Yanlış Soru Yanlış Cevap
Müslümanlar dünyanın her yerinde iki yüz yıldır aynı soruyu soruyorlar: “Ne oldu da böyle güçsüz düştük?” Bu soru kanıksanmış bir soru. Her yerde, herkes tarafından, hatta kendini İslâm ile ifade etmeyen seküler (ehli dünya) kesimlerin bile sorduğu bir soru bu. Elbette bütün müslüman toplumların, aydınların, grupların bu soruya verdikleri cevaplar farklılaşıyor. Fakat soru değişmiyor.
Sormak, rahatsız olmak ile ilgili bir şey. Kişi bir hususta şikâyetçi değilse soru da sormaz. Yani soru, sorun olunca sorulur. Nitekim “soru” anlamında “sual” kelimesi ile “sorun” anlamındaki “mes’ele” kelimesi de aynı kökten gelir.
“Soru” kelimesine eskiden “sual” denilirdi. Bizde “sormak” fiilinden “soru” kelimesi türetildi. “Sual” Arapça kökenli bir kelime. Kökü olan “seele” fiili aynı zamanda “istemek, talep etmek” anlamına gelir. Nitekim “sâil” dilenci, isteyen demektir. Aynen Fransızca “demander” ve İngilizce “to ask” fiillerinde olduğu gibi...
Demek ki sormak, istemektir. Peki neyi istemek? Kapalı bir şeyi açmayı, bilinmeyeni bilmeyi, belirsiz olanı izah etmeyi, muğlak olanı netleştirmeyi, sorunun çözülmesiyle ulaşılacak daha iyi bir konumu...
Evet, iki yüz yıllık bu soru, aynı zamanda bir sorun. Yani hem sual, hem mes’ele.
Cevabı kimde aramak gerek?
“Ne oldu da böyle güçsüz düştük?” Müslümanlar âlimi ile câhili ile, dervişi ile mollası ile, şehirlisi ile köylüsü ile, Buharası ile Istanbulu ile, her ırktan mensupları ile iki yüz yıldır bu soruyu sorup duruyorlar. Gerçekten de sorup, sonra duruyorlar. Osmanlı’nın “duraklama” döneminden bahsedenlere inat, bence asıl “duraklama” son iki yüz yıldır yaşanıyor. Çünkü yanlış bir soruya cevap verilmeye çalışılıyor. Demek ki cevabı henüz net ve ikna edici olarak, evrensel kabule şayan olarak verilmemiş bir soru bu.
Bu soru aynı zamanda evrensel bir soru. Benzeri soruları Çin gibi, Hind gibi, Japon gibi Batı karşısında güçsüzlük algısına kapılmış diğer medeniyetlerin sormadığı sanılmasın. Fakat diğer medeniyetlerin modern Batı’ya karşı dünya düzeyinde bir üstünlükleri olmadığı için, onların sorusu neyin yanlış olduğu üzerine değil, Batı’yı nasıl örnek alacaklarına dair oluyor. Osmanlı ise Batılı modernlik ile doğrudan ve en güçlü şekilde muhatap olmuş tek uygarlıktır. Zaten iki yüz yıllık bu soru mağlubiyet ifade ediyor.
İki yüz yıldır “Ne oldu da böyle güçsüz düştük?” diye soran müslümanlar elbette bir cevap istiyor. Fakat kişinin kendi sorduğu soruya kendisinin cevap araması ile, cevabı başkasından istemesi arasında fark var. Kendinize sorduğunuz soru, başkasına sorduğunuz sorudan daha yakıcıdır elbette. Aldığınız cevabı tatminkâr ve ikna edici bulmanız ile cevabınızdan çare üretmek de buna göre değişir.
Kişi başkasından aldığı cevaba öncelikle ikna olmalı, sonra benimsemeli, sonra da o cevaptan kendisine bir ders çıkarıp çare üretmeli. Müslümanlar “Nerede yanlış yaptık?” sorusunu daha çok kendi kendilerine soruyor. Fakat cevabı vermeye çalıştıklarında sadece bu soruya değil, daha derin ve tarihî daha birçok soruyu da sorup, cevap vermek zorundalar.
Kendisi olmanın gücü
Bir kere şu gerçeği bilmek gerekiyor: İslâm’ın hakimiyetinin zirveye ulaştığı evre Osmanlı Devleti’dir. “Bize ne oluyor? Niçin zayıfladık?” soruları da bu sebepten Osmanlı’nın zaafa düçar olmasıyla beraber ve öncelikle Osmanlılar’ın sormaya başladıkları bir sorudur. Yerli bir sorudur yani.
İkinci bir gerçek şu: Osmanlı Devleti’nin zaafa uğraması bu sualin temelini teşkil ediyor ama bir de sorunun etken tarafı var: Batı... Demek ki, müslümanların bu yakıcı sorusu “biz” derken öncelikle Osmanlı’yı, “ne oldu?” derken de Batı’yı kasdediyor.
Bu sorunun başka bir cephesi daha var. “Niçin biz kaybettik ve Batı kazandı?” sorusu aynı zamanda müslümanların güç tanımını ve güç açlığını da ima ediyor. Müslümanların “güç” kavramını Batı’nın güç kavramı ile özdeşleştirdiği açık. Maddî olan ve ahlâkî rengi olmayan bir güç bu. Ama buna karşı “manevî güç” kavramını ortaya çıkardığınızda ise, “maneviyat bizde zaten var, bize asıl maddi güç lazım” diye cevap veriyorlar. Oysa manevî güç en başta şahsiyettir, kişiliktir, “kendisi olmak”tır. “Kendisi olma”yı unutmuş İslâm dünyası, onun gücünü nereden bilecek?
Evet, bizim bu soruyu sorduğumuz iki yüz yıl boyunca unuttuğumuz şey, “kendimiz olmak”tır. Böyle olan bir uygarlık elbette “kendi”ne yarar bir cevap da üretemez. Bu yüzden bu sorunun cevabı hep kendi dışımızdaki Batı üzerinden verilir. Öyle birisini düşünün ki, zayıf olduğuna inanıyor, fakat ne yapması gerektiğine sıra gelince “kendi” özgünlüğüyle değil, başkasının yaptıklarıyla davranıyor.
Aslında iki yüz yıldır siyasette, kültürde, sanatta, düşüncede, aklınıza gelen her alanda aynı sorunun sıkıntısını yaşıyoruz. Emekler, enerjiler, hizmetler bu yüzden tam hedefe varmıyor.
İki yüz yıl boyunca
unuttuğumuz şey,
“kendimiz olmak”tır.
Böyle olan bir uygarlık
elbette “kendi”ne yarar
bir cevap da üretemez.
İtikad, itimad, istinad
Peki bu “kendisi olamamak” sorununun temelinde ne var? Birbiriyle ilişkili üç kavram: “İtikad”, “itimad”, “istinad.”
Müslümanların itikadı maalesef sağlıklı değil. Çünkü itikadımız bizim sürekli ve her şartta, yani galipken de mağlupken de, zenginken de fakirken de, güçlüyken de güçsüzken de sağlam niyet ve gayrete sahip olmamızı emreder. Kulluğun tarifi aslında iki kelimedir: Niyet ve gayret... Biz ise Allah Tealâ’nın bu temel buyruğunu kulak arkası edip, maddî şartları ilkesiz ve değersiz kotarmanın gayretindeyiz. Bu güç kompleksi “geleneksel” olduğunu iddia edenlerde de, “radikal” olduğunu söyleyenlerde de ayniyle görülüyor.
1800’lerden başlayarak, bu “güç” sorunu aslında bir “sorun çözme” meselesi olarak anlaşıldı. Gücümüzün kaynağı dinimizdi. Din mükemmeldi, fakat biz eksiktik. Osmanlı’nın yıkılışının başlangıcı olan Tanzimat Fermanı’nda bile Osmanlı’nın gerileme sebebi Şeriat’tan ayrılmak olarak gösterilir. Bu güçsüzleşmeye çözüm olarak “yenilenmek” gerekiyordu.
Fakat biz “kendimiz olarak yenilenmek” yerine “başkasını takip ve taklit ederek yenileşmek” yolunu tercih ettik. Yani kendimizi yenilemek yerine, çevremizi, araçları yenilemeyi tercih ettik. Yeni ordular, yeni kurumlar, yeni okullar, yeni usuller oluşturduk. Ama onlar “özgün” değildi. Yani “bize ait yeni” değil, “bizim için yeni” şeylerdi.
Oysa uygarlığın temeli, “kendi” potasında sürekli dünyayı yeniden yorumlayarak “yenileşmek”tir. Fakat “yenileşmek” zor iş. Çünkü oturmuş, asırlardır bilinen, âdet, alışkanlık, gelenek, kısacası hayat tarzı haline gelmiş her şeyi yeniden ilkeler etrafında yorumlamayı ve dışarıdan seçilen örneklerle sentezlemeyi gerektirir.
Biz bu zor sentezleme işi yerine doğrudan ithali benimsedik. O dönemdeki bütün devlet ve fikir adamları “kendilerine bakma” ihtiyacını dile getirdiler. Fakat çareyi “başkası olmak”ta buldular.
Burada da Batı’yı esas alan bir aşağılık kompleksi gelişti. Batı’da “demokrasi” varsa bizde “meşveret” vardı. Onlarda “bilim” varsa bizde “ilim” ve “akletmeyi ve düşünce”yi emreden nasslar vardı. Onlarda “anayasa” varsa bizde Kur’an vardı. Onlarda klasik müzik varsa, bizim müziğimiz de “klasik”ti. Onların “insan hakları” varsa, bizde de “hukûku’l-ibâd” vardı.
Geleneksel kesimin bu Batı’ya kompleksli bakışı, içinde Batı ile ilgili büyük bir cehalet barındırıyordu. Aslında çürümeye karşı çıkan Ziya Paşa ve Mehmed Âkif gibi şairlerin örnek gösterdiği cinsten bir Batı yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. Onların gerçeğe âşık, insana hürmet eden, halkı dinleyen sandıkları Batı, o sıralarda dünyayı köleleştirmek, sömürgeleştirmek ve insanları katletmekle meşguldü.
Bizdeki romantik gelenekçiler İslâm dünyasındaki ataleti, yozlaşmayı, çürümeyi kıyasıya eleştirirken; Batı’nın yıkıcılığını, sömürgeciliğini, kapitalizmini es geçiyorlardı. Bunu ya bilmeden ya da önemsiz gördükleri için yapıyorlardı ki, ikisi de feci ihtimallerdir. Bu cehalet “adamların bir tek kelime-i şehâdet getirmedikleri kalmış” şeklinde yaygın bir sözü de üretti.
“Batı’da olan aslında bizde de var” sözüyle özetlenebilecek denklik çabası 1900’lerden itibaren iflas etti. Çünkü bütün bu “alıntılar”, “yenilikler”, maddi güç sahasına hâlâ olumlu bir şekilde yansımıyordu. Aksine, Osmanlı sürekli kan kaybediyor, müslüman dünya sömürgeleşiyordu. Yapılan onca yenilikler, reformlar bir işe yaramamıştı. Müslüman dünyada bazı aydın çevreler bunun üzerine “tam teslimiyet” kompleksine girdi. Batılı hayat tarzını, alfabeyi, müziği, kıyafeti, siyaseti tamamen alarak kurtulabiliriz düşüncesi yaygınlık kazandı. “Artık ne olursa olsun, eski gitsin de yerine ne gelirse gelsin” yaklaşımı koskoca bir uygarlığı parya haline getirdi.
Güç kazanma mı kişiliği kazanma mı?
Bu “başkasına benzeme” ve “kendisi olamama” kompleksi, Osmanlı uygarlığının sadece Batıcı ve gelenekçi kesimine has değildir. 1900’lerin başında doğan ve “selefî” denilen, Ehl-i Sünnet İslâm anlayışını “yozlaşma” olarak gören yaklaşımın da bir özelliğidir. Batıcı “teslimiyetçiler” gibi, onlar da Batılı oryantalistlerin yaptığına benzer çarpıtmalarla Kur’an, Sünnet ve İcmâ noktalarında “öze dönme” iddiasıyla büyük tahripte bulundular.
Sonuçta, müslümanların “itikad” boyutunda büyük zaaflar meydana geldi. Bugünlerde bu zaaf, Batılı “başarı ahlâkı”nın benimsenmesine kadar vardı. “Sonuca giden her şey mübahtır” ahlâksızlığı neredeyse kural haline gelmekte...
Müslümanların ikinci zaafı “itimad”dır. Kendine, kişiliğine itikadı zayıflayan müslümanların giderek Allah Tealâ’ya itimadı da zayıfladı. “Biz ne yapabiliriz ki?” sorusu, “bizden adam olmaz” gibi kendi kendini aşağılamalar, aslında bütün yanlışların özündedir.
Müslümanların önemli bir kısmı bugün Batı felsefesine, kapitalizmine, siyasetine itimad ettikleri kadar Rabbine, dinine, geleneklerine, düşünürlerine ve sanatçılarına itimad etmiyorlar. Bu güvensizlik, kompleksi daha da derinleştiriyor. “Okumuş yazmış” müslümanlar “entellektüel” olma çabasıyla delillerini Batı’dan getiriyorlar. İslâm üzerine çalışırken bile Batılı yazarları okuyorlar. Klasik müslüman düşünürleri ve ârifleri merak edenimiz az. Dindarlar arasında bile kendi birikimimize olan yabancılık Batıcılar’dan daha az değil.
Müslümanların üçüncü zaafı “istinad”dır. İtikadı çarpıklaşan, itimadı azalan bir kişi elbette kendisine ve değerler sistemine itimad edemez. Kendi değerlerimizi küçük görme ve onların yerine Batılı referansları almak için yarışıyoruz.
Bütün bu üç zaaf; maddî gücümüz artarken, ekonomimiz, okur yazarımız, devlet gücümüz artarken bile bizi zayıf kılmaya devam ediyor.
Demek ki iki yüz yıldır sorduğumuz bu yanlış soru, yanlış uygulamalara yol açtığı gibi, itikadı, itimadı ve istinadı zedeleyerek kişiliğimizi de bozdu. Açık ki, asıl mesele “güç” değil, “kişilik”tir. Bunun için de artık kendimize dönmeliyiz. Kendimize önem vermeliyiz, çabamızı artırmalıyız. Yaptıklarımızı özgün kılmalıyız. Yoksa sürekli karşısında zayıf kaldığımızı düşündüğümüz Batı heyûlasının gücüne güç katmaya devam ederiz.
Yeni bir uygarlık, bu kişiliğimize tekrar kavuşup kendimizi yenileyerek mümkün olacak. Bu yenilenme sadece bizim değil, bütün dünyanın ihtiyaç duyduğu en büyük iştir.
İki yüz yıldır
sorduğumuz
yanlış soru,
yanlış uygulamalara
yol açtığı gibi,
itikadı, itimadı ve
istinadı zedeleyerek
kişiliğimizi de bozdu.
Açık ki, asıl mesele
“güç” değil,
“kişilik”tir
Ne Yapmalı Nasıl Yapmalı?
Memleketimizin ünlü bir işadamı hatıratında şöyle diyor: “Bugün bir işadamı için yeni yatırımlar yapmak istediğinde, büyümek istediğinde sermaye bulması zor değil. İşi nasıl yapacağına dair bilgi edinmesi de zor değildir. Ama yurt içinde, yurt dışında yetişen bunca gencimize rağmen, yönetici bulmak zor.” Ne kadar doğru bir söz! Fakat bizde iyi yönetici eksik de, iyi çalışan pek mi fazla? Galiba değil.
Eğri oturup doğru konuşalım. İş ahlâkımız pek parlak değil. Ama iş ahlâkındaki sorunumuz aslında daha büyük ahlâk sorunumuzun bir parçası. İşini dert edinen erdemli kardeşlerimize elbette sözüm yok. Ama onlar da biliyor ki kendileri gibi olanların sayısı epey az. Çoğumuz “yan gelip yatılacak,” “hak etmeden bol para kazanılacak,” “torpille girilip torpille yükselecek” işleri istiyoruz. Emek, bilgi, dürüstlük, doğru sözlülük, hak etmek, ilkeli olmak bugün neredeyse olumsuz görülen vasıflar haline geldi.
Kamu hizmetine ilk girdiğimde benden on sene kadar kıdemli birisiyle aynı odada oturuyordum. O hiç çalışmaz, gününü gazete okuyarak, oda oda gezip kendisi gibi boş adamlarla siyasî dedikodular yaparak geçirirdi. Yüksek bir makama gelmek için torpil peşindeydi. Bense sürekli yeni bir şeyler öğrenmeye, yapmaya, devlete ve memlekete bir şeyler katmaya çalışıyordum. Benim böyle koşturup durduğumu görünce o abi bir gün bana şöyle dedi: “Bu kadar çalışıp ne yapacaksın? Sen de on sene sonra aynen benim gibi hayal kırıklığına uğrayacak, işi gücü bırakacaksın. Yorulmana değmez!” Ben de ona şöyle cevap verdim: “Sen yılan gibi eğri büğrü olabilirsin. Ama ben baston gibi dümdüz olmak istiyorum.”
Ahlâk açığımız olmamalı
Müslümanların uzun süredir yerinde saymasının, siyasî ve ekonomik krizlerin sebebi güç açığı, yönetim ve bilgi açığı olabilir. Ama bana göre asıl sebep, o meslektaşımın sergilediği ahlâk açığıdır. Hangi fikirde zikirde olursak olalım, hangi işte çalışırsak çalışalım toplum olarak iş yapmada, davranış, bilgi ve usullerimizde çok sıkıntılar var.
Fakat bu yazıda şikâyet değil hikâyet etmek istiyorum. Bunun için kamu, özel, akademik, düşünce ve sanat alanlarında geçen otuz yıllık tecrübemden çıkardığım bazı dersleri sıralayayım:
• Gücü, serveti ve makamı elde etmek için her türlü taktiği meşru görenlere rastlıyoruz. Onlar bilmiyor ki en büyük taktik, en büyük strateji, dürüstlük ve açıklıktır. Böyle birisinin değeri bugün anlaşılmazsa da Allah onun değerini muhakkak bir vakit gelir öne çıkarır. En büyük makam kişinin temiz ismidir. Bunun üzerine titreyelim.
• “Benim değerimi bilmediler” türünden boş sözleri bırakalım. Kişinin değeri görmezden gelinince yok olmaz. Zaten yüksek makam, yüksek maaş bir kişinin değerini göstermez. Her yaptığını Allah için yapan kişi, insanların takdirinden de, tekdirinden de etkilenmez. Biz Allah’ın razı olacağı şekilde işimizi yapmaya bakalım. Allah için yapılan hiçbir iş zayi olmaz. Biz halkın değil, Hakk’ın takdirini kazanmaya bakalım. Dünyada da, ahirette de işe yarayacak budur.
• Evet; hayatımızda ve dünyada şikâyet edilecek çok şey var. Ama lütfen şu şikâyet hastalığımızı artık bırakalım. Şikâyet bir amel değildir. Gayret ameldir. Şikâyet ederek saatlerimizi harcamayalım, içimizi karartmayalım, iş yapma şevkimizi kırmayalım. Bunun yerine bilgimizi geliştirelim, kendimizi ve işimizi düzeltelim. Çünkü şikâyet edilen şeye tek çare gayrettir. Kulun vazifesi iyi niyet ve iyi gayrettir. Gerisi Allah’a aittir.
Bizden daha ileri,
daha güçlü gördüğümüz
Batı ile kendimizi kıyaslarken
doğru sorular sorup
doğru cevaplar vermek
elbette son derece önemli.
Çünkü kuracağımız fikrî çerçeve
çıkış noktamızı ve
hedeflerimizi belirleyecek.
Peki, bundan sonra
ne yapmalıyız?
Nereden başlamalı,
fikrimizi hayatımıza
nasıl aktarmalıyız?
Bu sorunun cevabı
doğrudan iş ve meslek
hayatımızla ilgili.
Mesele sistemsizlik mi istemsizlik mi?
Her sorunda topu hemen “sistem”e atmayalım. Şunu bilelim ki en büyük sistem kendimiziz. Eğer işimizi iyi yapıyorsak sistemin düzelmesine katkı yapıyoruz demektir. Bir hatıratta okumuştum. Hacettepe Üniversitesi ilk kurulduğunda incelemeye gelen İngiliz yetkiliye rektör bey övgü alma beklentisiyle sorar: “Sistemimizi nasıl buldunuz?” İngiliz şöyle cevap verir: “Bu sistemin değil, istemin yani iradenin başarısıdır. Çalışanlar işlerini sahiplenmişler, motive olmuşlar. Başarınız buradan geliyor.” Gerçek de budur. Kişi inanınca zorlukları aşar.
• Her iş aslında insan ilişkisinden ibarettir. Herkes ilk işe girdiğinde bir iki yıl boyunca aslında işin kendisinden çok iletişimi, usulleri öğrenir. Başkalarıyla nasıl konuşulur, nasıl sorulur ve cevap verilir, nasıl münakaşa edilir, bunları öğrenir. İletişimde ve insan ilişkilerinde de sorunlarımız çok. Mesela herkesi bir tutarız. Bu çok yanlıştır. Her insan bambaşkadır. Kişileri olduğu gibi kabul etmek gerekir. Herkes bize benzemek zorunda değildir.
Gücü, serveti ve
makamı elde etmek için
her türlü taktiği
meşru görenlere
rastlıyoruz.
Onlar bilmiyor ki
en büyük taktik,
en büyük strateji,
dürüstlük ve açıklıktır.
Gizli bir bencilliğimiz var. Biz dışa dönük, atak birisi isek herkesin öyle olmasını bekliyoruz. Biz sakin birisi isek çevremizin de öyle olmasını istiyoruz. Karakter, Allah’ın mayamıza kattığı çeşnidir. Karakter ayrı, ahlâk ayrıdır. Başkalarının karakteri bizimkiyle aynı olmak zorunda değil. Meşhur bir işadamı fabrikasında o işten bu işe is pas içinde koşturup dururken, bir bakmış bir elemanı sakince oturmuş işini yapıyor. Ona kızmış: “Patronun böyle canla başla koştururken sen ne yapıyorsun?” O genç şöyle cevap vermiş: “O sizin tarzınız. Benim tarzım ise böyle... İşimi en iyi bu şekilde yapıyorum. Ben sizin gibi değilim, olmak da istemiyorum.” Patron bu sözden çok etkilenmiş. Zaten sonra bakmış, o elemanın işinde çok başarılı olduğunu görmüş.
• Her insanın değerli bir yönü vardır. O yöne odaklanmalıyız. Onu keşfetmeye çalışmalıyız. Kişilere kıymetlerine göre davranmalıyız. Hz. Aişe r.a. validemiz şöyle buyuruyor: “Rasulullah s.a.v. Efendimiz bize insanları layık oldukları yerlere koymamızı emretti.” Burada liyakat ve ehliyet meselesi ortaya çıkıyor.
Bugün genellikle akrabamız, arkadaşımız, hemşerimiz ve çevremizden olan, bize hep evet demiş kişileri iyi konumlara koyarız. Ama hiç düşünmeyiz, onların kıymeti ve karakteri belki o konuma değil, başka bir yere uygundur. Aslında bir kişiyi layık olmadığı yüksek veya düşük bir konuma getirenler üç zulmü birden işliyorlar, haberleri yok. Birincisi, tuttukları adamın bilgisi, yeteneği ve becerisi o işe uygun olmadığı için sevdikleri kişiye zulmediyorlar. İkincisi, o konuma gerçekten layık olmasına rağmen kenarda kalanlara zulmediyorlar. Üçüncüsü, o işi yapamayacak birisini işbaşına getirince işlerin bozulmasına yol açıyorlar. Dolayısıyla o işe ve o işten yararlanan belki milyonlarca insana da zulmetmiş oluyorlar.
Bugün genellikle
akrabamız, arkadaşımız,
hemşerimiz ve çevremizden olan,
bize hep evet demiş kişileri
iyi konumlara koyarız.
Ama hiç düşünmeyiz,
onların kıymeti ve karakteri
belki o konuma değil,
başka bir yere uygundur.
Duracağımız yeri bilmek
Bir görev teklif edilince önce durup düşünelim: “Ben bu işin adamı mıyım? Bu işe ehil ve layık mıyım? Bilgim, becerim, karakterim bu işe uygun mu?” Eğer bu sorulara olumsuz cevap veriyorsak ne kadar parlak bir görev de olsa teklifi kabul etmeyelim. Çünkü hak etmeden yükselen kişiler balon gibidir. Bugün havada gezerler. Yarın minicik bir iğne değince patlar, ayak altına düşerler. Ne kişilere hak etmedikleri payeyi verelim ne de hak edenlerden esirgeyelim.
• “Uyumlu olmak” ve “efendi olmak” gibi kavramları da maalesef yanlış anlıyoruz. Patronların “efendi adam” diye övdükleri genellikle onların her sözüne “evet efendim” diyenlerdir. Yani gerçek fikirlerini gizleyenlerdir. Bu efendilik değil, ikiyüzlülüktür! Asıl efendi adam, doğru ve iyi bildiğini usulünce, edebince seslendirendir. Çoğu güzel iş, kafası bizden farklı çalışıp bizim görmediğimizi gören, bunu da cesaretle seslendiren kişiler sayesinde oluyor. İnsanların kendi fikirlerini söylemesini teşvik edelim.
• Bizim insanımız muhabbetlidir, samimidir. Çok güzel! Ama bizde muhabbet ve samimiyet bir bakarsınız yüz göz olmaya doğru gitmiş. Haddimizi bilmiyor, başkalarının mahremiyetine burnumuzu sokuyoruz. Çocuklarımızı da şımartıyor, sonra bir yanlışını görünce aşırı tepkiler veriyoruz. Şu mesafe denen gerçeği artık öğrenelim. Kişilere mesafeli yaklaşmak derken, Batılılar gibi insanlardan uzak durmayı, hatta onlara düşman olmayı kasdetmiyoruz. Mesafe, her insana kendimiz kadar hata yapma kredisi vermektir. Mesafe iyi niyeti korur.
Sözünün eri olmak
• Maalesef toplumumuzda vakit ile ilgili sözler pek tutulmuyor. Hatta randevuya kasten geç gitmek ve insanları bekletmek bir güç göstergesi olarak algılanıyor. “Erkek sözü” deyip canını verircesine sözünü tutanlar, nedense zamanla ilgili sözleri “erkek sözü”nden saymıyorlar. Vakitle ilgili verilen sözler de diğer sözler gibidir. Sözünü tutmamak ise münafıklık alâmetlerindendir. Uyanalım!
• Boş işlerle vaktimizi, ömrümüzü heba ediyoruz. Telefonu elimize alıp saatlerce saçma sapan şeylere bakıp, okuyup, yazıyoruz. Topluma da kendimize de şifa olmayan konuları konuşup duruyoruz. Onun bunun dedikodusunu yapıyoruz. Bunları bırakalım, faydalı şeylerle uğraşalım. Zaten insan bu gibi boş işleri bırakınca aslında çok geniş bir zamana sahip olduğunu anlıyor.
• Diğer bir eksiğimiz de “bilmiyorum” diyememek. Hatta bilmiyorum diyene pek iyi gözle bakmayız, onu cahil yerine koyarız. Oysa ancak bilen bir kişi bilmiyorum sözünü rahatça kullanabilir. Kişinin bilmediğini söylemesi bir zaaf değil bir erdemdir. Bilmediğimizi uydurmayı, az bildiğimizi çok biliyormuşuz gibi göstermeyi bırakalım. Bilmiyorum demeyi öğrenelim. Ama bilmiyorum dedikten sonra da hemen bilmediğimizi öğrenmeye bakalım.
Sokağa, işyerine,
otobüse, okula
uğramayan ahlâk,
ahlâk değildir.
Ticareti, siyaseti,
işi ayrı; ahlâkı ayrı
görme hastalığını
bir kenara bırakalım.
Bize göre kişi ancak büyük bir makama gelince büyük iş yapabilir. “Beni bakan, patron yapsalar bak neler yaparım” diye boş lakırdılar ederiz. Halbuki işin küçüğü büyüğü olmaz. Küçük işi önemseyip en güzel şekilde yapanlar daha büyüğünü yapmaya layık olur. En büyük iş, şu anda önümüzde bizi bekleyen iştir.
Hepimizin yaşadığı sıkıntılardan bazılarına değindik. Peki, saydığımız bütün bu yaygın sorunların ortak paydası nedir? Hepsi nefsimize kapılmaktan, Allah ve Rasulü’nün yolundan uzaklaşmaktan doğan sorunlardır. Bizim meselemiz teknolojiye, paraya, topa tüfeğe sahip olmamak değil, kulluk ahlâkına sahip olmamak...
Bilelim ki sokağa, işyerine, otobüse, okula uğramayan ahlâk, ahlâk değildir. Ticareti, siyaseti, işi ayrı; ahlâkı ayrı görme hastalığını bir kenara bırakalım. Allah’ın istediği gibi bir kul olmaya azmedelim.
Ahlâkımız işimiz olsun ki işimiz de gücümüz olsun.