Şeyh Ahmed Rifâî k.s. ve Rifâiyye
Seyyid Ahmed Rifâî k.s. bugünkü Irak’ın Betâih bölgesinde, 512 (m.1119) yılında Ümmüabîde köyünde doğmuştur. “Rifâî” nispeti dedelerinden Rifâa el-Hasan el-Mekkî sebebiyle verilmiştir. Arap toplumunda sonraki nesillerin ailenin meşhur bir şahsiyetine nispet edilmesi yaygındır.
Seyyid Ahmed Rifâî k.s. baba tarafından seyyidlerden, anne tarafından Ensar’dandır. Dedesi ve babası Basra, Vâsıt ve Betâih bölgesinde tanınan, itibarlı seyyidlerdendir. Bu aile, o dönem yoğun faaliyet gösteren bâtınî akımlara karşı mücadele etmiş, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesinin bu bölgelerdeki muhafazasında etkin rol oynamıştır.
Tedrisi ve intisabı
Seyyid Ahmed Rifâî k.s. babasının vefatı nedeniyle çocuk yaşta yetim kalır. Ailesinin hâmiliğini dönemin bilinen sufîlerinden olan dayısı Mansur Betâihî k.s. üstlenir. Bu manada onun çocukluğu aynı asırda yaşadığı Şeyh Abdülkadir Geylânî k.s.’a benzer.
Ailesi üzerinden İslâmî ilimlerle ve tasavvufla çocukluk çağında tanışan Seyyid Ahmed Rifâî k.s., başta dayısı olmak üzere devrin âlim ve sufîlerinden ilim tahsil eder. Gerek ulema ailesine mensubiyeti gerek ilme olan istidadıyla kısa sürede ilmî olgunluğa ulaşır. Şer’î ilimleri tahsil ettikten sonra Irak sufîlerinin büyüklerinden Şeyh Ali Ebu’l-Fazl Vâsıtî k.s.’a intisap eder. Seyr u sülûkunun ardından hilafet alır. Şeyh Vâsıtî k.s. her müridin şeyhiyle iftihar ettiğini, kendisinin ise talebesi Seyyid Ahmed Rifâî ile iftihar ettiğini söylemiştir. Bu söz onun daha gençlik çağlarında ulaştığı yüksek kemale işaret eder.
Şeyh Vâsıtî’nin vefatının ardından dayısı Mansûr Betâihî’nin terbiye ve irşad halkasına dahil olan Seyyid Ahmed Rifâî bir müddet sonra şeyhlik hırkası giyer ve dayısı onu kendi köyündeki tekkeye şeyh olarak görevlendirir. Seyyid Ahmed Rifaî k.s.,1160 yılındaki hac yolculuğuna kadar bu sakin muhitte tedris ve irşadla meşgul olur.
Medine ziyareti büyük keramet
Seyyid Ahmed Rifaî k.s. 1160 senesinde hac vazifesini ifa için yola çıkar. Nakledildiğine göre Medine’de, Hücre-i Saadet’i ziyareti esnasında Allah Rasulü s.a.v.’e selam verir. O an benzeri görülmemiş bir ihsana nail olur. Allah Rasulü’nün selamı aldığı işitilir. Mescitte tarifsiz bir manevi hâl yaşanır. Bu vecd içinde Seyyid Ahmet Rifaî k.s., Allah Rasulü s.a.v.’in mübarek elini de öpmek istediğini belirten bir şiir okur. Allah Tealâ’nın fazl u keremiyle asırlarca unutulmayacak bir hadise yaşanır ve Peygamber Efendimiz s.a.v. mübarek elini Seyyid Ahmed Rifaî’ye uzatır. O da hasret ve gözyaşı içinde öper.
Bu olayı Şeyh Ebu’l-Ferec Vâsıtî k.s. şöyle anlatmıştır:
“Allah Tealâ, 555 (m.1160) yılında Seyyid Ahmed Rifâî’ye hac farizasını eda etmeyi nasip ettiğinde ben de onunlaydım. Ahmed Rifâî, Medine’ye vardığında Nebî s.a.v.’in Ravzasının karşısında, kalabalığın gözü önünde şöyle dedi: ‘Esselâmu aleyke ey ceddim!’ Bunun üzerine Rasulullah s.a.v. kabrinden ‘Ve aleyke’s-selâm ey oğlum!’ diye karşılık verdi. Bu sesi mescitte bulunanlar işitti. O an Seyyid Ahmed Rifâî vecde geldi, titredi, sarardı ve dizleri üzerine çöktü. Bir müddet sonra ayağa kalktı, ağlayıp inledi ve şu beyitleri okudu:
Ey ceddim!
Uzakta iken huzuruna ruhumu gönderiyordum.
Ruhum vekilimdi ve yerime toprağını öpüyordu.
İşte şimdi senin yüce huzurundayım.
Ne olur uzat elini, öpmekle nasipleneyim.
Bunun ardından Peygamber s.a.v. mükerrem kabrinden şerefli elini ona uzattı. Seyyid Ahmed Rifâî doksan bin kişiye yakın hac kalabalığı arasında o mübarek eli öptü. Mescitte bulunan hacılar arasında Şeyh Hayât b. Kays Harrânî, Bağdat’ta mukim Şeyh Abdulkadir Geylânî, Şeyh Hâmis, Şeyh Adîy b. Müsâfir ve diğerleri bulunmaktaydı. Biz de onlarla beraber Peygamber s.a.v.’in mübarek pâk elini görmekle şereflendik.”
‘Melekler gıpta etti’
Büyük velî Gavs-ı Azam Şeyh Abdülkadir Geylânî k.s. da bu hadiseyi şöyle anlatmıştır:
“Allah Tealâ’nın Ahmed Rifâî’ye Peygamber s.a.v.’in mübarek elini öpmeyi lutfettiği o keramet anında ben de oradaydım.”
Bu sohbet üzerine sufîlerden Yakubî, Şeyh Abdulkadir Geylânî’ye şöyle sorar:
– Efendim! Orada bulunanlar bu keramete gıpta etmediler mi?
Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylânî k.s. gözlerinden yaşlar süzülerek şöyle cevap verir:
– Bu keramete meleklerin büyükleri dahi gıpta ederler.
Molla Camî’nin meşhur Nefahat adlı eserinde överek bahsettiği büyük sufîlerden olan Adîy b. Müsâfir k.s. ve onun hâdimi Şeyh Ali b. Mevhûb k.s. da bu olayın şahitlerindendir. Aynı nakilleri onlar da yapar. Benzer bir naklin devamında İbn Mevhûb k.s., Allah Rasulü s.a.v.’in mübarek elini uzatmasını ve sonrasında orada yaşananları şöyle tasvir eder:
“Vallahi mübarek kabirden o beyaz el çıkmıştı. Parmakları uzunca idi. Sanki etrafı nurla aydınlatan bir şimşek gibiydi. Şu an sanki o anı tekrar yaşıyorum, Harem’deyim ve oradakiler neredeyse yere yıkılıyor. Hayret, heybet, Muhammedî kuvvetten kaynaklanan ve onları saran manevî feryat sebebiyle adeta insanların kıyameti kopuyordu.”
Seyyid Ahmed Rifâî’nin el öpme hadisesine dair Hafız Süyûtî eş-Şerefü’l-Muhattem adlı müstakil bir risale kaleme almıştır. O, bu konudaki rivayetleri bir muhaddis titizliğiyle, senedleriyle birlikte vermiştir. Büyük bir İslâm âlimi olan Süyûtî rh.a. bu bereketli menkıbenin müslümanlar arasında tevatür derecesine ulaştığını, senedlerinin yüksek, rivayetlerin ise sahih olduğunu, râvilerin her birinin aynı şeyi söyleyerek ittifak ettiklerini bildirmiştir. (Bkz. İmam Süyûti, Tasavvuf Risaleleri, ter. Ferzende İdiz, Nizamiye Akademi Yay., 2017)
Bu menkıbeden hareketle günümüzün sığ akılcılığı hususunda bir parantez açmak faydalı olacaktır. Bu sığ akılcılığın ürettiği körlük ne yazık ki din anlayışımıza da girmiş, bırakın velîlere bahşedilen kerametleri, peygamber mucizeleri dahi tartışmaya açılmıştır. Bu hadisenin gerçekliği de ilahiyat fakültelerinin tasavvuf kürsülerinde dahi tartışılıyor. Asırların tescilinden geçmiş bu türden manevi hallerin ve düz akılla izah edilemeyen nice meselenin reddi, maruz kaldığımız zihnî değişimin tezahürleridir. Bu tür yaklaşımlar İslâm’ın on dört asır boyunca yanlış anlaşıldığını, hurafelere boğulduğunu, nihayet bu zamanda gerçeklerin ortaya çıktığını öne sürme kibridir.
Biz, Hafız Süyûti rh.a. gibi zâhirî ve bâtinî ilimlerde derinleşmiş, ilim ve irfanıyla çağlara tertemiz izler bırakmış âlimlerimize kulak vermenin daha isabetli olacağını düşünüyoruz.Süyûti rh.a söz konusu eserinde peygamberlerin başka bir hayatla yaşıyor oluşunu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’ten delillendirdikten sonra bir âlim sorumluluğuyla müslümanları ikaz etmekten geri durmaz. Seyyid Ahmed Rifâî’nin söz konusu menkıbesini bu kadar şahide ve yalana tenezzül etmeyen âriflerin ikrarına rağmen inkâr etmenin, kişinin kalbine yerleşmiş olan nifak hastalığından kaynaklanabileceğine dikkat çeker.
Terbiye usulü ve son yılları
Haccın ardından Betâih’e dönen Seyyid Ahmed Rifâî k.s. ömrünün sonuna kadar ilim ve irşad hizmetlerine devam etmiştir. Dergâhı, başta Bağdat ve Basra olmak üzere Irak’ın her bir köşesinden gelen on binlerce Hak yolcusunun akınına uğramıştır. Sevenlerine, şer’i şerif üzere yaşamayı, Hakk’tan gafil olmayıp sürekli zikretmeyi, dinin zâhir ve bâtın emirlerini ayırmadan, her ikisinde de istikamet üzere olmayı tavsiye etmiştir. Dervişliğin zannedildiği gibi şekil işi olmadığını vurgulamış ve sevenlerine mahşer gününde kendisini mahcup etmemelerini vasiyet etmiştir.
Seyyid Ahmed Rifâî k.s. hazretlerinin sohbetleri ve yaşantısı bu minvalde olmasına rağmen, günümüzde Rifâîliğin zâhir ve bâtın bütünlüğünü koruyamayan kişi ve topluluklarla birlikte anılması son derece düşündürücüdür. Oysa Hz. Pîr’in sohbetleri el-Burhânü’l-Müeyyed ismiyle kitaplaşmıştır ve onun şer’i şerif hassasiyeti ve meşrebi bu kitapta apaçık ortadadır. Seyyid Ahmed Rifâî k.s., 578 (m.1182) yılında ahirete irtihal etmiştir. Allah Tealâ ondan ve izinde yürüyenlerden razı olsun.
Anadolu’da Rifâîlik
1071’de Anadolu’nun bütünüyle İslâm’a açılmasının ardından pek çok velî zât Anadolu’yu yurt edinmişti. Bunlar arasında bazı Rifâî şeyhleri de vardır. İlk dönem Mevlevî menâkıpnâmelerinde Hz. Mevlâna’nın sağlığında (13. yüzyıl) Rifâiyye tarikatına mensup dervişlerin Konya’ya geldiğinden, Seyyid Ahmed Rifâî’nin torunlarından Seyyid Ahmed Kuçek’in Amasya Ladik’e gelip ilim ve irşad faaliyetlerinde bulunduğundan, ayrıca Ulu Arif Çelebi ile de görüştüğünden bahsedilir. İstanbul’da bir Rifâî dergâhının kurulması, dolayısı ile Rifâiliğin Anadolu’da sistematik hale gelmesi ise 1700’lere denk gelir. Hüseyin Vassaf’ın Sefine-i Evliya’da belirttiğine göre, daha çok Irak’ta ve Arap coğrafyasında etkili olan Rifâiyye yolunu Anadolu’ya Mehmet Hadidî Efendi (v.1756) getirmiştir. Onun Üsküdar’da kurduğu Rifâî dergâhı 1925’e kadar dervişâna hizmet etmiştir. Günümüzde burası Şeyh Sâdık Efendi Tekkesi olarak bilinir.
Sultan II. Abdülhamid Han’ın yakınında bulunan Rîfâî şeyhi Ebu’l-Hüda Sayyadî k.s.’tan da ayrıca bahsetmek gerekir. Beşiktaş’ta bir konak satın alan Abdülhamid Han, burayı şeyh ve ailesine tahsis etmiş ve ümmeti kucaklayıcı siyasetinde Sayyadî k.s.’tan destek almıştır. Padişah onunla özellikle Arap toplumu üzerinde birleştirici etkisi bulunan Rifâiyye yolunu canlandırarak, bölge müslümanlarını ayrılıkçı Vehhabî akımların olumsuz tesirinden korumaya çalışmıştır.
Abdülhamid Han, devletin ekonomik olarak çok zayıfladığı bir zamanda Basra’da Ahmed Rifâî hazretlerinin dergâh ve türbesinde dönemin en masraflı bakım ve onarımlarından birini yaptırmıştır. Şeyh Ebu’l-Hüda Sayyadî de Rifâîliğin tarihini, büyük şahsiyetlerini, âdâb ve erkânını konu edinen Arapça eserler kaleme almıştır. Vehhabî akımların bir propaganda unsuru olarak kullandığı “Hilafetin Kureyşiliği” meselesinde de Sultan’ın ve Osmanoğulları hilafetinin sahihliğini savunan eserler kaleme alan Sayyadî k.s., fikrî ve ilmî düzeyde de yoğun faaliyetler göstermiş, bölgedeki âlimler ve seyyidler üzerinde etkili olmuştur.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihatçılar tarafından Sultan’la irtibatı kesilen ve Büyükada’ya sürgün edilen Sayyadî k.s., 1909 yılında orada vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine Beşiktaş’taki tekkesinin hazîresine defnedilmişse de tekkenin istimlak edilmesiyle kabri Halep’e, babasının yanına nakledilmiştir.
1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldığında İstanbul’da kırk Rifâî tekkesi bulunmaktaydı. 18. yüzyıl gibi geç bir dönemde Anadolu’da sistemleşmiş Rifâiliğin 1925’e kadar İstanbul’da bu sayıda tekkesinin olması, Seyyid Ahmed Rifâî ve Rifâiyye yolunun Osmanlı’da çabuk benimsendiğini gösterir.