de değil. Böyle metinleri Yunus Emre’ye değilse bile “Yunus Emre geleneği”ne ait bir şiir kabul edip, kim söylerse söylesin, hikmet barındıran mısralara kulak vermek daha doğru bir tavır gibi geliyor bize.

Peki, bu kadar izahatı niye yaptık öyleyse? Şunun için: Bu tür şiirlerde bir konu bütünlüğü olmayabiliyor. Sonradan eklenmiş beyitler, bazen diğerlerine göre farklı manalar taşıdığından, metnin tamamını kuşatan bir şerh yapılamıyor. Hatta bazen “Bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz / Bu ne yâredir ki merhem bulunmaz” beytinde olduğu gibi aynı beytin mısraları dahi birbiriyle kolayca telif edilemiyor. Biz yine de kulun Mevlâsına akıl ve fikr ile değil, ancak aşk ile varabileceğinden ve aşkın, merhemi olmayan yahut zahmı belirmeyen, yani dışardan bakınca görünmeyen bir yara olmasından hareketle bir irtibat kurmaya çalışıp şerhe koyulalım.    

“Bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz” mısraındaki “akıl”, insana bahşedilen temyiz kabiliyetidir. Fakat bu kabiliyet aktif halde değilse, kullanılamıyor yahut doğru kullanılmıyorsa “yok” hükmündedir. Kur’an-ı Kerim’de hep “akletmek” şeklinde fiil olarak geçmesinin hikmeti budur.

Beyitteki “fikir”den kasıt ise, akıl yürüterek ulaşılan görüş, kanaat veya zanlardır ki bunların doğru olma ihtimali kadar yanlış olma ihtimali de vardır. Ol sebepten tasavvuf ehli akla ihtiyatla yaklaşır. Aklı reddetmez, büsbütün kıymetsiz saymaz ama “eşyanın kanunlarından mürekkep” bir aklın haddini aşıp akıl erdirilemeyecek “aşkın” bir sahada söz sahibi olmasını da doğru bulmaz.

İnsan akıl yürüterek bir Yaratıcı’nın varlığını anlayabilir ama O’nun sıfatlarını, insanı ve kâinatı yaratmadaki maksadını, ahiret âleminin safahatını bilemez. Hakikati bilmek yahut bulmak için akıl kâfi gelseydi peygamberler gönderilmez, hakikatin sadece akılla bilinebileceğini iddia eden felsefeciler ihtilafa düşmezlerdi.

Mevlâ’yı bulduran, kulu Rabbine götüren yol aşkla kat edilir. Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s hazretleri “Aşktır vâsıta-i vuslat-ı yâr / Aşktır râbıta-i kurb-ı nigâr” buyurmuştur. Yani yâr-ı hakikî olan Cenâb-ı Mevlâ’ya ulaşmanın vasıtası da O’na yakınlığın imkânı da aşktır. “Bağ” manasına gelen akıl; maddî âlemde nesneler, hadiseler, mefhumlar arasında irtibat kurmamıza imkân verse de manevî âlemde, hele de Hakk’a giden yolda insanın ayağına köstek olur. Gerçi sâlim bir akılla da yol alınır alınmasına ama ömür bitmeden yol biter mi, orası şüpheli. Zira Mevlâna k.s. hazretlerinin buyurduğu gibi, “Akıl haccetmek için deve ararken, aşk, Safâ tepesine çoktan çıkmış olur”.

Hakk’a vuslatın vasıtası olan aşk, Mevlâ’ya giden yolun her adımında biraz daha alevlenen bir yürek yangınıdır. Dolayısıyla derttir, meşakkattir. Söndürülemeyen bir ateş, dermanı olmayan bir dert, tükenmeyen bir meşakkattir bu. Öyle de olması gerekir. Zira Mevlâ’ya giden yolu, yürek yangınının alevleri aydınlatır. Üstelik bu kadar kıymetli bir vasıtaya can pahasına sahip olunabilir ancak. Candan vazgeçmeyenin cânan aşkı kuru bir iddiadan ibarettir. Onun içindir ki fani unsurlardan kurtulmaya, sevgili uğrunda can vermeye vesile olan aşk derdi, bütün meşakkatleriyle âşığın canına minnettir.

Nitekim “Kamunun derdine derman bulunur / Şu benim derdime derman bulunmaz” beytinde aşktan, aşk derdinden değil; aşkın kifayetsizliğinden, aşk ateşinin azlığı sebebiyle âşığın yol alamamasından, maddî varlığından geçip fenâ bulamamasından şikâyet ediliyor.

Aşk derdinin dermanı daha fazla aşktır, daha fazla meşakkattir. Dolayısıyla aranan derman derdin kendisi olduğu için, aşk derdinin dermanı yoktur denilmiştir. Aşkın dermanı yoktur ama aşk refrefine ulaşmanın feleğin çemberinden geçmekten başka yolu da yoktur. Feleğin çemberinden geçmek, hem Efendimiz s.a.v.’in Mirac’ında olduğu gibi eflâkin, yedi kat göğün üzerine çıkmaktır -ki her biri bir felek çemberidir-; hem de dünyanın bütün meşakkatlerine şikâyetlenmeden göğüs germektir. 

Aşkın dermansız bir dert sayılmasının bir diğer sebebi de bu derdin sevgiliye vuslat dışında hiçbir şeyle teskin edilememesidir. Âşık deryalar içindedir ama susuzluktan yanmaktadır. İçemediğinden değil elbette. Bir ummanı bile içse susuzluğunu yani sevgiliye kavuşma iştiyakının yakıcılığını dindirememektedir. Deryaları dünyalıktan mecaz olarak da anlamak mümkündür. Bu takdirde, insanların ne kadar dünya metaına sahip olurlarsa olsunlar asla itminan bulamayacakları hakikatine işaret edilmiş demektir. Hatta içilen deniz suyunun tuzlu olması hasebiyle, susuzluğu gidermek bir yana, daha da artırması misali, dünyalık kazandıkça itminan arayışı da şiddetlenecektir. Fakat aşkla yola koyulmayıp dünya içinde kaldıkça beyhude bir arayıştır bu.

Can verilip aşk alınan aşk pazarında âşığın canına müşteri bulamaması dahi henüz ölmeden evvel ölemediğine, yâre vuslat vasıtası olabilecek kıvamda bir aşktan mahrum olduğuna delâlettir. Aşk pazarı, tasavvuf terbiyesinin talim edildiği dergâhlardır. Aşk ateşinin yakıldığı bu ocaklarda yola giren sâlikten iradesini terk ederek yolun rehberine, mürşidine bir meyyit gibi teslim olması istenir. Anlaşılan o ki bir sıkıntı vardır bu teslimiyette. Zira satılık ettiğine göre hâlâ âşığın canı üstündedir ve “meyyit” vasfını kazanamamıştır.

“Satarım canımı alan bulunmaz” mısraı, kendi gayretiyle candan geçemeyen, beşerî varlığından kurtulmak için yardım isteyen bir dervişin feryadıdır. Yine de sabırla hep tezgâhta tutmak şartıyla canı pazara çıkarmak, âşıklara mahsus pervâsızlıklar cümlesindendir. 

Hz. Yusuf a.s.’ın kıssasına telmihte bulunulan, “Yusuf’um kaybettim Ken’an ilinde / Yusuf’um bulunur Ken’an bulunmaz” beytinin, bu kıssaya dair tefsir ve yorumlar dikkate alındığında, ilahideki akışın dışında bir yerde durduğu görülüyor. Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en güzeli manasına “ahsenü’l-kasas” diye nitelenen Hz. Yusuf kıssası, tasavvufî açıdan da ele alınmış; umumiyetle, Yusuf’tan muradın “vahdet”, Ken’an’dan muradın ise “kesret” olduğu ifade edilmiştir. Dünya kesret âlemidir. Vahdeti perdeler, vahdete ermek isteyenleri, Yusuf’u kaybeden Yakup a.s. gibi üzüntü ve keder içinde yaşatır. Yusuf, yani vahdet bulunduğunda artık kesret perdesi kalkmış, üzüntü ve keder gitmiş; Ken’an, yani kesret âlemi ortadan kalkmıştır.

Hz. Yusuf a.s. kıssasıyla alâkalı olarak Buharalı büyük âlimlerden Sadru’ş-Şerîa rh.a., “Te’vîl-i Kıssa-i Yusûf” adlı müstakil bir risale yazmış, orada da mesela Hz. Yusuf’un kardeşlerine, kuyuya, kanlı gömleğe, Yusuf’u kurtaran kervana, Mısır’a, hâsılı kıssanın bütün unsurlarına tasavvufî manalar vermiştir. Ona göre de Yusuf, nefha-i ilâhî olan ruh, gönül yahut kalb-i selîm; Ken’an ise beden ülkemizdir. İnsan kalb-i manevîden ibaret kalıp gönlünü sahibine tahsis ederse, artık “ben” diyebileceği müstakil bir varlığının kalmadığını görecektir.

İlahinin sonundaki, “Yunus öldü diye salâ verirler / Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez” beyti, başta da belirttiğimiz gibi Yunus Emre’nin yazma divanlarında “Âşık öldü deyu salâ verirler / Ölen hayvan durur âşıklar ölmez” şeklindir. Yunus da bir Hak âşığı olduğuna göre bu değişiklik bir mana farklılığına yol açmaz. Çünkü ölen her halükârda insanın hayvan yanıdır. İkinci mısradaki hayvan kelimesi bir tahkir manası taşımaz. İnsanın beşer yanını, dünya hayatını sürdürmeye yarayan canlılığını ifade eder.

Yunus gibi Hak âşıklarının zaten kendilerine ait olmayan ete kemiğe bürünmüş varlıkları “mevt-i ûla” ile fenâ bulmuştur ama onlar bu ölümden çok önce “vilâdet-i sâniye” denilen ikinci ve manevî bir doğuşla ebedî hayata, ölümsüzlüğe ulaşmışlardır. Onlar “ölmeden evvel ölüp” ölümü öldüren Hak dostlarıdır. Ebedî can bulmak için can vermeye can atarlar. Mevt-i ûlâ ile öldükleri gün “şeb-i arus”tur, yani düğün bayramdır onlar için.



Semerkand Dergi Logo