Türk’ün Fotoğrafla İmtihanı
Oldum olası fotoğraf çektirmeyi sevmem. Bunun sebeplerini araştırmak için bir psikoterapiste gitsem, muhtemelen çocukluğuma iner ve cevabı orada bulurdu. Zira bilirsiniz, eskiden fotoğraf çektirmek bir travma sebebiydi.
Hadi genelleme yapmayayım, en azından benim için bir kâbustu. Fotoğraf makinasındaki pozlar kısıtlı ve pahalı olduğu için öyle her canımız istediğinde çekemezdik. İstisnalar haricinde fotoğraf çekebilmek için düğün bayram seyran gibi aile fertlerinin bir araya geldiği günlerde olmamız gerekirdi. Eğer çekim evde gerçekleşecekse en güzel kıyafetler giyilir, etrafa çeki düzen verilirdi. Ve herkes, yıllar sonrasına ne söylemek istiyorsa objektife o halet-i ruhiye ile bakardı. Yok eğer stüdyoda çekilecekse, bu sefer de fotoğrafçının bitmek bilmeyen komutları ile imtihan olurduk: “Dik dur çocuğum... hafif sola dön... şimdi boynunu kımıldatmadan bana doğru bak... gülümse... gözlerini kırpma! Eveeet... çekiyoruuum... çekkk-tim! Olmadı, gözünü kapattın. Tekrar çekeceğiz!”
Oraya dön, buraya bak, omuriliğini kontrol altında tut, tüm bunları yaparken mutlu görün talimatları arasında, finalde yay gibi gerilmiş, gözleri kısık, zorla gülümsemeye çalışan bir bakışla çoğu kez uzaylı görmüş yahut tam o an yüzüme felç inmiş gibi bir fotoğraf kalırdı bana.
Sizde durum ne bilmem ama tespit ettiğim o ki, bu zulümden benim kadar yılmış olan bir grup gariban daha var: İnstagram kocaları...
Günümüzde gelinen teknolojik seviye sağolsun, fotoğrafların eski heybeti kalmadı ama... Ben yine de eşlerinin zoruyla poz veren beylerde, kendi çocukluğumdaki bu anlattığım bakışları görüyorum nicedir. Hanımlarının gönlü kırılmasın diye pek ses etmeseler de, iki adımın birinde aniden burunlarına dayanan telefon ekranları ile içten içe güreş tutuyorlar.
Zulüm daha kız isteme töreninde başlıyor. Aile büyükleri nemli gözlerle ve tatlı bir heyecan içinde görevlerini yerine getirmenin saadetini yaşarken kahveler geliyor. Hanım kızımızın ayakkabıları ile aynı renkte olması mecburi olan fiyonklar arasında fincanları bulup, tam bir yudum alacaklarken, bir anda onlarca kamera kuşatıyor etraflarını: “Durun! İçmeyin! İlk yudumu almadan önce buraya bakın. Şimdi de bu tarafa... Tamamdır. Şimdi aile büyükleri içsin, damat bey baksın. Tamamdır. Bi de içer gibi yapsın... güzel... şimdi 1-2-3 deyince herkes aynı anda birer yudum alsın! Çekiyoruuuz... tamamdır! Buyurun hadi soğutmayın, afiyet olsun...”
Nişan ve düğün fotoğrafları meselesine girmiyorum bile! Gelinimiz hapşırırken... Damat bey çorabını düzeltirken... Gelinin büyük amcası pilavı kaşıklarken... Ortanca teyze takı çantasını halatla koluna sabitlerken... Damadın halasının kızı bebeğini uyutmaya çalışırken... Gelin evinin önünden geçmekte olan sebzeci “sarı badadiyeeez, kemer batlıcaaann” diye bağırırken... şeklinde uzayıp giden bin bir gereksiz fotoğrafa maruz kalmaktan iflahımız kesiliyor!
İşkence bitip de, şey, afedersiniz, yani düğün bitip de herkes evindeki normal hayatına geri döndükten sonra da damat bey kardeşimiz için çile bitmiyor. Aksine, yeni başlıyor! İşinden dönmüş, yemeğini yemiş, tam bi yorgunluk çayı içsek de dinlensek derken... Hanım kızımız elinde rengârenk bir tepsi ile giriyor içeri ki, sanırsın kına tepsisi!
Adamcağız bardağa bağlanmış fiyonklar, çay kaşığına tutturulmuş boncuklar, şekerliğe giydirilmiş pembiş tüller arasında acaba bunlardan hangisi çay diye bakınırken, gözbebeğinin dibinde bir flaş patlıyor. Klik!!. “Evimizde ilk çay!”
Evimizde ilk misafir... evimize gelen ilk elektrik faturası derken, mesele “evimizde ilk cinnet ânı”na doğru ufak ufak ilerliyor. Hele bir de hanımefendi anne olduysa... Ve hele bir de onun o ponçik, o minnoş, o pıtırcık yavrusunun doğumgünü ise...
– İkramlıklar tamam. Balonlar duvara sabitlendi. İçecekler ordaaa... Sarmalara limon gezdirdiiim... Hiii!... Pastayı keseceğimiz bıçağın kurdelası nerde babası?!
– Saçıma bağladım! Tövbe estağfirullaaah!.. Hanım, bırak onun da süsü eksik kalsın. Zaten ev panayır yerine döndü! Konfetiden balondan basacak yer kalmadı!
– Tamam, dur, hemen başlıyoruz. Hadi buyurun bakalııım... Geçin annecim şöyle... Babacım siz de ortaya... Bir iki poz alayım, hemen oturuyoruz! Dedesi, sen kucağına al önce... eveeet... şimdi babaannesiyle birlikte tutun... çekiyoruuum... Teyzesi sen de geçiver. Dur geçiverme, balonlar oğlanın yüzünü kapatıyo. Az sağa... eveeet...
– Annesi, herkesi çektin tamam, keselim şu pastayı artık. Bak babamın şekeri düştü açlıktan.
– Az kaldı bitiyo! Şimdi bi de babasıyla beni çeksin biriniz size zahmet... Oğluuuuş, bak bak halaya bak, kuş çıkacak şimdi ordan... Ay, dur pasta görünmez böyle! Şu tarafa geçeyim ben. Çektin mi? Hah, çok güzel olmuş. Anneannesi bi de seninle torununu tek çekelim. Gülümseyiiin...
– Gülümseyecek hâl mi kaldı insanlarda! Adam başı otuz yedi poz verdik, yetsin artık! Bak, insanlar ayakta bekliyolar. Babamın elleri titriyo, adam şeker hastası, açlığa dayanamıyor biliyosun. Bana da geliyolar soldan soldan...
– Bitti bitti, dur, bu son. Hatıra ama bunlar hep babası... Ağabeycim sen hediyeni verir gibi yap şimdi... eveeet... şimdi son bi kez tüm aileyi birlikte çekeyim de oturalım artık. Sıkışın biraz şöyle... amcası sen de yanaş iyice.. çekiyoruuuu... aaa! E, babam görünmüyor? Baba?? Baba?!
– Eşhedü en lâââââ ilâhe illallaaaah hğhgh!..
– Aaaaa!!! Ayol gitti adam! Beey... amanın bismillâh... Babanızın ilacını getirin çocuklar!.. Bey, kurban olayım kalk beeey!..
Etmeyin!.. Yaşadığımız güzel anları kaydedip paylaşmaktan, o anların tadına varmayı da hakkını vermeyi de ıskalıyoruz. Tamam, güzel anılar biriktirelim, torunlarımıza gösterecek üç beş fotoğraf olsun elimizde ama bu iş çığırından çıkmaya başladı. Geçici anları, kalıcı olsun hırsıyla dondurucuya konmuş sebzelere çevirmeyelim. Güzel yaşanmış anlar zihinlerde de kalplerde de kalıcı olacaktır zaten. Kendisi fani olan şu dünyanın içinde verilmiş hiçbir poz baki olamaz.
Ve bana kalırsa...
Hakikaten “kıymetli” olan hiçbir şey de, başkaları ile öyle kolay kolay paylaşılmaz...