Görüş Bildir

Dünya Hali

Maduro Direniyor

Yıllar önce, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) hayata geçirilirken bir gazetede bir karikatür yayınlanmıştı: Dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı George Bush önüne bir dünya küresi almış, gözünü kapatıp küreyi çeviriyor ve parmağını rastgele bir yere koyup durdurarak “BOP” diyordu. ABD o dönemde bu proje kapsamında Afganistan ve Irak’a güya “demokrasi getirmek ve terör örgütlerinden temizlemek” amacıyla girmişti! Sonuçta da arkasında büyük bir yıkım ve insanî felaketler bırakarak bu topraklardan ayrılmıştı. Her iki ülkede de şimdi karışıklık ve istikrarsızlık kol geziyor.

ABD bugün yine okyanus ötesinden dünyanın diğer ucuna müdahale etmeye çalışıyor. Mesela Kuzey Kore’ye, Suriye’ye, Katar’a, Türkiye’ye… Yöntemini de değiştirdi. Çok değil, on beş yıl önce askerlerini fiilî olarak sahaya sürerken, şimdilerde vekil terör örgütleriyle saldırıyor. Bunu yapamadığı ya da bu şekilde hedefine ulaşamadığı yerleri de başka türlü sarsmaya, hatta zorlayarak devirmeye çalışıyor. Son bir yıl içerisinde üst üste yaşadığımız krizleri bu çerçevede değerlendirmek lazım.

Yakın coğrafyasını da dizayn etmeyi ihmal etmiyor ABD. Venezuela, bu girişimden nasibini alan son ülke. Venezuela’daki en güçlü muhalefeti lojistik ve psikolojik anlamda destekleyerek, dahası komşu ülkeleri de yanına alarak seçilmiş Devlet Başkanı Maduro’yu devirmeye çalışıyor. Sokak eylemleriyle başlayan hareketlilik, fırsat bulunur bulunmaz askerî darbeye dönüşüyor. Tıpkı bizde Gezi eylemleri ve 17-25 Aralık sivil darbe girişiminin ardından gelen 15 Temmuz gibi.

Ülkedeki ekonomik darboğazı bahane eden muhalefet, kitleleri kışkırtarak toplumsal krizler çıkarıyor. Yerinde ve zamanında müdahale edilmezse iç savaşa kadar gidiyor ve ülke bölünmenin eşiğine geliyor. Nihayetinde, yönetim alaşağı edilmezse bizzat müdahale ediyor. Eğer Venezuela’da yapılmaya çalışılan müdahale mevcut koşullarda başarılı olmazsa ABD, Maduro’yu devirmek için her türlü yola başvuracak.

İşin haber kısmını böylece özetledikten sonra asıl söylenmesi gerekenlere gelelim. Venezuela’daki meşum dış müdahaleyi anlamak için iki sorunun cevabını vermek şart: ABD, Chavez’in 2013 ölümüyle birlikte iktidara gelen Maduro’ya müdahale etmek için neden bugüne kadar bekledi? Gelinen noktaya ilişkin Maduro yönetiminin hiç mi suçu yok?

Hugo Chavez, başarısız birkaç darbe girişiminin ardından 1997’de Beşinci Cumhuriyet Hareketi isimli partiyi kurarak 1999’da seçimlere girdi ve yüzde 56 oy alarak devlet başkanlığını kazandı. 2002’de kendisini devirmeye çalışan generaller darbe girişiminde bulundular, Chavez’i bir askerî üsse götürdüler. Yerine, iş adamı Pedro Carmona’yı devlet başkanı ilan ettiler. Ancak Chavez, kendisini destekleyen kitlelerle birlikte bu girişimi iki günde bertaraf ederek tekrar koltuğuna oturdu. O dönemde Irak’ı işgal etme planlarıyla uğraşan ABD, Carmona’nın 48 saatlik iktidarını tanıdı! Daha sonra girdiği seçimleri kazanan Chavez, iktidarı döneminde ABD ve Avrupa Birliği (AB) ile münasebetlerini sınırlandırarak İran, Belarus, Kuzey Kore, Suriye, Rusya ve Çin gibi ülkelerle yakın ilişkiler kurdu. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Venezuela’da “kara elmas”tan elde ettiği gelirleri halkına dağıttı.

Ardından iktidara gelen Maduro döneminde petrol fiyatlarının düşmesi ile ülkede büyük bir yoksulluk hüküm sürmeye başladı. Enflasyon yüzde on altı bin arttı. İnsanlar kâğıt paralardan şapka yapar hale geldiler. İşte ABD, petrol fiyatlarına yaptığı manipülatif müdahalenin sonrasında ülkenin krize girdiği, herkesin isyan etmeye başladığı anda iç karışıklık çıkarmak için düğmeye bastı. Bu dönemde Venezuela’nın Türkiye ile olan ilişkilerini hızlandırmaya başladığını, ticaret hacmini artırdığını ve altın işleme işini Türkiye’ye verdiğini de hatırlatalım.

Maduro yönetimini de bu süreçte tamamen masum görmek mümkün değil. Çünkü kriz kendini göstere göstere geliyorum derken, Maduro olacakları görmezden geldi, herhangi bir adım atmadı. Halk sefalet içinde yaşarken, ülkede sosyal kriz ayyuka çıkarken, kendisini halkının yerine koyarak başını ellerinin arasına alıp düşünmek yerine, İstanbul’da lüks bir restoranda yemek yerken çektiği fotoğrafları sosyal medyada paylaştı, tepkileri çekmeyi tercih etti!

Kuşkusuz Venezuela’da ne olursa olsun, ABD’ye herhangi bir şekilde müdahale etme hakkı vermez! Demokrasi vurgusunun ısrarla yapıldığı; öyle veya böyle, güvenilir ya da değil, bir seçimle iş başına gelen yönetimlerin cezasını yahut ödülünü halk vermeli. Maduro şimdilik direniyor. Umarız, küresel emperyalist sistemin ana aktörü karşısındaki savaşında başarılı olur ve tüm bu hikâyenin sonunda kendini muhasebe ederek ülkesini kalkındırmak için daha fazla çaba sarfeder.

Bizim de, dünyanın diğer ucundaki bu hikâyenin bize aradaki mesafe kadar uzak olmadığını bilmemiz lazım. Dünyanın kabadayılığı rolüne kendisini iyice kaptıran ABD uzak yakın her ülkede aynı formülü kullanıyor. Ya onun yazdığı senaryoda figüranlık yapacaksın ya da ülken önce karışacak, peşinden darbe veya işgal gelecek. Ama Türkiye bu kirli senaryoyu yırtmakla kalmadı, başkalarına da ümit ve motivasyon kaynağı oldu. Bu durumun devamı için gücümüzü korumamız, hatta artırmamız gerekiyor.

Soçi Zirvesi Suriye Krizine Çözüm Olacak mı?

Suriye, 2011’den itibaren süregelen iç savaşın etkisiyle savrulmaya devam ediyor. Irak savaşı, her türlü şiddete, zulme ve insanlık dışı muameleye rağmen beş yılda sona ermişti. Ülkede kargaşa ve kriz devam etse de insanlar “acaba bu akşam üzerimize bomba yağacak mı?” endişesinden beş yılda büyük ölçüde kurtulmuşlardı. Suriye’de ilk kurşunun atıldığı günün üzerinden tam sekiz yıl geçti ve kısa vadede çözüme dair bir umut hâlâ yok. Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtı sonrasında oluşturulan güvenli bölgelerde bile zaman zaman bombalar patlamaya devam ediyor.

Ülkede barış ve huzurun tesisi için birkaç devletin ortak karar alması gerekiyor. Açıkça ifade etmek gerekirse, Türkiye’nin haricinde Suriyelilerin güvenliği ve geleceklerinin teminatı hiçbir ülkenin umurunda değil. Rusya, sıcak denizlere inme politikasına bu kadar yaklaşmışken, eline geçirdiği bu fırsatı yitirmek istemiyor. İran, Suriye’de bulunan Şiîlerin savaş sonrası kurulacak masada bulunarak pastadan payını alması için çabalıyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Fırat’ın Doğusu’ndan askerlerini çekerek bölgede mücadele etmekten vazgeçtiğini ifade etse de, henüz sözünü yerine getirmiş değil. Türkiye de NATO ve ABD eksenli Suriye politikasının sonuçlarıyla yüzleşince, hem kendi sınır güvenliğini korumak, hem de Suriyeli mazlumların kendi topraklarında güven içerisinde yaşamalarını sağlamak amacıyla ülkenin bütünlüğünü koruyarak barışı tesis etme peşinde.

Geçtiğimiz aylarda Kazakistan’ın başkenti Astana’da yapılan zirvenin ikinci ayağı, Şubat ayında Rusya’nın Soçi şehrinde gerçekleştirildi. Artık içinden çıkılmaz hale gelen Suriye denkleminin üç önemli aktörü Rusya, İran ve Türkiye’nin liderlerinin buluştuğu zirvede, ülkede kalıcı barışı inşa etme meselesi masaya yatırıldı. Rusya’nın, İran’ın ve Türkiye’nin ortak kanaati, öncelikli olarak Suriye’nin terör örgütlerinden arındırılması. Bu konuda herhangi bir şerh bulunmuyor. Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulmadan savaşın sona erdirilmesi hususunda da anlayış birliği sağlanmış durumda.

Asıl mesele, toprak bütünlüğünün Esed’li mi Esed’siz mi olacağı. Rusya bu hususta geri adım atacak gibi görünmüyor. Kendi kontrolünde bir Esed yönetimi, Rusya’nın Akdeniz’de var olabilmesinin anahtarı konumunda. Dolayısıyla Esed’siz bir çözüm Rusya için makul değil. Keza, İran için de Rusya’nın güdümünden çıkmayacak Esed iktidarı oldukça sempatik duruyor. Türkiye ise daha en başından itibaren Esed’siz bir çözümden yana. Çünkü milyonlarca insanı katleden, tarihî ve kültürel ortak mirasın temsil edildiği Suriye topraklarını yerle bir eden Esed’le barışın sağlanamayacağı görüşünde. Ancak Türkiye’nin, Rusya ve İran’ı ikna edememe durumunun yanı sıra, Esed rejimiyle düşük düzeyli görüşmeler yaptığı da artık saklanmıyor.

Mısır’da, Mursi iktidarını darbeyle indiren Sisi’yi tanımayan Türkiye’nin, Suriye’de taş üstünde taş bırakmayan Esed’i de tanımaya niyeti yok. Ama, yapılan ve yapılacak olan görüşmelerden istenilen sonuç çıkarılamazsa, hem Türkiye’nin hem de Suriye halkının menfaatleri gereği, Esed’le masaya oturulmasa bile Esed’li bir barışın kerhen de olsa kabul edilme ihtimali bulunuyor.

Daha en başından denklemin bilinmeyenleri doğru fark edilebilseydi, bugün bambaşka bir Suriye ile karşı karşıya olabilirdik. Fakat işler planladığımız gibi gitmedi. Siyasette bir saatin bile çok uzun olduğu ve dostlukların değil devletlerinin çıkarlarının öncelenmesi gerektiği hakikati, Suriye’nin geleceğini belirleyecek. Umulur ki, öyle ya da böyle barış ve huzur atmosferi oluşturulur da bu acı hikâye bir daha yaşanmamak üzere tarihin tozlu raflarındaki yerini alır.

Hadsizliğin Böylesi

Kâbe bütün Müslümanların gözbebeği. Günde beş vakit, dünyanın neresinde olursak olalım yüzümüzü Kâbe’ye döner ve Âlemlerin Rabbi’ne secde ederiz. Hz. İbrahim a.s.’ın oğlu Hz. İsmail a.s.’la birlikte inşa ettiği Kâbe için Allah Tealâ şöyle buyuruyor: “Hani biz Kâbe’yi insanlara vaktiyle bir sevap mahalli ve emin bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den namaz kılacak bir yer edinin.” (Bakara 125). Efendimiz s.a.v. de: “Yüce Allah Kâbe’ye ‘el-Atîk’ adını verdi. Çünkü onu despotların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman bir zorba ona galebe edemedi.” (Tirmizî, Tefsir, Hac 3169) hadis-i şerifiyle Kâbe’nin bizzat sahibi tarafından korunduğunu ifade ediyor.

Efendimiz s.a.v.’in dünyayı teşrifinden elli iki gün önce Kâbe-i Muazzama’yı yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusundan Allah Tealâ’nın nasıl intikam aldığı hepimizin malumu. Bugüne kadar, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’yi himaye eden hiçbir devlet, Kâbe’ye ve Ravza-i Mutahhara’ya edepten asla taviz vermemiş, dünyayı dize getiren koca Osmanlı padişahı kendine “hâdimü’l-harameyn-i şerifeyn: İki şerefli belde olan Mekke ve Medine’nin hizmetkârı” sıfatını layık görerek şerefyâb olmuştu. Otuz üç yıl tahtta kalan ve bütün dünyanın dehasına hayran olduğu müslümanların halifesi Sultan II. Abdülhamid, Hicaz Demiryolu’nu yaptırırken, Medine-i Münevvere’deki çalışmalar sırasında çekiçlerin ucuna keçe taktırmıştı. Efendimiz s.a.v.’e karşı hürmet ve edebi bu seviyede idi. Kâbe-i Muazzama’nın örtüsü, Anadolu’da en güzel güllerin yetiştiği Isparta’dan gönderilen gül suları ve gül yağlarıyla yıkanıyordu.

Bir zamanlar, gözümüz gibi baktığımız, hassasiyet gösterdiğimiz, eşkıya ve küffar ayak basmasın diye askerimizin aç ve susuz cansiperâne savunduğu kutsal topraklarımızda maalesef I. Dünya Savaşı’nın ardından İngilizler tarafından bedevilere yapay, gölge devletler kurduruldu. Yaklaşık yüz yıldan bu yana dünyanın her yerinde müslümanlar kan ağlarken, ümmetin ortak malı olan bu topraklarda Suudlar keyif sürüyor. Kendilerinin yediği yetmezmiş gibi, mazlumlara kurşun sıkan küresel güçlere de hizmet ediyorlar.

Yapılanlar sabır sınırlarını zaten yeterince zorlamışken, Suud kralı Selman b. Abdülaziz’in oğlu Muhammed b. Selman (MbS) birbirinden garip hareketler ve sözlerle bardağı taşırdı. MbS’in Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile olan ilişkilerini, Vatikan seyahatini daha önce bu satırlarda aktarmıştık. ABD Başkanı Trump, babası Selman’ı kontrolü altına aldı, MbS ise zaten güdülmeye gönüllü. Vatikan’da yaptığı anlaşmayla Medine’de bir kilise açacaktı ki, Cemal Kaşıkçı cinayeti bütün planlarını alt üst etti. İslâm dünyasının kalbinde filizlendirilmeye çalışılan Batı’ya ılımlı İslâm projesi, Papa’nın geçtiğimiz günlerde Birleşik Arap Emirlikleri’ne yaptığı seyahatle hayata geçirilmeye çalışılıyor!

MbS bu kadar küstahlıkla, bu kadar pervasızlıkla da yetinmedi ve “civarda yapılan çalışmaları denetleme” bahanesiyle, yanına aldığı koruma ordusuyla birlikte Kâbe-i Muazzama’nın damına çıkarak büyük bir kibirle müslümanların kıblesini ayakları altına aldı! Eğer gerçekten denetim yapmak istiyorsa, amcası Abdullah b. Abdülaziz döneminde tamamlanan ve Kâbe’ye gölge düşürmekten başka bir şeye yaramayan Zemzem Towers’ı da kullanabilirdi! MbS bu hareketiyle İslâm dünyasına en büyük hakaretlerden birini yaptı. Ve kuvvetle muhtemel, kendi sonunu kendi eliyle hazırlıyor.

Hicaz’ın bugünkü durumu müslümanların vicdanını yaralıyor. Allah Tealâ’nın insanlar için bir düzen vesilesi kıldığı Beyt-i Haram, bozgunculuktan başka bir şey yapmayan Suudların kontrolünden inşallah en kısa zamanda çıkar. Ve inşallah Kâbe’nin hizmetçisi olmaktan şeref duyan asil nesillerin himayesinde bütün müslümanların doya doya ziyaret ettiği bir yer haline gelir.



Semerkand Dergi Logo