Görüş Bildir

Gönül Aşka Mesken

Gönül Aşka Mesken
Cân ü dilde hâne kıldın âkıbet
Sen beni mestâne kıldın âkıbet.

Şol aşkın zincirin tahrîk eyleyip
Sen beni dîvâne kıldın âkıbet.

Aşk-ı bî-pervâya mahrem eyledin
Akıldan bîgâne kıldın âkıbet.

Dâne-i nâçizdim ben zîr-i hâkde
Dâneyi yüz dâne kıldın âkıbet.

Dâne iken bağ u bostân eyledin
Hâki pür-kâşâne kıldın âkıbet.

Cümleden kat’ ettin çün şu gönlümü
Vâsıl-ı cânâne kıldın âkıbet.

Hamr-ı vahdetten içirdin tab’ıma
Rûhumu peymâne kıldın âkıbet.

Sâkî-i gülzâr-ı cansın dem-be-dem
Gönlümü meyhâne kıldın âkıbet.

Ey Fakîrullah bu Hakkı bendeni
Âşık-ı ferzâne kıldın âkıbet.
(Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s.)

Cenâb-ı Mevlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyurur. Rabbimize hakkıyla kulluk edebilmenin ubûdiyyet ve ibâdet olmak üzere birbirini tamamlayan iki rüknü vardır: 
Ubûdiyyet, Allahu Azîmüşşân’ın birliğini, kudretini, azametini bilmek; bu marifetle O’na karşı her daim hürmet, muhabbet, tevazu ve itaat halinde olmaktır. 
İbadet ise bu hâl yahut hassasiyetin fiilen dışa vurulmasıdır. 
Tasavvuf ehli ubûdiyyeti, ibâdetlerin bâtın şartı olarak öne çıkarmış; zikrettiğimiz ayette “kulluk etsinler” mânâsına gelen ibareyi “beni tanısınlar” diye anlamışlardır. Onlara göre rızâ-yı ilâhiyi kazanma arzusu taşımayan; itaatin, şükrün, muhabbetin ve marifetullahın eseri olmayan davranışlar, bâtın şartı yerine getirilemediği için, makbûl ibadetler cümlesinden değildir.
Hakikaten de kul ubûdiyyet hâlini kuşanmayınca, huşû ve ihlâsı yakalayamaz, ibadetlerinden zevk alamaz. Tasavvuf, işte bu mahrumiyeti gideren bir terbiye sistemidir. Allah Tealâ’ya şevkle kulluk edebilmenin; ibadetleri huşû ile, ihlâsla, tam bir samimiyetle, sadece kalıpla değil kalple de ifânın yolunu yordamını öğreten bâtın fıkhıdır. 
Bâtın fıkhı, ibadetlerin şekil şartlarını öğreten zâhir fıkhı gibi okuyarak yahut dinleyerek değil, aşkla tahsil edilir. Onun içindir ki tasavvuf terbiyesinin verildiği dergâhlar aynı zamanda birer aşk mektebidir. Gönlünü tam bir teslimiyetle her biri birer “aşk eri” olan Allah dostu mürşid-i kâmillere veren sâlikler, onların talimatına riayet ettikleri müddetçe eninde sonunda ilahî aşktan nasiplenecektir.
Bu ilahide Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s. hazretleri, kendisini “âşık-ı ferzâne”, yani bütün beşerî kayıtlardan kurtulmuş, marifetullaha ermiş bir Hak âşığı” kılan mürşidi İsmail Fakîrullah k.s. hazretlerine minnet ve muhabbetini dile getirirken, kesbettiği bu aşkın tahsil safhalarını da anlatıyor. 
Tasavvuf terbiyesi yahut ilahî aşkı tahsil, mürşide teslimiyetle başlar. Tam bir teslimiyet ise aşk derecesindeki bir muhabbetle olur. Mürşidine aşkla bağlananlardır ki onun arzu ve isteklerini, kendi arzu ve isteklerine tercih eder; sözünden çıkmaz, ona güvenir, ona değer verirler. Mürşid muhabbeti, bütün muhabbet çeşitleri gibi zorlamayla husûle gelmez elbette. Gönlünü bir Allah dostuna vermek niyetiyle, nefsini, kibrini, vesveselerini dergâhların eşiğine bırakarak huzura varanların kalbine kendiliğinden yerleşir. Mürşid-i kâmillerin bir nazarı, bir tebessümü yeter kalplerin fethine. Çünkü onlar, iman nurunun simalarına aksettiği, görüldüklerinde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatan sâlih kullardır. Hadis-i şerifte beyan buyurulduğu üzere, “Allah Tealâ, sevdiği bu kullarını, arz ve semada bulunanlara da sevdirmektedir.”
İlahinin ilk beytinde bu mürşid aşkı ifade ediliyor. İsmail Fakirullah hazretlerinin “can u dilde hâne kılması”, İbrahim Hakkı hazretlerinin gönlüne girmesidir. Bu aşk sâliki mest eyleyerek kendinden geçirmiştir. Aşk, hakikaten aşk ise eğer, ister mecazî, ister ilahî olsun, kişiye nefsini hiçe saydıran mâverâî bir duygu olması hasebiyle tasavvuf ehlince makbûl ve mübarek sayılmıştır. Nitekim mürşid aşkının sâliki mestane kılması, beşerî kayıtlardan âzâdeliğe delâlettir. 
“Sen beni mestâne kıldın âkıbet” mısraı, bazı kaynaklarda “Gönlümü vîrâne kıldın âkıbet” şeklindedir. İkinci mısraı böyle alırsak, âşığın gönlünün mürşid aşkıyla virane kılınması, hem dünyevî sevgilerden arındırılarak genişletilmesi mânâsına gelir hem de hazinelerin viranelerde gömülü olduğuna işaretle, gönüldeki ilahî sırların ve ilahî aşk potansiyelinin farkına vardırıldığını anlatır.
Evet; ilahî aşk bütün müminlerin kalbinde potansiyel olarak mevcuttur. Gönüller, Elest Meclisi’nde “Belâ!” zinciriyle Cenâb-ı Mevlâ’ya bağlanmış; ruhlar bu aşkın dîvanesi olmuştur. Mürşid-i kâmilin aşk zincirini tahrik eylemesi, yani onu hareket ettirmesi, sâlike “Belâ!” misakını hatırlatması ve bu misakla kalplere yerleştirilen ilahî aşkı alevlendirmesidir ki dîvâneliğe sebeptir. Kâmil mürşidler, insanların kalplerindeki Allah aşkını, Habîb-i Kibriya s.a.v. Efendimiz’den tevarüs eyledikleri ilahî aşkın kıvılcımıyla alevlendirirler. Aşk zincirini tahrik eylemekten kasıt budur. 
Yine başka bazı kaynaklarda bu beytin ilk mısraı “Şol cünûn zincirin tahrik eyleyip” şeklinde verilmektedir. Bu takdirde delilerin zincire vurulma usûlü ve zincirin oynatılması halinde çılgına dönmeleri hatırlatılmış olur. Zincir kesret yani çokluk, zincirin oynatılması kesret örtülerinin aralanması demektir. Kesret perdelerinin aralandığı anlarda müşahede olunan tecelliyata rağmen bu mazhariyet kısa sürmekte, vahdet yani birlik idrâkine ulaşamamak âşığı dîvâne kılmaktadır. Fakat o artık mürşidinin himmetiyle aklını terk etmiş pervasız âşıkların arasındadır. Bundan memnundur, çünkü aşkla çıkılan yolda akla ihtiyaç yoktur. Gün ışımışsa mumun ışığına hacet kalmamıştır. 
İbrahim Hakkı hazretleri bu safhada önceki halini hatırlıyor ve şeyhine hitaben diyor ki, “Ben toprak altında önemsiz, değersiz, sıradan bir tohum tanesi gibi idim. Sen bu bir tane tohumu yüz tane kıldın.” Toprak altındaki tohum tanesi, topraktan yaratılan bedenimizdeki kalptir. Yüz tane kılınması ise kalbin bereketlendirilmesidir. Nitekim takip eden beyitte, bereketlendirilen bu kalp ile vücut ülkesinin toprağında etrafı gül bahçeleriyle çevrili kâşâneler inşa olunmuştur. Vücudun gül bahçeleriyle bezenmiş bir kâşâneye benzetilmesinden murat, ibadet, taat, zikir ve tecelliyatla nurlanıp zâhiren de güzelleşildiğini anlatmaktır. 
İbrahim Hakkı hazretlerinin mürşidi nihayet onun gönlünü masivadan koparmış, sonunda Cenâb-ı Mevlâya vâsıl eylemiştir. Bir yere vâsıl olmak için başka bir yerden ayrılmak gerekir. Fânî unsurlardan kopmayınca bâkî olana varılmaz. Bu da yetmez; vuslatın devamlılığı için aşk halinin gittikçe daha da şiddetlendirilerek yaşanması gerekir. Ol sebepten mürşidi ona vahdet şarabını içirmekte, onun ruhunu âdeta bu şarabın kadehi yaparak ilahî aşkla doldurmaktadır. İsmail Fakirullah hazretleri öyle bir sâkîdir ki, her dem sunduğu aşk şarabıyla âşığın gönül bahçesindeki güllere can suyu vermekte, onun kalbini böylece hep diri kılmaktadır. Bu haldeki gönül, devamlı içki içilen, devamlı bir gaybet yahut mestâneliğin yaşandığı bir meyhaneye benzetilmiştir. 
Nihayet müridin mürşidine muhabbet ve teslimiyeti, mürşidin müridine himmeti ile İsmail Fakirullah hazretleri Hakkı bendesini sonunda “âşık-ı ferzâne” kılmıştır. Başta da belirttiğimiz gibi âşık-ı ferzâne, kalbini masivadan arındırarak sahibine tahsis etmiş, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun gönlüne sığarım” müjdesine mahzar olmuş, marifetullaha ermiş Hak âşığıdır.


Semerkand Dergi Logo