Hayata ve Ölüme Dair
Her insanın dünyada anlam vermekle yükümlü olduğu bir hayatı vardır. Yaşamı boyunca olaylara, özellikle de var oluşunun sebebine ve mahiyetine vermesi gereken bir anlam... Kısıtlı bir zamana sığdırılmış bir hayat sürüp ölecektir. Hem de habersizce ve ansızın. Madem kendisine yaşamak takdir edilmiştir, o halde niçin ölür? Yahut ölecekse niçin yaşar? Neden ömrü kısadır ve kontrolü elinde değildir?
Bunlara “büyük sorular” deniliyor. Bugünkü haz ve eğlence kültürüne rağmen, aklı oyalacak bin bir oyuncağa rağmen bu sorular her insan tekinin aklını kurcalar durur.
Soruları çoğaltmak, detaylandırmak mümkün elbette. Mesela daha doğarken nasıl bir aileye misafir olacağını bilmezken, bir de hiç tanımadığı görmediği, seçimi kendisine ait olmayan insanların arasına gönderilir. Neden? Erkek mi kız mı, sarışın mı esmer mi, zayıf mı dolgun mu? Bütün bunlardan habersizce ve hiçbir dahli olmadan dünyaya geliverir. Bütün bu seçimsizliği nasıl yorumlamak gerekir?
Milyarlarca insanın uğradığı bu yeryüzü gemisi, her nesilde aldığı yolcuları başkalarıyla değiştiriyor. Her gelen, miras yoluyla aldığını sonra gelenlere yine miras olarak bırakıp gidiyor. Hiç kimse hiçbir şeyin asıl ve ebedi sahibi olma hakkını elinde bulunduramıyor.
Görünen o ki herkes bir yolcu ve bu yolculukta herkesin gideceği bir yer var. Gelenlerin nereden ve niçin geldiğini, gidenlerin ise nereye ve nasıl gideceğini bilmek ve önemsememek mümkün mü? Bu akışa aklı ve kalbi teskin eden bir cevap verilmezse, insanın bir anlamsızlık kayalığına çarpıp batıvermesi işten bile değil.
Belki şuradan başlamak lazım: Gördüğümüz görmediğimiz her ne varsa, en ufak böcekten gezegenlere kadar madem ki hepsinin büyük sistem içinde bir yeri, bir görevi var, insan kesinlikle sebepsiz, hikmetsiz yaratılmış olamaz. Sonra dönüp “Kitap”a bakmak lazım: “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 115)
Demek ki bir döngünün içindeyiz. O’ndan geldik, yine O’na gideceğiz. Demek ki doğum bir “geliş” ölüm ise “dönüş.”
Bu çağda ölüm
Yaşadığımız çağda ölüm ısrarla unutulmaya ve unutturulmaya çalışılan bir fobiye, yani bir korkuya dönüşmüş durumda. Oysa sonsuz hayata, asıl vatana bir eşik. Unutulması değil hatırlanması gereken, korkulması değil hazırlanılması gereken en büyük olay.
Eskiden büyüklerimiz “ölümü hatırlamak ömrü uzatır” derlerdi. Ecdadımız fâniliği unutmamak için kabirleri mahalle içlerine, cami hazîrelerine koymuşlar ki hiç kimse akıbetini unutmasın. Övünüp dururken, nice hayaller kurarken kendisinden önce övünenleri, hayal kuranları görerek ibret alsın. Şimdi ise ölüm bir tabu. Kabristanlar şehir dışında, gözlerden ırak. Eskiden kabir üzerine dikilen taşlar, sonsuz hayata dair okumanın “hece taşı” olarak görülürdü.
Ne acayip, yakasını dünyaya kaptıran insan, büyük hakikati hecelemek yerine çözümü ölümden kaçmakta, kabristanları gözden ırak tutmakta arıyor. “Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bile bulunsanız, ölüm size erişecek.” (Nisa 78) buyurur Allah Tealâ. Bu hakikatten uzak yaşayan her insan ölümden kaçamayacağını ancak yaşlılığın ya da akıbeti belli bir hastalığın çaresizliğinde idrak ediyor.
Oysa daha birkaç nesil öncesine kadar ölüm, Âlemlerin Rabbi’ne kavuşmaya götüren bir basamak olarak bilinirdi. Adı vefattı ve ebedi dirilişin en büyük adımıydı. Ölüm ümit ve endişe arası bir dengede daima hatırlanır, hatırlatılırdı. İster sıradan bir kul ister padişah olsun, gaflete düştüklerinde ölüm tefekkürüyle uyanırlar ya da uyarılırlardı.
Asıl hüner
Vefatı esnasında Halife Ömer b. Abdülaziz rh.a.’a gelen birileri:
– Ey Ömer, şehadet getir, diye telkinde bulunurlar. Sekerat halindeki Ömer b. Abdülaziz birden gözünü semaya kaldırarak der ki:
– Ya Rabbi, bana seni hatırlatıyorlar. Halbuki cemalin yüzümde, zikrin dilimde ve sevgin kalbimdeyken seni nasıl unutabilirim?
O büyük anda Rabbi ile huzur halinde olmak ne güzel!
Hasan-ı Basrî rh.a. Hazretleri ölen birisi için ağıt yakanları görür ve şöyle der:
– Eğer şu ağıt yakanlar Azrail a.s.’ı görseler ve dediklerini duysalar ölüyü unutur, kendilerine ağlarlardı!
Ölümün yıkıma dönüşmemesi için ilâhî sese kulak vermek lazım: “İman edip sâlih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, her insan hüsrandadır.” (Asr 2-3)
Ölümü sıkça hatırlayıp, hayatı ölüm terazisinde tartıp iman ve amele sarılmak lazım. Efendimiz s.a.v. “Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayın.” (Tirmizî, Zühd, 4) buyururken kalbimize ve yapıp ettiklerimize çeki düzen vermemizi öğütlüyor bize.
Osmanlı dönemi divan şairlerinden Osman Nevres, meşhur beytinde dünyada asıl hünerin ne olduğunu şöyle hatırlatır:
Nevres, selîm ü pâk gelip gitmedir alemde hüner
Yoksa cihana günde bin âdem gelir gider.
Yani asıl maharet, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna selîm bir kalple ve tertemiz çıkmaktır, bu dünyadan bu hal üzere göçmektir. Yoksa şu dünyaya gelmek de gitmek de iş değil, her gün binlerce kişi doğuyor ve ölüyor.
Bugün son gün
Hayatın anlamı demiştik. Dünya hayatı her insan tekine iyi kullanılması için verilmiş bir sermayedir. Bu sermaye devredilemez, emanete bırakılamaz. Belki hayırlı ortaklık düşünmek lazım. Düştüğünde kaldıracak, yanıldığında doğrultacak sâlih insanları hayata katmak lazım.
İnsanın hayat sermayesini güzel değerlendirmesi gerekir. Güzel iman, güzel niyet, güzel işler yani...Hüccetü’l-İslâm İmam Gazalî rh.a. Hazretleri şöyle buyurur:
“Bir mümin sabah namazını kıldıktan sonra güne başlamadan evvel bir süre nefsiyle başbaşa kalıp onunla bazı anlaşmalar yapmalı ve bir takım şartlar üzerinde de mutabık kalmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermayesini ortağına teslim etmek durumunda ise onunla böyle anlaşmalar yapar. Bu arada bazı ikazlarda bulunmayı da ihmal etmez. İnsan da şu ikaz ve telkinlerde bulunmalıdır:
Benim sermayem ömrümdür. Ömrüm bitince param da biter ve artık kâr kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Tealâ bugün de bana müsaade ederek ikramda bulundu. Eğer öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada sâlih ameller, çeşitli hayırlar yapmayı dilerdim. Şimdi, bu sabah şöyle kabul et: Ey nefsim, öldürüldün ve bugünlüğüne geri döndürüldün. Bugün günah ve isyana asla yaklaşma! Sakın bugünün bir anını bile boşa geçirme!”
Sermayesini çarçur eden her kişinin pişmanlık duyacağı muhakkaktır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de inanmayanların şöyle feryat edeceklerini duyurur:
“‘Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken yaptığımızdan başka şeyler, sâlih ameller işleyelim!’ diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denir:) ‘Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azabı!’ Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Fâtır 37)
İnsanın dünyada yenmesi gereken iki büyük düşmanı var. Biri şeytan, diğeri kendi nefsi. Mevlâna Celaleddin Rumî k.s. Hazretleri vücudu, dolayısıyla nefsi bineğe benzetir ve şöyle seslenir:
“Beden adlı merkebe bindin. Âhire (ahirete) doğru yola çıktın. Adam gibi dizginleri tut da git. Yoksa işi merkebe bırakırsan, ancak ahıra gidersin!”
Nerede yaşayalım?
İnsan, tabiatı gereği yaşadığı hayatta nimetlerin sürekliliğini ister. Biriktirdiği malların, elde ettiği kariyerin, başkaları nezdindeki saygınlığının devamını diler. Ağzının tadı da hiç bozulmasın diye varını yoğunu sarf eder. Bunları talep etmek bir dereceye kadar normaldir. Fakat bu devamlılığı nerede istediğine dikkat etmeli; bu fena yurdunda hiçbir şeyin kalıcı olmadığını anlamalı, devamı için cennet yurduna niyet kurmalı ve elbette bunun için çalışmalıdır.
Ârifler, “kim dünyayı gerçek yüzüyle bilse ona rağbet etmez” demişler. Gerçek yüzünün ilk görüntüsü ise kendisinin de içindekilerin de kalıcı olmadığıdır.
Allah Tealâ, Kur’an-ı Kerim’de bu dünyanın imtihan için yaratıldığını ifade ederken “O ki, ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk 2) buyurur. Ayet-i kerimede önce ölümü, sonra hayatı yarattığını zikretmiş olması üzerine düşünülmelidir. Âlimlerimiz, burada kastedilen hayatın ölümden sonraki hayat olduğunu söyler. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de kelimeler arası sıralamaların dahi hikmeti vardır. Dolayısıyla zikredilen hayat, ölümden sonra gelmesi sebebiyle ahiret hayatıdır. Açık değil mi? Demek ki ölümle hayat bitmiyor, asıl bundan sonra başlıyor. Ama o hayatın nasıl yaşanacağını buradaki kısa hayat belirliyor. Yine Mukaddes Kitabımız’a kulak verelim:
“Bu dünya hayatı bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurduna gelince; işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût 64)
Ocağı tütmeyen vali
Hz. Ömer r.a. halife iken Humus şehrinden gelen bir grup insana “Bana fakirlerinizin isimlerini yazın da ihtiyaçlarını karşılayayım.” der. Onlar da bildikleri birkaç kişi ve beraberinde o dönemin Humus Valisi olan Said bin Âmir r.a.’ı listeye yazarlar. Hz. Ömer r.a. şaşkınlıkla;
– Said b. Âmir mi, diye sorunca gelenler:
– Evet, valimiz, diye cevap verirler. Hz. Ömer r.a. merakla;
– Peki valiniz fakir mi, diye tekrar sorar. Onlar da;
– Evet! Çoğu zaman evinde ateş yakmadığı bile oluyor, derler.
Bunun üzerine Hz. Ömer r.a. gözyaşlarını tutamayarak ağlar. Sonra bir torbaya bin dinar koyarak;
– Ona selamımı iletin. Müminlerin Emiri Ömer bunu ihtiyaçlarını karşılaman için gönderdi deyin, buyurur ve torbayı verir.
Gelenler Humus’a dönünce torbayı Said b. Âmir r.a.’a verirler. O da eve gider ve torbayı açar. İçindekini görünce hayretle “İnnâ lillâhi ve innâ ileyh râciûn” ayetini okumaya başlar. Hanımı onun bu halini görünce sorar:
– Ne oldu Said! Yoksa Müminlerin Emiri’ne bir şey mi olmuş?
– Hayır hanım, daha büyüğü!..
– Neymiş ondan daha büyüğü?
– Dünya, evime girdi!
– Öyleyse ondan kurtulmaya bak.
– Bana yardım eder misin?
– Elbette...
Henüz torbanın içindekini görmeyen valinin hanımı torba açılınca:
– Bizi zengin kılan Allah’a hamdolsun. Bununla biraz yiyecek satın al, bir de hizmetçi tut, demeye başlar. Said bin Âmir r.a. hanımına:
– Sana bundan daha kârlısını söyleyeyim mi, deyince hanımı:
– Nedir o, diye sorar. Said b. Âmir r.a. ona şu teklifte bulunur:
– Bizim bugünden daha muhtaç olacağımız bir günde kat kat fazlasıyla almak üzere şimdi bunları bizden daha muhtaç olanlara verelim!
Hanımı “O nasıl olacak?” deyince Said bin Âmir r.a. ona şu ayeti okur:
“Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa (malını Allah yolunda harcarsa), Allah da onun karşılığını kat kat verir. Ayrıca onun için çok güzel bir mükâfat da vardır.” (Hadîd 11)
– Tamam, Allah sana mükâfatını kat kat versin, der Said b. Âmir r.a.’ın hanımı.
Böylece Hz. Ömer r.a.’ın gönderdiği bu parayı etraftaki yetim, fakir ve muhtaç kimselere dağıtır.
İşte hayata, paraya, mala mülke anlam katmak böyle bir şey. Eminiz, hayatı böyle yaşayanlar, hayata ve ölüme dair soruların anlamsızlaştığı, cevap arayışlarının kelime israfından ibaret kaldığı bir huzur ve itminan hali ile yaşıyor.
Efendimiz s.a.v.’e “Akıllı kişi kimdir?” diye sorulduğunda verdiği şu cevap kifayet eder: “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan, ölüm sonrası için çalışandır.”