Hak Şerleri Hayr Eyler
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler
Mevlâ görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler.
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir o öyle
Bak sonunu seyreyle
Mevlâ görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler.
Hakk’ın olıcak işler
Boşdur gâm u teşvişler
Ol hikmetini işler
Mevlâ görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler.
Bil elsine-i halkı
Aklâm-ı Hak ey Hakkı
Öğren edeb ü hulkı
Mevlâ görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler.
(Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s.)
***
Bu ilahi, 18. asrın büyük âlim ve velîlerinden Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s. hazretlerinin Tefviznâme’sinden bazı bölümlerin terennümünden ibaret. Tefviznâme, tefviz halini anlatan hayli uzun bir manzume. Her biri beşer mısradan müteşekkil otuz bir kıtadan oluşuyor. İlahi formunda farklı kıtalarının yine farklı bestelerle okunduğu pek çok örneği var.
“Tefviz”, kâmil imanın muktezası bir hâl. “Kulun tam bir teslimiyetle Allah Tealâ’ya sığınması, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesi, her neticeye peşinen ve gönülden razı olması” demektir. İçinde tevekkülü de barındırdığından yahut tevekkül haline çok benzediğinden ekseriya bu manada kullanılsa da tefviz, tevekkülün fevkinde bir haldir.
Nitekim tevekkülde, sebeplere sarılıp tedbir aldıktan sonra neticeyi Allah Tealâ’ya havale etmek esastır. Mâide suresi 23. ayet-i kerimesinin sonunda beyan buyurulan, “(Gerçekten) müminseniz Allah’a tevekkül ediniz!” mealindeki ilahî hitap mucibince bütün müminlere mahsustur. Tefvizde ise sebep ve tedbirden önce de Allah Tealâ’ya güven esastır ve bu hal tevhid ehline mahsustur.
İbrahim Hakkı hazretleri, Tefviznâmesi’nin ikinci kıtasında aslında bu halin âdeta bütün hususiyetlerine şöyle işaret eder: “Sen Hakk’a tevekkül kıl / Tefvîz et ve rahat bul / Sabreyle ve razı ol / Mevlâ görelim n’eyler / N’eylerse güzel eyler.” Bu kıtada tefvizdeki tevekkül, sabır ve rızaya dikkat çekilerek sanki şöyle bir telkinde bulunuluyor:
“Her işte, her hususta yegâne dayanağın Cenâb-ı Mevlâ olsun. O’na tam bir imanla itimat eyle. Şer’i Şerîf dairesinde üstüne düşeni yap, tedbirini al fakat ancak Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak neyi takdir buyurmuşsa onun olacağını bil. Hayırlısını dile, neticeyi Rabbine ısmarla; acele etmeden, telaşa ve hırsa kapılmadan sabırla bekle. Beklediğin yahut umduğun netice tahakkuk etmediğinde de ‘olanda hayır vardır’ deyip tam bir gönül rahatlığıyla takdire razı ol.”
Tevhid ehli Allah dostları böyle yaparlar. Onlar tefviz eyledikleri için en olumsuz gelişmeler karşısında bile korkmaz, telaşlanmaz, hırçınlaşmazlar. Sükûnetlerini korur, itidallerini kaybetmezler. Kalplerindeki itminan ile her daim mütebessimdirler. Hadiselere ibret nazarıyla bakar, dünya derdini dert etmezler.
Başkalarının çaresizlikle ümitsizliğe kapıldığı durumlarda onlar, “Mevlâ görelim n’eyler, n’eylerse güzel eyler” diyerek hikmet-i Hüdâ’nın tecellisini beklerler. Hak Tealâ’nın, Hudeybiye’de olduğu gibi, şerleri hayreyleyeceğinden emindirler. Çünkü Rabbimiz’in Talâk suresi 3. ayet-i kerimesindeki “Kim Allah’a güvenirse, O ona yeter.” vaadinden emindirler.
İbrahim Hakkı hazretleri k.s. bizleri böyle bir hâle, tefviz hâline, yani sadece Mevlâmız’a güvenip dayanmaya davet eder ve Tefviznâme’si boyunca nasihat makamında, neler yapmamız yahut nelerden kaçınmamız gerektiğini sıralar. Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîn’in, Hallâk-ı Rahîm olarak her şeyi rahmetle yarattığını, Rezzâk-ı Kerîm olarak sonsuz nimetler ikrâm eylediğini, Fa’âl-i Hakîm olarak bütün işlere O’nun hükmettiğini ve yegâne Kâdî-i Hâcât’ın yani bütün ihtiyaçları karşılayanın sadece O olduğunu hatırlatır.
Şu halde güvenilip sığınılacak tek varlık O’dur. Allah Tealâ kendisine tam bir teslimiyetle güvenip sığınan kulunu elbette mahzun eylemeyecektir. Kaldı ki şu üç günlük ömrümüzü eziyete dönüştürmekle kalmayıp, çoğu zaman sırat-ı müstakîmden ayağımızın kaymasına sebep olabilecek hırslardan, dünyalık korku ve kaygılardan, faydasız koşuşturmalardan kurtulmanın tek çaresi de budur.
Öyleyse, takdire itiraz manasına gelecek şekilde “niye şu şöyle de böyle değil” vesvesesinden sakınmak lâzım. Allah Tealâ bir şeyi öyle yaratmış, öyle takdir buyurmuşsa, mutlaka bir hikmete mebni olarak, adl üzere ve yerli yerinde yaratmıştır. İtiraza yeltenmeden, hikmet nazarıyla ve sabırla meselenin sonu beklendiğinde Mevlâmız’ın aslında ne kadar güzel eylediği anlaşılacaktır.
Bu tavır hiç kimseye hor bakmamayı, kimseyi incitmemeyi de gerektirir. Nitekim günahkâr bile olsalar insanları kınayıp onların gönüllerini yıkmak yerine, onlara muhabbet ve şefkatle yaklaşmanın verdiği güzel neticeler, Mevlâmız’ın n’eylerse güzel eylediğine misal değil midir?
Aynı şekilde, “şu iş niye böyle oldu da şöyle olmadı, bu musibet yahut sıkıntı neden beni buldu” cinsinden yakınmalar da, dünyalık bir maksat için düşülen kaygı yahut telaşlar da yersiz ve faydasızdır. Bir kere Kur’an-ı Kerim’de “bizim hayır bildiğimizde şer, şer bildiğimizde hayır olabileceği; hakikatin ancak Allah katında olduğu” beyan buyurulmuştur.
İkincisi, “Hakk’ın olıcak işler” mısraında ifade edildiği gibi bütün işler Allah Tealâ’nın iradesi altında, O’nun yaratması ile vuku bulmaktadır. Dolayısıyla bizim “gam u teşvişlerimiz”, yani neticeye dair korkularımız, endişe ve kuruntularımız boşunadır. Rabbimiz ne dilediyse o olur.
Burada ince bir mesele var. Bazıları, “madem Rabbimiz neyi dilemişse o oluyor, öyleyse bizim çalışıp gayret göstermemize gerek yok” diye düşünebilir. Ulemanın Sünnetullah’a aykırı bularak şiddetle reddetmesine rağmen, geçmişte olduğu gibi bugün de tevekkül ve tefvizi böyle anlayanlar çıkacaktır.
İbrahim Hakkı k.s. hazretlerinin bu Tefviznâme’sindeki, “Bir işi murâd etme / Olduysa inâd etme / Hakk’tandır o reddetme” yahut “Kalbin O’na berk eyle / Tedbîrini terk eyle / Takdîrini derk eyle” gibi mısralar da yanlış anlaşılabilir.
Tefviz halinde terk edilen istekler, meşru bile olsa dünyevî taleplerdir. Allah dostları Cenâb-ı Mevlâ’dan kendileri hakkında hayırlı olanı ister; adını koyarak dünyalık bir talepte bulunmayı küstahlık sayarlar. Zira kul hakkında hayırlı olanı kulun kendisi değil Mevlâmız bilmektedir. Sünnetullah’a uyarak meşru sebeplere tevessülü ve tedbiri ihmal etmezler ama bütün sebeplerin ve tedbirlerin üstünde belirleyici irade ve gücün Allah Tealâ’ya ait olduğunu asla unutmazlar.
Bunun içindir ki “tedbirini veya sebepleri terk eyle” ikazını, “hâsıl olan neticeyi sadece tevessül ettiğin sebeplere, aldığın tedbirlere bağlama” manasına anlamalıdır. Ancak böyle bir kavrayış tarzı, kulun nefsini, imkânlarını, sebepleri putlaştırmasına mani olur.
Kaldı ki bazen bütün yolları, bütün imkânları, bütün çareleri tükettiğimiz bir anda, hiçbir çaba, tedbir ve sebebe bağlı olmaksızın Cenâb-ı Hak tarafından bize bir hacet kapısının açıldığı, derdimize derman verildiği de vakidir.
“Muradını, sebepleri, tedbirini terk eyle” ikazı, meşru dairedeki bütün çabalara rağmen, istenmeyen bir neticenin ortaya çıkması durumunda ısrarla ve inatla o neticeyi değiştirmeye çalışmakla da alakalıdır. Bu tutum hem takdire itiraz, hem de o neticenin şer olduğuna hükmetme hadsizliğidir.
Mümin zaferle değil, seferle mükelleftir. Zaferi, neticeyi, başarıyı olmazsa olmaz bir gaye haline getirmek, hafazanallah, insanı gayri meşru yollara sapmaya kadar götürebilir. Bu tehlikeye dikkat çekmek için olmalı, İbrahim Hakkı hazretleri manzumesinin sonunda “Bil elsine-i halkı / Aklâm-ı Hak ey Hakkı / Öğren edeb ü hulkı” diyor.
Yani güneşin, ayın, ağaçların, kuşların, hülâsa bilcümle mahlukatın lisanını anla; onların hâl dili ile Cenâb-ı Hakk’ı nasıl zikrettiklerini, nasıl O’na tâbi olduklarını, hiçbir talepte bulunmadan yazgılarına nasıl boyun eğdiklerini gör. Onların bu teslimiyet ve itimatlarından ibret al. Onlardan takdire itiraz etmeme edebini, yaradılış maksadına uygun davranmayı gerektiren ahlâkı öğren.
Zira kul, ancak tefviz edeb ve ahlâkını kuşandığı takdirde Cenâb-ı Mevlâ’nın n’eylerse güzel eylediğini görebilecek, dünyanın bütün dertlerinden azâde olacaktır.