İman ve Hayat
İnsan, hem beden hem de manevi şeref ve itibarı bakımından eşref-i mahlûkattır. Yani yaratılmışların en üstünüdür. Aklı, zekâsı, hisleri, kabiliyetleri ve iradesi ile diğer hiçbir varlıkla kıyaslanamayacak derecede farklıdır.
İnsan, hem beden hem de manevi şeref ve itibarı bakımından eşref-i mahlûkattır. Yani yaratılmışların en üstünüdür. Aklı, zekâsı, hisleri, kabiliyetleri ve iradesi ile diğer hiçbir varlıkla kıyaslanamayacak derecede farklıdır. Ayrıca nimetlerin en büyüğü olan Hâlik-i Zülcelâl’in kulluğuna seçilme şerefine de layık görülmüştür.
Kulluğun temeli imandır. İman sadece Âlemlerin Rabbi’ni tasdik ve ikrar değil, aynı zamanda O’nun bildirdiği üzere insanın kendini ve dünyayı yaratılış gayesine göre tanıması, bu gayenin şartlarına muvafık biçimde yaşamasıdır.
Nitekim Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de müminlerin vasıflarını mealen şöyle anlatır:
“İman edip Rablerine güvenen müminler: Büyük günahlardan ve hayâsızca davranışlardan kaçınırlar. Kızdıkları zaman kusurları bağışlarlar. Rablerinin davetine gönül hoşluğu ile uyar, namazı kılarlar. İşlerini ortaklaşa yaparlar. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar.” (Şûra 36-39)
“Müminler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler. Faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler. Zekâtı verirler. Irzlarını muhafaza ederler.” (Mü’minûn 1-5)
“Ve onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler. Namazlarını kılmaya devam ederler.” (Mü’minûn 8-9)
“Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah iyilik edenleri sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe ederler.” (Âl-i İmran 134-135)
“Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl 2)
Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in de müminin vasıflarına dair birçok hadis-i şerifi vardır. Mümin, öncelikle elinden dilinden insanlara zarar gelmeyen kimsedir. Birbirleriyle kardeştir. Topluca bir beden gibidir. Bir bina gibi beraberce ayakta durur.
Mümin feraset sahibidir. Allah için olan ile olmayanı ayırır. Allah için sever, Allah için buğzeder. Allah için ister, Allah için yapar veya sakınır.
Mümin kimsenin kalbi bu dünyaya bağlı değildir, nihaî beklentisi de buradan değildir. Bu dünya nimetlerinin ve hazlarının geçici olduğunun idrakindedir. Dünyaya dair temel değerlendirmesi, onu ahiretin, ebediyyet yurdunun vatanı olarak görmektir.
Dolayısıyla günahlardan uzak durur, bir günaha düşmüşse de derhal tevbe eder. Kalbindeki tek korku Allah korkusudur. Kusurları örter, gıybet etmez, koğuculuk yapmaz, fitneye sebep olmaz, haset etmekten uzak durur. Cömerttir, paylaşır, ikram eder. Yalan söylemez, her işinde doğruluk ve adalet üzere olur, verdiği sözü tutar. Emanete sahip çıkar, hainlik etmez.
Mümin kimse kin tutmaz, zulmetmez. İnsanlara merhametle yaklaşır. Fakat zulme karşı olur. En azından kalben buğzeder. Mümin kardeşlerine beddua etmez, öfkesine hakim olur. Mümin kardeşlerinin menfaatini kendi menfaatinin önüne koyar.
Müminin itikadı da ameli de ahlâkı da Sünnet-i Seniyye üzeredir. Bu istikameti onu muhafaza eder. Ümitsizliğe kapılmaz, fakat kurtuluşa erdim zannından da uzak durur. Korku ile ümit arasında dengede yaşar.
Mümin sabırlıdır, çalışır, gayret eder ve Rabbine tevvekül eder. Yaptıklarını Allah için yapar, gösteriş ve riyadan uzak durur.
Mümin güler yüzlü, tatlı dilli ve geçimlidir. Bu da sevgi ve merhametle dolu bir kalbin neticesidir. Yüz ve söz güzelliği, güzel ahlâk ile tamamlanır.
İman da ibadet de sevgiyledir. İnanan kimse, Cenab-ı Mevlâ’yı sever. O’nun Âlemlere Rahmet Elçisi’ni de sever. İmanın kemal bulması, meyve vermesi, hayatı dönüştürmesi bu sevgiye bağlıdır. Hak Tealâ’ya ve O’nun Rasulü’ne muhabbet hususunda bir eksik varsa her şey eksik demektir. Derhal muhabbeti temin etmenin yoluna düşülmelidir. Sâlih zatlara yakın olmak, Kur’an-ı Kerim’le ve zikirle meşgul olmak, Ashab-ı Güzin efendilerimiz başta olmak üzere Allah dostlarının hayatlarını, sohbetlerini okumak ilahî muhabbeti kalbe ilka eden vasıtalardır.
Hz Ömer r.a., bir gün Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’e,
– Ey Allah’ın Rasulü, ben sizi nefsim hariç her şeyden çok seviyorum, der.
Allah Rasulü s.a.v.;
– Beni nefsinden de çok sevmedikçe bu iş tamam olmaz, buyurur.
Hz. Ömer r.a. susar, Efendimiz s.a.v. ona şefkatle bakar. Bu esnada Hz. Ömer r.a. gönlünü yoklar, niyetine bakar. Allah Rasulü s.a.v.’i her şeyden çok sevdiğini anlayınca şöyle der:
– Ey Allah’ın Rasulü, sizi nefsimden de çok seviyorum!
Efendimiz s.a.v., “İşte şimdi oldu.” buyurur.” (Buhârî, Eyman 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/293)
Allah ve Rasulü’ne sevgi boş bir iddia değil, ispatı olan bir hakikattir. Bu ispat da ilahî emir ve yasaklara riayet, çokça zikir hali, ibadetlere bağlılık ile güzel ahlâk ve edeptir.
İlahî muhabbetle uyanan kalp diridir. Kişi her neyle meşgul olursa olsun; alışverişte, ticarette, yemede içmede, insanlarla münasebetlerde böyle bir kalp daima Rabbi ile beraberdir.
Cenab-ı Mevlâ kalbi uyanık ve kendisine bağlı takva sahibi kullarını mealen şöyle övmüştür:
“Onlar öyle er kişilerdir ki herhangi bir ticaret ve alışveriş kendilerini Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar.” (Nur, 37)
Mümin kimsenin kalbi güzeldir. Kur’an ve Sünnet’in güzellikleriyle donanmıştır. Bu güzelliğin muhafazası gerekir ki, nefsaniyetin hâkim olduğu ortamlarda hayli zordur. Pek çok ârifin işaret ettiği bu hususu hicrî 3. asrın büyük velîlerinden Mimşad-ı Dîneverî k.s. şöyle dile getirmiştir:
“Sâlihlerle sohbet etmek, onlarla beraber bulunmak kalpte iyilik meydana getirir. Kötü kimselerle sohbet etmek, onlarla beraber bulunmak kalpte fesat ve kötülük meydana getirir.”
Cenab-ı Mevlâ bizleri iman nimetinin kıymetini bilen, kalbi ilahî muhabbetle dirilmiş kullardan eylesin.
Tevfik ve inayetiyle…