Emanetin Farkında mıyız?
Yüce Mevlâ, insanoğlunu mahlukâtın en şereflisi olarak yaratmış ve onu türlü meziyetlerle donatmıştır. İnsanoğlu imtihan gereği iki tercih arasında serbest bırakılmıştır. Yaratılış gayesine uygun davranan, yani Âlemlerin Rabbi’ne iman ederek O’nun emri doğrultusunda hayatını tanzim eden müminler sonsuz nimetlerle müjdelenirken, nefsine tâbi olup fıtratına aykırı davrananlar ise ebedî azap ile ikaz edilmişlerdir. Yani insan, ya nefsine tâbi olup şeytanın oyuncağı olacaktır ya da Rabbine kul olup huzur bulacaktır.
Rabbinin rızasını hedefleyen müminlerin, Allah Rasulü s.a.v.’e tâbi olmadan hedeflerine ulaşabilmeleri mümkün değildir. Allah Rasûlü s.a.v.’e tâbi olmak ifadesinden ne anlamalıyız? Hz. Peygamber s.a.v.’e tâbi olmak sadece sözlü bir beyandan ibaret değildir. Tâbi olmak, en genel ifadesiyle Allah’ın dinini, Rasulullah s.a.v. gibi anlamak ve yaşamaktır.
Bunun temini için başta Sahabe Efendilerimiz (Allah Tealâ onlardan razı olsun) olmak üzere, nesilden nesile günümüze kadar bu anlayışı ve yaşantıyı şiar edinen âlim ve âriflere tâbi olmak, onların rehberliğinden istifade etmek kaçınılmazdır. Zira Efendimiz s.a.v.’in anlayışı, yaşantısı ve güzel ahlâkı, bu ümmetin âlimleri ve takva imamları tarafından hem satırlara hem de sadırlara ilmek ilmek işlenmiş ve günümüze kadar taşınmıştır.
Müminlerin sahip olduğu veya olması gereken bütün güzel meziyetlerin zirve noktası Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’dir. O’nun ahlâkının yüceliğine (Kalem 4) ve ümmetinin önünde üsve-i hasene (güzel örnek) oluşuna (Ahzâb 21) bizzat Kur’an şahitlik etmektedir. Bu minvalde, Efendimiz s.a.v.’i örnek aldığımız ve ahlâkıyla ahlâklandığımız kadar O’na tâbi olmuşuz demektir.
Müminlerin sahip olması gereken ve Rasul-i Kibriya s.a.v.’in şahsında zirvesini bulan meziyetlerden birisi de “emanet” kavramıdır. “Emn” kökünden gelen emanet; “güvenmek, korku ve endişeden emin olmak, güvenilir olmak, güvenilen bir kimseye koruması için bırakılan maddi ve manevi hak” gibi anlamlara gelmektedir. Aynı zamanda peygamberlerin sıfatlarından olan “emanet”, onların son derece güvenilir kimseler olduğunu ifade eder.
Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin bu sıfatlarına çeşitli vesilelerle işaret eder. (Arâf 68; Şuarâ 107, 125, 143, 162, 178; Duhân 18). Bu hususa örnek olması kabilinden, Asr-ı Saadet’te Allah Rasulü s.a.v.’e düşmanlık besleyenlerin, “el-Emîn” vasfından dolayı değerli eşyalarını kendisine emanet etmeleri tarihî bir vakıadır.
Emanetin kapsamı
Kur’an-ı Kerim’de altı ayette geçen “emanet” kelimesinin ne olduğu ile ilgili çeşitli kaviller vardır:
• Emanet; bir kimseye koruması için geçici süreyle bırakılan mal ve eşya anlamındadır. Günlük dilde de yaygın olarak kullanılan bu anlamın dayandığı ayetlerden biri şöyledir:
“Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse onu sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah’tan korksun.” (Bakara 283)
• Emanet; ruhî ve bedenî kabiliyetler, marifetullah, dinî vecîbeler ve mükellefiyet anlamlarına gelir. Ahzâb suresinde belirtildiği üzere göklere, yere ve dağlara arz edilen, fakat insanın yüklendiği emanet budur:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb 72)
İlk müfessirlerden İbn Cerîr et-Taberî rh.a., bu ayetteki emanetin Allah Tealâ’nın gönderdiği hak din ve dinin yüklediği vazifeler anlamına geldiğine dair çeşitli görüşleri naklettikten sonra, buradaki emanetin maddi manevi bütün emanet çeşitlerini kapsadığını ve en isabetli görüşün bu olduğunu ifade eder. (Câmiu’l-Beyân, XX, 342)
Elmalılı Hamdi Yazır rh.a. ise buradaki emaneti insanın halifelik yönüyle bağlantılı olarak şöyle izah etmektedir: “Emanet, Allah Tealâ’nın, gerek kendi hukukuna gerekse insanların hukukuna taalluk eden emirlerinin, yasaklarının ve hükümlerinin icrasına, insanın Allah’ın emini olarak hilafeti demektir.” (Hak Dini Kur’ân Dili, XI, 242)
Söz konusu görüşleri dikkate aldığımızda, geçici olarak bize teslim edilen herhangi bir eşyadan tutun da iman başta olmak üzere sahip olduğumuz maddi manevi bütün nimetler, imkânlar ve kabiliyetler emanet kapsamında değerlendirilebilir. Bunların yanında yapılan vaadlerin, özel meclislerde konuşulan sözlerin, verilen sırların ve aile mahremiyetinin birer emanet olduğu çeşitli hadislerde geçmektedir. (Mucemu’l-Mufehres, “emn” md.)
Yine Efendimiz s.a.v. Veda Hutbesi’nde, kendileriyle nikâh akdi yapılan kadınların haklarının korunmasını tavsiye ederek, onların Allah’ın bir emaneti olduğuna şöyle dikkat çekmiştir:
“Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız.”
Hıyanetin bedeli
Emanete riayet etmek ne kadar teşvik edilmişse, ona ihanet etmek de o derece kınanmıştır. “Onlar (müminler) ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler.” (Müminûn 8; Meâric 32) ayetleriyle müminlerin en bariz vasfı olarak sayılan emanetin, zayi edildiği takdirde insanlığın toplumsal bir felakete düçar olacağı hadis-i şerifte şöyle haber verilmektedir:
“Emanet zayi olduğunda kıyameti bekle.” (Buhârî, İlim 2)
Emanete hıyanet etmeyi münafıklık alametleri arasında sayan Efendimiz s.a.v. Ebu Hüreyre r.a.’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte bizleri şöyle ikaz eder:
“Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhârî, İman 24)
Bu alametlerin tamamı bazen bir müslümanda bulunabilir. Böyle birisinin kâfir veya münafık olduğuna hükmetmek caiz değildir. Fakat kendisinde bu nitelikler bulunan müslümanın münafığa benzediği ve münafıkların ahlâkıyla ahlâklandığı söylenebilir. İşte bu tehlikeye dikkat çeken Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, yukarıdaki hadis-i şerifle müslümanların münafıklık alametlerini âdet ve ahlâk haline getirmemelerini tembihlemektedir.
Kıyametten önce ortaya çıkacak bir takım fitneler ve hadiselerle ilgili olarak pek çok rivayeti bulunan ve aynı zamanda Rasulullah s.a.v.’in sırdaşı olarak bilinen Huzeyfe b. Yemân r.a., Allah Rasulü s.a.v.’in şöyle buyurduğunu haber verir:
“Şüphesiz ki emanet, insanların kalplerinin ta derinliklerine kök salıp yerleşti. Sonra Kur’an indi. Bu sayede insanlar Kur’an’dan ve Sünnet’ten emaneti öğrendiler.”
Bundan sonra Rasulullah s.a.v. bize emanetin kalkmasından bahsetti ve şöyle buyurdu:
“İnsan bir kere uyur ve kalbinden emanet çekilip alınır, ondan belli belirsiz bir iz kalır. Sonra bir kere daha uyur, yine kalbinden emanet alınır, bu defa da ayağının üzerinde yuvarladığın korun bıraktığı iz gibi bir eseri kalır. Sen onu içinde hiçbir şey olmadığı halde kabarık görürsün.”
Sonra Rasulullah s.a.v. eline çakıl taşları alarak ayağının üzerinde yuvarladı ve sözlerine şöyle devam etti:
“Neticede insan o hale gelir ki, insanlar alışveriş yaparlar da, neredeyse emaneti yerine getirecek bir kişi bile kalmaz. Hatta şöyle denilir: ‘Filan oğulları arasında emin bir adam varmış!’ Bir başka kişi hakkında da: ‘Ne kadar cesur, ne kadar zarif, ne kadar akıllı bir kişi’ denilir. Oysa kalbinde hardal tanesi kadar bile iman yoktur.” (Buhârî, Rikâk 35)
Hadis-i şerifte emanetin kalkmasıyla kastedilen, imanın zayıflaması, etkilerinin azalması ve müslümanların emanet konusunda hassasiyetlerini yitirmesidir. Çünkü hadisin devamında bunların meydana getirdiği olumsuz neticeler haber verilmektedir.
Yukarıda belirtilen olumsuz neticelerden kendimizi muhafaza edebilmek için Allah Rasulü s.a.v.’in ümmetine bıraktığı emanetlere sımsıkı sarılmalıyız. Habib-i Zîşan Efendimiz s.a.v. veda hutbesinde bu emanetleri şöyle açıklar:
“Ey Müminler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız takdirde bir daha asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı Kur’an ve Peygamberi’nin sünnetidir (veya Ehl-i beytidir).”