Paris Musâhabeleri
Çocukluk devreme ait silinmez bir hatıradır, zaman zaman zihnimi şöylece yoklayıp geçen: Misafir odamızın duvarını süsleyen çerçevelenmiş Cennet-âsâ bir bahçe fotoğrafı ve üzerinde şu cümle: “İnsan bir yolcudur. Bu yolculuk ise âlem-i ervahtan, rahm-i mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden geçer.” Üstad Bediüzzaman Said Nursî.
Âlem nedir ervah ne, rahm nedir mâder ne, berzâh nedir haşir ne? Kelime dağarcığı henüz mahdut bir çocuk olmam hasebiyle cümleye tam mana verememiştim o vakitler. Bir Üstad’ın sözleri olması hasebiyle mühim bir hakikate işaret ediyor olsa gerek, diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Hepimizin hikâyesi bu seferden ibaret ve hikâyenin gidişatı, bu seferde konakladığımız yerlerle az ya da çok, uzaktan veya yakından irtibatlı.
Kuzey Buz Denizi’nden, İskandinavya sınırlarından Hicaz’a uzanan bir kutlu seyahate rahm-i mâderde tanıklık etmemden midir nedendir, uzun zaman gurbet elleri mesken tuttum, tutuyorum ve gidişat onu gösteriyor ki bu hikâye böylece devam edecek. Moda tabirle, “ruhum yolun çağrısına kulak vermekle meşgul” her daim. “Yola çıkmalı, yolda olmalı ve yol almalıyız” cümlesinin derununa değil de sadece zâhirine takılıp kalmış da olabilirim, kim bilir. Gerçi İmam Şâfiî rh.a. bir şiirinde;
“Yüce gayeleri elde etmek için vatanından uzaklaş, sefere çık. Zira seferin beş faydası vardır: Gamını dağıtır, maişet teminine yarar, ilim ve edep tahsil eder, kerem sahiplerinin dostluğuna nail olursun.” buyurmakta.
Benzer şekilde Şeyh Sa’dî de Gülistan’da, “Sen daima bir hane, bir dükkân içinde merhûn ve mahsur kaldıkça, ey fikri hâm olan kimse; asla âdem olamazsın. Cihan-ı fâniden gitmezden evvel git, cihânı seyr u temaşa et.” demekte. Beyit:
“Cihân-gerdân dânâyân-ı devrân derler,
Sefer üstad-ı dâniş, rehber-i her fenn u hikmetdir.
Sefer tezyîd-i ilm u akla bir dânâ mürebbidir,
Sefer sermâye-i sâmân u câh u izz u rif’attir.”
[Dünyanın dört bir yanını dolaşan zamanın bilginleri şöyle derler: Seyahat, her türlü ilim ve hikmetin rehberi, ilim üstadıdır. Seyahat, ilmin ve aklın artması hususunda bilgili bir terbiyecidir. Seyahat, izzet, yücelik makam mansıp ve huzur sermayesidir.]
Ne niyetle sefere çıkıldığı bizatihi seferden mühim; bu hepimizin malumu. Niyeti de muhafaza ettikten sonra bunca delil ile vicdanımızı rahatlatabiliriz, endişeye mahal yok.
Sadede gelirsek: “Paris Musâhebeleri” başlığı, halihazırdaki İngiltere başbakanı Boris Johnson’un anne tarafından dedesi, Cemil Meriç’in tabiriyle “bozgun çağlarının ümitsiz aydını” Ali Kemâl Bey’e ait. Onun II. Meşrûtiyet öncesi Paris’ten mutad olarak İkdam gazetesine gönderdiği havadisler bu başlık altında tefrika edilmişti.
Malumunuz, sohbet şeklinde yazılmış yazı türüne “musâhabe” denilmekte. Garba dair hatıralarını yazıya döken ilk Osmanlı Ali Kemal Bey de değil işin aslı. 4 Zilhicce 1132, yani 7 Ekim 1720’de, III. Ahmed’in nâme-i hümâyûnunu Fransa kralı XV. Lui’ye iletmek üzere ve “hizmet-i siyâsiyyesinin haricinde Fransa’nın vesâit-i umrân ve maârifine dahi lâyıkıyla kesb-i ıttılâ ederek kâbil-i tatbîk olanlarını takrir etmesi” (siyasî hizmeti dışında Fransa’nın mamur hale ve eğitimde eriştiği noktaya gelişinde istifade ettiği araçları tesbit ederek, ayniyle tatbiki mümkün olanları kayda geçirmesi) için Fransa seyahatine çıkan Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, sefer esnasındaki notlarını bilahare Sefâretnâme başlığıyla padişaha takdim etmişti.
Modernleşme çabalarıyla birlikte, Batı’nın ahlâkını değil de sadece tekniğini alması için (böyle bir şey mümkünmüşçesine) Fransa’ya gönderilen ilk talebeler de İstanbul’dan değil, Kahire’dendi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Paris’e tahsil için gönderdiği talebelerden, Mısır modernleşmesinin öncü isimlerinden Rifâ‘a Râfi‘ Tahtâvî’nin Paris gözlemleri de bu manada ilklerdendir.
Tahtâvî, Çelebi Mehmed Efendi’nin aksine geçiş dönemi insanıdır. Zira Çelebi, Osmanlı’nın henüz haşmetli devrinin nihayete ermediği zamanların adamıdır ve kendinden hayli emindir. İzzet ve şeref ona, zillet ve düşkünlük Fransız’a aittir. Fransa’ya dair gözlemlerinde, fen ve mimarîye dair bazı gelişmeleri methederken dahi onda herhangi bir kompleks hissedilmez. Tahtâvî ise, müslüman olması hasebiyle izzet ve şerefçe üstün olduğunun farkında, Müslüman Doğulu kimliğini muhafaza endişesi taşımakla birlikte Hıristiyan-Batı’nın teknik üstünlüğü ve mamuriyeti karşısında gözleri kamaşmış, bu iki hissiyat arasında gitgeller yaşamaktadır. Medrese tahsilli olması hasebiyle talebelere imamlık vazifesini de deruhte eden Tahtâvî’nin, bu zihnî altüst oluşunu satır aralarında yakalamak da mümkündür. Tahtâvî, henüz daha Marsilya’ya varmadan gemide şunları yazar:
“İslâm’ın ve İslâm’la ilgili olan yerlerin fazilet ve meziyeti, beş bölüme ayrılan dünyanın bazı bölümlerinin diğerlerine tercihi ile mümkün olur. Asya kıtası, peygamberlerin efendisi Efendimiz’in dünyayı teşrif ettiği beldeleri ve sâir peygamberleri ve sâlihleri barındırması sebebiyle kıtaların en şereflisidir. Fazilet ve şerefte ona yakın olan, velîlerin, âlimlerin ve sâlihlerin durağı bulunan Afrika kıtasıdır. Karaların, denizlerin ve Haremeyn’in hâkimi bulunan Efendimiz hazretlerinin bir parçasında bulunması sebebiyle (Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Kavala’lı olmasını kastediyor) Afrika’dan sonra şerefte Asya’ya yakın olan Avrupa’dır. Halkı ilimlerde mâhir değil ise de, İslâm’la şereflenmeleri sebebiyle içinde müslümanların bulunduğu adalar belirli bir şerefe sahiptirler. Bu bölümlemeye göre şeref ve meziyet yönüyle kıtaların en aşağısı Amerika oluyor. Bu kıtada ne İslâm’dan eser, ne de tek müslüman vardır. Belirttiğim bu hakikatlere Yüce Rabbimiz kefildir.”
Aynı Tahtâvî’nin bilâhare, “Paris’in avamı dahi diğer beldelerinden avamından farklı ve daha kıymettardır” diyecek kadar gözü kamaşacak ve Mısır’a dönerken, gelişte yazdığı metinden uzak düşecek ve o metni yazan Tahtâvî’den farklı bir kişi olarak, aydınlanmış(!), daha modern ve kimi tortulardan(!) âzâde hayatına devam edecekti. Tıpkı ondan kısa bir süre sonra, Osmanlı modernleşmesinin inşasına katkıda bulunsunlar diye tahsil için İstanbul’dan Paris’e gönderilen ve her biri zihni altüst olmuş, öz benliğini neredeyse yitirmiş halde vatana avdet eden talebeler gibi…
Bu serüven günümüzde de aynıyla devam etmekte. İki asır sonra bugün, Tuileires Sarayı’nın girişinde, “Le Grand-Turc: Büyük Türk” dedikleri Sultan’ın temsilcisini, onun şahsında Müslüman Türk’ü, Osmanlı’yı görmek için izdiham oluşturan Fransızlar’ın önünden, bütün haysiyetiyle zarif sarıklar, bol çakşırlar, ve haşmetli cübbelerle müzeyyen maiyeti eşliğinde geçen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin hayali kimseyi sarsıyor gibi gözükmüyor. O kapı önünde şimdi başka bir manzara var: Devrim sonrası sarayın nasıl yakıldığından ve yanıp kül olduğundan, temel taşlarına kadar söküldüğünden ve Louvre’un bu temel üzerine inşa edildiğine varıncaya dek envai çeşit gevezelik eden ve ancak Çelebi’den bir cümleyle de olsa bahsetmeyen, ondan haberi bile olmayan tur rehberini pür dikkat dinleyen bir grup Türk turist...
Hoş, yüksek tahsil için gelen bir tarih talebesini de bugün saraydan geriye kalan bahçeye, Jardin des Tuileries’ye getirmiş ve “hayalinde bir şey canlandı mı” diye sormuştum da, o da peyzajdan, zafer takının büyüklüğünden ve III. Napolyon’un bahçeye dair projelerinden bahsetmişti. Az ötede, gurubu muntazır güneşi ardına alıp zafer takının önünde kırk takla atan turistler de iyice keyfimi kaçırıyor. İkindi vakti geldi geçiyor. Namazı eda etmem de lazım. Bu vahşi insan çölünde sığınabileceğim en yakın vahaya yöneliyorum. II. Dünya Savaşı’nda Fransa saflarında ölen müslüman askerlerin hatırasını canlı tutmak adına Fransız devletinin de inşasına katkıda bulunduğu Paris Merkez Camii’ne; adeta müslüman kanıyla inşa edilen camiye…
(Devam edecek…)
Âlem nedir ervah ne, rahm nedir mâder ne, berzâh nedir haşir ne? Kelime dağarcığı henüz mahdut bir çocuk olmam hasebiyle cümleye tam mana verememiştim o vakitler. Bir Üstad’ın sözleri olması hasebiyle mühim bir hakikate işaret ediyor olsa gerek, diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Hepimizin hikâyesi bu seferden ibaret ve hikâyenin gidişatı, bu seferde konakladığımız yerlerle az ya da çok, uzaktan veya yakından irtibatlı.
Kuzey Buz Denizi’nden, İskandinavya sınırlarından Hicaz’a uzanan bir kutlu seyahate rahm-i mâderde tanıklık etmemden midir nedendir, uzun zaman gurbet elleri mesken tuttum, tutuyorum ve gidişat onu gösteriyor ki bu hikâye böylece devam edecek. Moda tabirle, “ruhum yolun çağrısına kulak vermekle meşgul” her daim. “Yola çıkmalı, yolda olmalı ve yol almalıyız” cümlesinin derununa değil de sadece zâhirine takılıp kalmış da olabilirim, kim bilir. Gerçi İmam Şâfiî rh.a. bir şiirinde;
“Yüce gayeleri elde etmek için vatanından uzaklaş, sefere çık. Zira seferin beş faydası vardır: Gamını dağıtır, maişet teminine yarar, ilim ve edep tahsil eder, kerem sahiplerinin dostluğuna nail olursun.” buyurmakta.
Benzer şekilde Şeyh Sa’dî de Gülistan’da, “Sen daima bir hane, bir dükkân içinde merhûn ve mahsur kaldıkça, ey fikri hâm olan kimse; asla âdem olamazsın. Cihan-ı fâniden gitmezden evvel git, cihânı seyr u temaşa et.” demekte. Beyit:
“Cihân-gerdân dânâyân-ı devrân derler,
Sefer üstad-ı dâniş, rehber-i her fenn u hikmetdir.
Sefer tezyîd-i ilm u akla bir dânâ mürebbidir,
Sefer sermâye-i sâmân u câh u izz u rif’attir.”
[Dünyanın dört bir yanını dolaşan zamanın bilginleri şöyle derler: Seyahat, her türlü ilim ve hikmetin rehberi, ilim üstadıdır. Seyahat, ilmin ve aklın artması hususunda bilgili bir terbiyecidir. Seyahat, izzet, yücelik makam mansıp ve huzur sermayesidir.]
Ne niyetle sefere çıkıldığı bizatihi seferden mühim; bu hepimizin malumu. Niyeti de muhafaza ettikten sonra bunca delil ile vicdanımızı rahatlatabiliriz, endişeye mahal yok.
Sadede gelirsek: “Paris Musâhebeleri” başlığı, halihazırdaki İngiltere başbakanı Boris Johnson’un anne tarafından dedesi, Cemil Meriç’in tabiriyle “bozgun çağlarının ümitsiz aydını” Ali Kemâl Bey’e ait. Onun II. Meşrûtiyet öncesi Paris’ten mutad olarak İkdam gazetesine gönderdiği havadisler bu başlık altında tefrika edilmişti.
Malumunuz, sohbet şeklinde yazılmış yazı türüne “musâhabe” denilmekte. Garba dair hatıralarını yazıya döken ilk Osmanlı Ali Kemal Bey de değil işin aslı. 4 Zilhicce 1132, yani 7 Ekim 1720’de, III. Ahmed’in nâme-i hümâyûnunu Fransa kralı XV. Lui’ye iletmek üzere ve “hizmet-i siyâsiyyesinin haricinde Fransa’nın vesâit-i umrân ve maârifine dahi lâyıkıyla kesb-i ıttılâ ederek kâbil-i tatbîk olanlarını takrir etmesi” (siyasî hizmeti dışında Fransa’nın mamur hale ve eğitimde eriştiği noktaya gelişinde istifade ettiği araçları tesbit ederek, ayniyle tatbiki mümkün olanları kayda geçirmesi) için Fransa seyahatine çıkan Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, sefer esnasındaki notlarını bilahare Sefâretnâme başlığıyla padişaha takdim etmişti.
Modernleşme çabalarıyla birlikte, Batı’nın ahlâkını değil de sadece tekniğini alması için (böyle bir şey mümkünmüşçesine) Fransa’ya gönderilen ilk talebeler de İstanbul’dan değil, Kahire’dendi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Paris’e tahsil için gönderdiği talebelerden, Mısır modernleşmesinin öncü isimlerinden Rifâ‘a Râfi‘ Tahtâvî’nin Paris gözlemleri de bu manada ilklerdendir.
Tahtâvî, Çelebi Mehmed Efendi’nin aksine geçiş dönemi insanıdır. Zira Çelebi, Osmanlı’nın henüz haşmetli devrinin nihayete ermediği zamanların adamıdır ve kendinden hayli emindir. İzzet ve şeref ona, zillet ve düşkünlük Fransız’a aittir. Fransa’ya dair gözlemlerinde, fen ve mimarîye dair bazı gelişmeleri methederken dahi onda herhangi bir kompleks hissedilmez. Tahtâvî ise, müslüman olması hasebiyle izzet ve şerefçe üstün olduğunun farkında, Müslüman Doğulu kimliğini muhafaza endişesi taşımakla birlikte Hıristiyan-Batı’nın teknik üstünlüğü ve mamuriyeti karşısında gözleri kamaşmış, bu iki hissiyat arasında gitgeller yaşamaktadır. Medrese tahsilli olması hasebiyle talebelere imamlık vazifesini de deruhte eden Tahtâvî’nin, bu zihnî altüst oluşunu satır aralarında yakalamak da mümkündür. Tahtâvî, henüz daha Marsilya’ya varmadan gemide şunları yazar:
“İslâm’ın ve İslâm’la ilgili olan yerlerin fazilet ve meziyeti, beş bölüme ayrılan dünyanın bazı bölümlerinin diğerlerine tercihi ile mümkün olur. Asya kıtası, peygamberlerin efendisi Efendimiz’in dünyayı teşrif ettiği beldeleri ve sâir peygamberleri ve sâlihleri barındırması sebebiyle kıtaların en şereflisidir. Fazilet ve şerefte ona yakın olan, velîlerin, âlimlerin ve sâlihlerin durağı bulunan Afrika kıtasıdır. Karaların, denizlerin ve Haremeyn’in hâkimi bulunan Efendimiz hazretlerinin bir parçasında bulunması sebebiyle (Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Kavala’lı olmasını kastediyor) Afrika’dan sonra şerefte Asya’ya yakın olan Avrupa’dır. Halkı ilimlerde mâhir değil ise de, İslâm’la şereflenmeleri sebebiyle içinde müslümanların bulunduğu adalar belirli bir şerefe sahiptirler. Bu bölümlemeye göre şeref ve meziyet yönüyle kıtaların en aşağısı Amerika oluyor. Bu kıtada ne İslâm’dan eser, ne de tek müslüman vardır. Belirttiğim bu hakikatlere Yüce Rabbimiz kefildir.”
Aynı Tahtâvî’nin bilâhare, “Paris’in avamı dahi diğer beldelerinden avamından farklı ve daha kıymettardır” diyecek kadar gözü kamaşacak ve Mısır’a dönerken, gelişte yazdığı metinden uzak düşecek ve o metni yazan Tahtâvî’den farklı bir kişi olarak, aydınlanmış(!), daha modern ve kimi tortulardan(!) âzâde hayatına devam edecekti. Tıpkı ondan kısa bir süre sonra, Osmanlı modernleşmesinin inşasına katkıda bulunsunlar diye tahsil için İstanbul’dan Paris’e gönderilen ve her biri zihni altüst olmuş, öz benliğini neredeyse yitirmiş halde vatana avdet eden talebeler gibi…
Bu serüven günümüzde de aynıyla devam etmekte. İki asır sonra bugün, Tuileires Sarayı’nın girişinde, “Le Grand-Turc: Büyük Türk” dedikleri Sultan’ın temsilcisini, onun şahsında Müslüman Türk’ü, Osmanlı’yı görmek için izdiham oluşturan Fransızlar’ın önünden, bütün haysiyetiyle zarif sarıklar, bol çakşırlar, ve haşmetli cübbelerle müzeyyen maiyeti eşliğinde geçen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin hayali kimseyi sarsıyor gibi gözükmüyor. O kapı önünde şimdi başka bir manzara var: Devrim sonrası sarayın nasıl yakıldığından ve yanıp kül olduğundan, temel taşlarına kadar söküldüğünden ve Louvre’un bu temel üzerine inşa edildiğine varıncaya dek envai çeşit gevezelik eden ve ancak Çelebi’den bir cümleyle de olsa bahsetmeyen, ondan haberi bile olmayan tur rehberini pür dikkat dinleyen bir grup Türk turist...
Hoş, yüksek tahsil için gelen bir tarih talebesini de bugün saraydan geriye kalan bahçeye, Jardin des Tuileries’ye getirmiş ve “hayalinde bir şey canlandı mı” diye sormuştum da, o da peyzajdan, zafer takının büyüklüğünden ve III. Napolyon’un bahçeye dair projelerinden bahsetmişti. Az ötede, gurubu muntazır güneşi ardına alıp zafer takının önünde kırk takla atan turistler de iyice keyfimi kaçırıyor. İkindi vakti geldi geçiyor. Namazı eda etmem de lazım. Bu vahşi insan çölünde sığınabileceğim en yakın vahaya yöneliyorum. II. Dünya Savaşı’nda Fransa saflarında ölen müslüman askerlerin hatırasını canlı tutmak adına Fransız devletinin de inşasına katkıda bulunduğu Paris Merkez Camii’ne; adeta müslüman kanıyla inşa edilen camiye…
(Devam edecek…)