Görüş Bildir

Islahtan İfsada

Geçenlerde, gençliğimden beri tanıdığım ve pek sevdiğim bir abimden nikâh davetiyesi geldi. Kızını evlendiriyormuş. Üst tarafta “Düğün Yemeği” başlığı altında yeri ve tarihi vardı. Onun altında ise “Nikâh+Kokteyl” yazıyor, altında da yeri ve saati belirtiliyordu. Nikâh, yemek tamam, fakat “kokteyl” kelimesini görünce şaşırdım. Çünkü kokteyl diye ayakta içki içilen kabullere denir. Tabii ki oraya kokteyl diye yazıldı diye içki verileceğini hiç sanmıyorum. Ama bu kelimenin seçilmiş olması bile hayli tuhaf.

Bizim “velîme”den, yani sünnet olan düğün yemeğinden kokteyle düşmemiz hayli yeni. O da iki asırlık iki yüzlülük hikâyemizin içine dahil oldu. Düğün sahibi bu abimiz de bir zamanlar çocuklarımıza dinimizi öğretmek üzerine çok araştırmış, fikir ve emek sarfetmiş, birçok muhafazakâr kurumda görev almıştı. Ama yönünü nereye döneceği hususunda kafa karışıklığı yaşayan bir tek o değil. Gençliğimden beri tanıdığım pek çok dindar edebiyatçının, kültür sanat ve fikir adamının, akademisyenin hikâyesi bu. Mesela bize İslâm’ın iktisat anlayışını anlatan, bu konuda dergi çıkaran bir üstadın yakınlarda bir röportajını okudum. Hayatı din karşıtı zihniyetle mücadeleyle geçmiş abimiz, bu defa bunun aksini savunan bir fikrin ne kadar değerli olduğundan bahsediyordu.

Değişim her zaman her yerde olur. Ama her değişim hayırlı değildir. Bir değişimin değerli veya değersiz olduğunu yönü belirler. Hakka doğru ise hayırdır, bâtıla doğru ise şerdir. Olgunlaşma da bir değişimdir, çürüme de... Verdiğim bu örneklerdeki değişim maalesef olgunlaşma değil. Ancak bozulma, yozlaşma ifadeleriyle tarif edilebilir. Çünkü hak ve hakikat yol üzerinde değişmiyor.

Dünyalık menfaat için

Menfaat ve güç peşine düşen nice dindar insanın nasıl yolunu yönünü kaybettiğine dair örneklere her gün şahit oluyoruz. Cihaddan fesada, davadan nemaya, imandan küfre kayan çok. Bu yozlaşmanın belki de en çarpıcı göstergesi “muhafazakâr” televizyon kanallarıdır. 1980’lerde ve 90’larda dindarlar “keşke bizim de bir televizyon kanalımız, bir gazetemiz olaydı” diye hayıflanırdı. Bu TV kanallarının birinin kurulma aşamasında Anadolu’da pek çok yerde toplantılar yapıldı. Kendi değerlerine göre yayıncılık yapılacağı beklentisiyle insanlar büyük heyecan yaşadı. Dava aşkına ellerini ceplerine attılar, paralar verdiler. “İslâmî” kanal da böylece açılmış oldu. Fakat ne yazık ki kısa sürede piyasa şarkıcılarının arzı endam ettiği bir kanal haline geldi.

Ezanın hoparlör ile okunup okunmayacağını mesele eden, kadın spiker istihdam etmeyen abiler, ekranda şarkıcı hanımların dekoltelerini, müstehcen tarz ve tavırlarını caiz görmüştü. Nereden nereye!

Diğer bir “dindar” kanalımız daha kültürlü görünüyordu. Başlarda kaliteli ve iyi niyetliydi. Entelektüel abilerimiz güzel programlar yapıyordu. İstanbul gezintileri, şair abilerimizin sohbet programları, hele “Esmâü’l Hüsnâ” gibi küçük ama çok vurucu programlar bizi mest etmişti. Ne yazık ki orada da işler değişti. “Halk böyle istiyor” dediler, “reyting” dediler. Bir zamanların İslâmî içerikli programlar yayınlayan o kanalı 28 Şubat’tan sonra hızla eğlence kanalı haline geldi. Şimdi ise Hindu aileleri ve gelenekleri konu alan Hint dizilerini yayınlıyorlar.

İddianın altında kalmak

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. “İslâm” ya da “din” denildiği anda bir iddia ortaya çıkar. Mesele iddiada bulunmak değildir. O iddiaya uygun yol tutmaktır. Her iddia ispat gerektirir. İslâm davası da bir iddiadır. İşimizle, düşüncemizle, kişiliğimizle iddiamızı ispat gerekir. Henüz edemiyorsak bile haddimizi bilip “bilmeye, kılmaya, olmaya” gayret etmeliyiz.

Fakat 1990’lardan itibaren “İslâmî” etiketli kişiler, gazeteler, televizyonlar, vakıflar, dernekler, cemaatler böyle yozlaştıkça İslâm sadece etikette kaldı. İslâm’ı bunlarda arayanlar hayal kırıklığıyla imanlarına bile zarar vermeye başladı.

Neden bu çürüme? Dinimizin özüne değil de dedikodusuna bağlanırsak böyle olur. Üniversitede okurken İslâmcı birisi ile bahçede oturmuş konuşuyorduk. İkimizin de yakından tanıdığı ve melek tabiatlı bir arkadaşımız önümüzden geçti. Derviş birisiydi ve sünnet üzere sakalı vardı. Bu İslâmcı arkadaş “Şu sakala bak. Ne gıcık tipl!” demişti.

Yine başka bir İslâmcı arkadaş bir gün üniversite bahçesindeki büyük öğrenci kalabalığına bakıp: “Kâfir bunlar!” hükmünü yapıştırmıştı. Şaşırarak “Kimi kastediyorsun?” diye sordum. “Hepsi işte!” deyiverdi. Herkesi tekfir eden arkadaş sonradan bankacı oldu. Yılları faiz hesap etmekle, faiz alıp vermekle geçti.

O dönemlerde İslâm, gelecek güzel günlerin ümidi, masumiyet ülkesinin hayali idi. Fakat birçokları için güç hırsına kılıfmış meğer. Din “söylem” haline inince zedelenmesi kolaydır. Çünkü söylem bir güç arayışıdır. “İslâmcılık söylemi” de bazıları için gücü elde etme yoluydu. Güç önüne gelince söylemin cilası döküldü, mesele anlaşılmış oldu. Dini bir eylem, bir söylem, bir felsefe, bir parti sloganı olarak kabul edenler şimdi dökülüyor.

Örneklerin hali

Bugün gençlerin büyük bir ahlâk ve iman sorunu var diyoruz. Peki ya daha yaşlıların durumu nasıl? Biz çok mu düzgünüz? Ana babaları böyle yolunu yönünü yitirmişken gençler ne yapsın? Bugün kendisini “dindar veya muhafazakâr” olarak tanımlayanlardan her yaştan, okumuş okumamış birilerini sokakta çevirip birkaç itikad sorusu sorsak, önemli bir kısmının eksik, hatalı, hatta tamamen yanlış inanca sahip olduğunu görürüz. Hele hadis-i şerifler ve kader bahsini açsak yıkımı görürüz.

Velîmeden kokteyle düşüş hikâyesini iyi düşünmek gerekir. Bugün “hilafetçi oportünistler”, “başörtülü feministler”, “sakallı kapitalistler”, “namazlı seküleristler”, “ilahiyatçı oryantalistler”, “zikirli hedonistler” türediyse bu bir gecede olmadı. Dini “güç” olarak görme yerine gücü “din” görme zilletimiz iki asırlık bir hikâye. İki asırdan bu yana “gücümüz olmadığı için zelil olduk” diyenler güce saldırıp, her ne pahasına olursa olsun gücü elde etmeye yönelince İslâm’ı, imanı, ahlâkı kelimeler seviyesine düşürdüler.

Bugün geldiğimiz bu acı aşama, Osmanlı’da başlayan iman ile yetinmemek, imanı dünyevî güç ile eşitlemek ve kendisi olmaktan çıkmak sürecinin son aşamasıdır.

Bu süreçte dinden bahsedenlerin bir kısmı din karşıtları kadar, hatta onlardan fazla dine zarar verdi. “Kur’an’a dönüş” dedikçe, “akıl dini” dedikçe, “hurafeleri temizliyoruz” dedikçe imanın, maneviyatın, teslimiyetin belini kırdılar. Gençlere ayetleri, hadisleri, âlimlerin sözlerini kafalarına göre yorumlamalarını, hatta yekten reddetmeleri gerektiğini bellettiler. İlim, çile, emek, tahkik gerekmeden kısa yoldan büyük laflar etmeyi sıradanlaştırdılar.

Bu tuzağa düşenler önce mucizeler gibi maneviyatı, sonra tasavvufu, sonra Sünnet’i, şimdi de Kur’an’ı inkâr eder hale düştüler. Hayatını bu sapkınlığa adayan meşhur bir ilahiyatçı ölmeye yakın baklayı ağzından çıkardı. “Çare deizm” dedi, kitabını bile yazdı. Nihayet astarını dışarı çıkardı. Ama giden gitti...

Ahiret ne olacak?

Elbette hidayet Allah’tandır. Dinden çıkmak isteyeni kimse zorla durduramaz. Ama bizim de vazifemiz hem imanımıza sarılmak, hem de insanları imana çağırmaktır. Bunu günümüzden bir örnekle anlatalım:

Bir mürşide oğlu kendilerine düşmanlık edenlerden bahsetmiş, “durumu hiç iyi görmüyorum” demiş. O velî oğluna sormuş:

– Oğlum, dünyada kaç insan var?

– Yedi-sekiz milyar insan var, demiş oğlu.

– Peki bu insanların kaçı müslüman?

– Bir buçuk milyarı kadar.

– Peki bu müslümanların kaçı gerçekten dosdoğru müslümandır?

– Çok azı.

O zaman mürşid ona bakarak şöyle demiş:

– Evladım, sen bana dünyada ne kadar az mümin olduğunu söylüyorsun. Demek ki insanların büyük çoğunluğu ateşe gidiyor. Ben şimdi kendi başımdaki sıkıntıları mı dert edeyim, yoksa bu kadar insanın ahirette başına gelecekleri mi?

Allah’ın dini bâkidir. Allah dinini mutlaka korur. Gerçek müminler, sayıları azalsa da her zaman var olacaktır. Bizi bu tehlikeden kurtaracak olan, Allah’a ve Rasulü’ne tam teslimiyettir. Bu yolda olmalı, buna yol olmalıyız. Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın...

Bizim derdimiz kendi imanımızı ve insanların imanını muhafaza etmektir. İmana saldıran açık ve gizli zihniyetlere, araçlara, propagandalara, kavramlara, hayat tarzlarına bulaşmamaktır. İnsanların ebedî gazaba uğramasına engel olmaya çalışmaktır. Ama bunu yaparken niyetimiz de, gayretimiz de, usulümüz de hak ölçüsü olmalıdır. Bu bozulmadan, çürümeden ve çökmeden ancak her anımızda, her işimizde, her düşüncemizde imanımıza yaslanarak kurtulabiliriz.



Semerkand Dergi Logo