Görüş Bildir

Mücahede ve Mükâşefe İlişkisi

Peygamber s.a.v.: “Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında (ve bedenin içinde) bulunan nefsindir” buyurmuşlardır.

Hak Tealâ: “Uğrumuzda mücahede edenleri, elbette yollarımıza iletiriz.” (Ankebut 69) buyurmuştur. Peygamber s.a.v. “Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” deyince, “Ya Rasulallah büyük cihad nedir?” diye soruldu. Buyurdular ki: “Dikkat edin, o nefs mücahedesidir.” 

Rasulullah s.a.v. nefs mücahedesini gazadan üstün tutmuştur. Zira onun meşakkati savaşın ve gazânın meşakkatinden daha fazladır. Buna ek olarak da heva ve hevese muhalefet etmek, nefsi yenmek hakikaten büyük bir iştir.

Şu halde malum olsun ki, nefs mücahedesi, nefsi sevk ve idare etme meselesi açık ve nettir. Bütün din ve mezhepler arasında makbul bir iştir. Bu hususa riayet etmek ve özen göstermek tasavvuf yolunu tutanların hususiyeti olmuştur. Bu ifadeler hem halk hem de seçkinler arasında bilinmekte, söylenmektedir.

Bütün hakikat ehli sûfiler mücahedenin gerçek ve makbul bir iş olduğundan bahsetmişlerdir. Ayrıca müşahedenin ve Allah Tealâ’ya yakınlaşmanın sebeplerinden sadece biri olduğunu söylemişlerdir. Sehl b. Abdullah ise “mücahede, müşahedenin asıl sebebidir” demiştir. Hakk’ı idrak ve O’na kavuşmak için talebin büyük etkisi olduğunu vurgulamıştır. (Müşahede, akıl ve duyularla bilinmesi mümkün olmayan ilahî hakikatlerin nefs tezkiyesi neticesinde ve Hak Tealâ’nın ihsanıyla idrak edilmesi, bu sayede imanın yakîn mertebesine ulaşmasıdır.)
 

Birinci görüş:

 

ehl’in bu konudaki delili, Allah Tealâ’nın “Uğrumuzda mücahede edenleri, elbette yollarımıza iletiriz.” sözüdür. Buna göre, mücahede eden müşahedeyi bulur.

Aynı şekilde bütün peygamberlerin gelişi, şeriatın varlığı, ilahî kitapların nâzil olması ve gereğini yapmakla sorumlu olduğumuz bütün hükümler bunun (sebep-sonuç, çaba-nimet ilişkisi) üzerine bina edilmiştir. Şayet mücahede müşahedenin sebebi olmasaydı, bütün bunların hükmü geçersiz olurdu. 

Aynı şekilde dünya ve ahiret hallerinin hepsi hikmet ve sebeplerle alâkalıdır. Hükümlerdeki sebepleri yok sayan, şeriatı ve zâhirî hükümleri bütünü ile ortadan kaldırmış demektir. Bu takdirde sorumluluğun mevcudiyeti geçersiz sayılmış olur. Oysa yemek doymak için bir sebep olmuştur. Soğuğu gidermenin sebebi ise elbisedir.

Hakk’a vâsıl olmak için sebebe gerek yoktur diyenlere ait bu kanaat, bütün manaları geçersiz hale getirir. Şu halde fiillerde sebepleri dikkate almak tevhid, yok saymak ise tevhidi iptaldir. Sebebi inkâr, müşahedeyi de inkârdır; açıktan açığa inkârcılıktır. Görmez misin ki, başı boş bir atı eğiterek adeta hayvanlık sıfatından çıkarıp insanlık sıfatına sokarlar. Onu ehlileştirip terbiye ederek atın vasıflarını değiştirirler. Bu terbiyenin neticesinde at, kamçıyı bile yerden alır ve sahibine verir. Ayağı ile topu yuvarlar ve bunun gibi daha pek çok işler yapar. Hatta başıboş bir köpeği mücahede ile öyle bir eğitirler ki, artık o köpeğin avladığı hayvan helal hale gelir. Eğitilmemiş bir köpeğin tuttuğu av helal olmaz. Böyle örnekler çoktur. Bu durumda bütün şeriatın, yani zâhirî hükümlerin sebebi ve esası mücahededir; çaba ve emektir.

Efendimiz s.a.v., Hakk’a yakınlığı elde etmek, muradına nail olmak, akıbetten emin olmak ve masumiyeti tahkik için “savm-ı visal” orucu tutardı. Savm-ı visal, yani gece iftar etmeden birkaç gün bir kere yemek yiyerek oruç tutmaya denir. O, geceleri uykusuz geçirmek gibi bunca mücahede yapmıştı. İşte bunun akabinde “(Ya Muhammed!) Kur’an’ı, kendini helak edesin diye sana indirmiş değiliz.” (Taha 2) fermanı gelmişti.

Hayyan b. Hârice’nin şöyle dediği nakledilmiştir: Abdullah b. Ömer’e “gaza hakkında ne buyurursun” diye sordum. Şöyle dedi: “Önce nefsinden işe başla ve onunla mücahede et; kendinden işe başla ve kendine karşı gaza yap. Şayet sen savaştan kaçarak öldürülürsen, Allah ahirette seni kaçak bir halde diriltir. Eğer riyakâr olarak öldürülürsen, Allah da seni riyakâr olarak diriltir. Ancak, sabrederek ve sevabını yalnızca Allah Tealâ’dan umarak öldürülürsen, O seni sabredici ve sevap ümit edici bir halde diriltir.”
 

İkinci görüş:

 

Diğerleri ise şöyle derler: Hakk’a vusûl için bir illet ve sebep yoktur. Zira Hakk’a vâsıl olan herkes, O’nun fazlı ve lütfuyla ulaşmıştır. İlahî fazlın yanında insan fiilinin ne değeri olabilir ki? O halde mücahede yakınlığın hakikati için değil, nefsi ıslah ve terbiye içindir. Zira mücahede kula aittir. Müşahede ise Hakk’a havale edilir. 

Bunların delili de şudur: “Uğrumuzda mücahede edenleri yollarımıza ulaştırırız.” mealindeki ayette tefsir yönünden mücadele ile vuslatın öncelik ve sonralık durumu vardır. Mana itibariyle ayet, “Yollarımıza hidayet ettiğimiz ve ulaştırdığımız kimseler, uğrumuzda mücahede etmişlerdir” şeklinde izah edilir. 

Rasulullah s.a.v. Hiçbiriniz ameli sayesinde kurtuluşa eremez.” deyince soruldu: “Sen de mi ya Rasulallah?” Rasulullah s.a.v. buyurdu ki: “Evet, ben de amelimle kurtulamam. Ancak Allah’ın rahmeti ve lütfu ile kurtulabilirim.”

Buna göre mücahede kulun fiilidir. Kulun fiilinin, onun kurtuluşunun sebebi olması imkânsızdır. Şu halde kulun kurtuluşa ermesi ve halâs bulması mücahede ile değil, ilahî irade ile alâkalıdır. Nitekim Hak Tealâ, “Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun kalbini İslâm’a açar. Kimi dalâlete düşürmek isterse, kalbini dar ve sıkıntılı kılar.” (En’am 125) buyurmuştur. Diğer bir ayette de şöyle buyrulmuştur: “Ey mülkün sahibi Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de alırsın.” (Âl-i İmrân 26). Böylece Cenab-ı Hak kendi dilemesiyle âlemdeki her şeyin yetkisini yok etmiştir. Şayet mücahede vusûl için sebep olsaydı, İblis reddedilmiş olmaz, ilahî huzurdan kovulmazdı. Yine mücahedeyi terk etmek kovulma sebebi olsaydı, hiçbir zaman Hz. Adem a.s. da makbul ve muteber bir şahsiyet olmazdı. Bu nedenle iş mücahedenin çokluğuna göre değil, ezelî inayete göredir.

Ben (Hucvîrî) derim ki: Bu, manada değil, lafızdaki ihtilaftır. Çünkü biri “arayan bulur” derken diğeri, “bulan arar” demiştir. Bulmanın sebebi talep ve aramaktır. Talebin sebebi de bulmaktır. Müşahedesiz mücahede olmayınca, mücahedesiz müşahede de imkânsız oluyor. Bu nedenle mücahede yolunda kula rehberlik etmesi için ilahî güzellikten bir parıltının ve tecellinin görülmesi lazımdır. 

 

Konunun özü:

 

Sözün kısası, tasavvuf yolunu tutanların mücahedeleri ve riyazetleri mevcuttur, bunda ittifak vardır. Fakat mücahede ve riyazet halinde iken bu hale odaklanmak ve buna değer vermek âfettir. Mücahedeyi reddedenlerin maksadı, mücahedenin aslına ve kendisine karşı çıkmak değildir. Aksine onların muratları mücahedenin kendisine odaklanma ve kudsiyet bakımından kendi fiillerini beğenme haline karşı çıkmaktır. Zira mücahede kulun işidir, müşahede ise Hakk’ın mülküdür. Hakk’ın mülkü bulunmadığı sürece kulun fiilinin bir değeri olmaz. Allah için söyle; kendini bu kadar şen gösterince ve kendine önem verince rahatsız olmuyor musun? Faziletin ve lütfun bizzat kendisini görmemek, kendi fiilinden bol bol laf etmene sebep olmuyor mu?

İşte dostların mücahedesi, kendi iradeleri olmaksızın Hakk’ın onların çabasını kendi gözlerinde değersizleştirmesidir. Bu tümü ile rahmet ve lütuftur. Gafillerin mücahedesi, kendi iradeleri ile fiillerine odaklanmaktır. Bu ise karışıklıktan ve dağınıklıktan başka bir şey değildir. Senin varlığın tamamen perde olunca, varlığından tamamen fani olmadığın müddetçe bekâya layık olamazsın. 

Vaktinin imamı olan Ebu Abbas Şekkânî rh.a. diyor ki: “Bir gün eve girdim. Yerime yatmış sarı bir köpek gördüm. Mahalleden gelen bir köpek sanmıştım ve kovmak istedim. Fakat eteğimin altına girdi ve kayboldu. Anladım ki nefs köpeği imiş!”

Peygamber s.a.v.: “Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında (ve bedenin içinde) bulunan nefsindir” buyurmuşlardır.

Evet; nefs hakkındaki bilgiler anlaşıldıktan sonra ona eğitim ve riyazetle hakim olmak mümkündür. Lakin onun cevheri, özü ve esas mayası hiçbir zaman yok olmaz. Kimin nefs hakkındaki bilgi ve anlayışı sıhhatli olursa o kimse padişah olur. Nefsin varlığında korkulacak bir şey yoktur. Zira nefs durmadan havlayan bir köpektir. Eğitilmiş köpeği bulundurmak mübahtır. O halde nefs mücahedesi, nefse ait vasıfların yok olması içindir, yoksa nefsin kendisinin yok olması için değildir. 


Semerkand Dergi Logo