Görüş Bildir

Dünya Hali

Barış Pınarımız

Romalı Devlet adamı ve bilgin Cicero, “Kötü bir barış, her zaman haklı bir savaştan iyidir.” der. Fakat öyle zamanlar gelir ki cihad farz olur. O gün geldiğinde “kötü bir barış” gibi görünen ama örtülü bir zulüm olarak devam eden sürece var gücünüzle müdahale eder, gerekirse canınızı bile feda edersiniz.

Suriye’de 2011’de “Arap Baharı” denilen dalganın ülkeye sıçramasıyla birlikte, kısa sürede sona ereceği düşünülen mücadele bir iç savaşa dönüştü, maalesef bugüne kadar geldi. Bilançoya bakıldığında, insanlık tarihinde benzeri nadir görülen katliamlarla karşı karşıya olduğumuzu söylemeliyiz. Sayısı bir milyonu bulan ölü ve dünya genelinde altı milyonu geçen mülteci!

Çok değil, daha 100 yıl önce bize ait olan bu toprakların serencamı, en çok bizim gündemimizde yer alıyor. Dinî ve insanî vazifelerimiz mucibince kapılarımızı açtığımız Suriyeli kardeşlerimiz için harcanan 40 milyar dolar bir tarafa, ülkede oluşan gerilim ve istikrarsızlık atmosferinden faydalanan DEAŞ, PYD/YPG gibi terör unsurları 911 kilometrelik sınırımızdan Türkiye’yi tehdit eder hale geldi. Sınırımızda kurulacak olası bir terör devleti, yalnızca bugünümüzü değil, geleceğimizi de ciddi anlamda tehdit edecek.

Bölgede küresel emperyalizmin projelendirip kullanacağı bir “Kürt Devleti”, her ne kadar birilerine sempatik gelse de Büyük İsrail Projesi’nin ikinci ayağı olacaktı. Neredeyse insanlık tarihinin başlangıcından bu yana kan ve göz yaşının çağladığı bu coğrafya ilâ nihaye huzura hasret kalacak, bundan da maddi manevi mirasımızı aç kurtlar gibi talan etmek isteyen Batılı zalimler faydalanacaktı. İşte Türkiye, öncelikli olarak halkının güvenliğini garanti altına almak, her an başında Demokles’in Kılıcı gibi duran bu projeyi daha tam anlamıyla vücut bulmadan durdurmak üzere harekete geçti. Adını “Barış Pınarı” koyduğu bir askerî harekâta başladı.

Hatırlayın, 15 Temmuz hain darbe girişiminin hemen sonrasında “Zeytin Dalı” operasyonu ile başlayan süreç “Fırat Kalkanı” ile devam etmiş ve Fırat’ın Batısı olarak adlandırılan Afrin’den Fırat Nehri’ne kadarki bölge DAEŞ ve YPG unsurlarından arındırılarak güvenli bölgenin ilk adımı atılmıştı. Barış Pınarı Harekâtı, “terör koridoru” olarak şekillendirilmek istenen projenin antitezi olan “barış koridoru”nun üçüncü ayağı olarak hayata geçiriliyor. Bu askerî harekâtta hedef yalnızca PKK/YPG değil, aynı zamanda DAEŞ. Muhtemelen Kasım ayının ortalarında bitecek kadar hızlı ve efektif olarak sürdürülen Barış Pınarı operasyonundan sonra, Türkiye-Suriye sınırı boyunca 450, içeri doğru 35 kilometrelik bir alanda güvenli bölge oluşturulacak. Ankara Zirvesi’nde konu gündeme getirilip karara bağlanmıştı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu süreçteki tavrı ve ustaca yaptığı diplomatik hamleler, vaziyetin lehimize şekillenmesi için hayatî önemi haiz. Fırat’ın Doğusu için askerî müdahaleyi uzunca bir süredir gündemde tutan ve bunu uluslararası arenada açıkça dile getiren Erdoğan, artık konuşarak çözüm ihtimalinin kalmadığı noktada,  küresel siyasette dengeleri oluşturup zemini uygun hale getirdikten sonra düğmeye bastı. Bu o kadar profesyonelceydi ki, Birleşmiş Milletler (BM) toplantısında Türkiye’yi kınama kararı masaya yatırılıp oylamaya sunulduğunda, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Rusya’nın temsilcilerinin “hayır” oyu vermesiyle konu kapandı.

Daha düne kadar “onların izni olmadan nefes alamayız” hissiyatıyla yaklaştığımız ABD Dışişleri Bakanı “Türkiye Cumhurbaşkanı ABD Başkanı’ndan harekât için izin istemedi, sadece giriyoruz diye haber verdi!” şeklinde açıklama yapıyor. NATO Genel Sekreteri, Türkiye’nin haklı müdahalesi dünya kamuoyunda “savaş”, “işgal”, “soykırım” gibi akla hayale sığmayacak iftiralarla konuşulurken Türkiye’ye gelerek şöyle diyor: “Büyük bir güç demek büyük bir sorumluluk demektir. NATO, Türkiye’nin ne kadar büyük bir müttefik olduğunun farkındadır. Türkiye’nin halkının güvenliğini sağlamak da bizim bir görevimizdir.” Türkiye’nin uluslararası itibarı ve gücü, Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana pek görülmemiş ölçüde yüksek durumda.

Geçen sayıda da ifade ettiğimiz üzere, Suriye krizi artık yalnızca Suriyelilerin değil, başta Türkiye olmak üzere bütün dünyanın meselesi haline geldi. Barış Pınarı Harekâtı da, ülkede en kısa sürede tesis edilmesi amaçlanan istikrar için son derece kritik bir aşama. Güvenli bölge oluşturulup, ilk başta yaklaşık bir milyon Suriyeli buraya yerleştirildikten sonra, bu kez diplomasi masası kurulup Suriye’nin bütünlüğü için müzakereler başlayacak.

Diplomasi “köprüden önceki son çıkış” değil, bizatihi köprünün kendisidir. Umarız atılacak köprüler, açılan onulmaz yaraları bir daha kanamamak üzere kapatır. Hem Suriye hem de bölgenin geleceği için temennimiz budur.

ABD Başkanı’nın Çelişkileri

Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) ilginç gelişmeler yaşanıyor. Cumhuriyetçilerin adayı olarak seçimi kazanan Donald Trump, onların politik ve stratejik yaklaşımlarının tam tersi hareket ederek dünyayı şaşkına çeviriyor. Başkan’ın, iktidara geldiği günden beri dünyanın çeşitli ülkelerini açıktan tehdit ettiğine defalarca şahit olduk. Çin, Rusya, Kuzey Kore, Avrupa Birliği (AB) ve İran bu gözdağından nasibini aldı. Türkiye için de, Rahip Brunson olayı, S-400 ve Patriot gibi konular başta olmak üzere, tam altı kez ekonomik yaptırım; bir kez de askerî müdahale seçeneğini gündeme getirdi. Tabii, bu tehditlerden bir süre sonra telefon görüşmeleri yahut uluslararası toplantılardaki yüz yüze mütaalalarla vazgeçti. Rusya Devlet Başkanı Putin’le samimi pozlar verdi, Kuzey Kore Lideri Kim Jong-Un’la el ele tutuştu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la bir anda buzları eritti. Trump, Barış Pınarı Harekâtı’nda da üst üste, peş peşe fikir değiştirerek bir Türkiye’nin karşısında, bir yanında oldu. Önce bölgedeki askerlerini çekti, sonra tehdit dili kullandı, sonra “Türkiye haklı” dedi, sonra “Olan biteni endişeyle izliyoruz” açıklamasını yaptı, sonra “PKK’yı Obama bu noktaya getirdi” itirafında bulundu, vs...

Donald Trump aklını filan yitirmiş değil. Peki, öyleyse ABD Başkanına böyle gayri ciddi görüntü verdiren etken ne? Bilindiği üzere ABD siyasî sisteminde Cumhuriyetçiler ve Demokratlar bulunuyor. Elbette hem Cumhuriyetçiler için hem de Demokratlar için tek tip bir anlayış ve üsluptan bahsetmek mümkün değil. Cumhuriyetçiler eski muhafazakârlar yani “Paleo-Con”lar ve yeni muhafazakârlar yani “Neo-Con”lar olarak ikiye ayrılıyor. Neo-Con’lar Ronald Reagan’ın başkan olduğu 1980’li yıllardan itibaren küresel siyaseti gerilimle yönetmeyi ilke edinmiş durumdalar. 1985’te ABD, “Reagan Doktrini” ile Kamboçya, Afganistan, Angola ve Nikaragua’daki ayaklanmaları “özgürlükleri destekleme” söylemiyle kışkırttı. Baba Bush, 1992’deki Körfez Savaşı’nda Irak rejimini köşeye sıkıştırmak üzere çok ciddi yıkımlara neden oldu. Oğul Bush, Afganistan ve Irak’a saldırarak bu ülkelerde istikrarı yok etti, on binlerce insanın katline sebep oldu. Neo-Con’ların arkasındaki güç, zengin ailelerle Siyonist lobi. Neo-Con’lar bu üçlü sacayağının menfaatlerine göre girişimlerde bulunuyorlar.

Paleo-Con’lar ise ABD’nin gücünün, öncelikli olarak kendi içindeki problemleri çözmekte olduğuna inanıyorlar. Onlara göre siyasî, kültürel ve ekonomik anlamda güçlü bir Amerika’nın karşısında dünyanın hiçbir devleti duramaz. Donald Trump, Neo-Con’ların arkasındaki gücün rüzgârıyla iktidara gelmiş bir Paleo-Con Başkan olarak inandığı siyasetin gereğini yerine getirirken, bir taraftan da ABD’yi yöneten derin güçlerin ağızlarına bir parmak bal çalıp vaziyeti idare etmeye çalışıyor.

Elbette bu durum Trump’ın Türkiye yanlısı yahut mazlumları önceleyen bir akımın temsilcisi olduğu anlamına gelmez. Sonuçta hedef aynı, fakat öncelikler ve usuller farklı. Hatta bu hükmü demokratlar için de verebiliriz. 2008’de Başkanlık koltuğuna oturan Demokrat Barack Obama’nın söylemleri “Ilımlı Amerika”nın işaretlerini veriyordu ama el altından da başta PKK olmak üzere terör örgütlerini destekliyordu. Nitekim Trump, en yetkili ağızdan bu durumu itiraf etti!

2020’de ABD yine seçim sath-ı mâiline girecek. Öyle görünüyor ki, Neo-Con’larla Paleo-Con’ların savaşı daha net bir şekilde gün yüzüne çıkacak. İnşallah bu savaş mazlum coğrafyaların yararına olur! Esasen Amerika da hiç rahat değil. Devasa sorunları var. Müslümanların Amerikan boyunduruğundan kurtulmak için silkelenerek fırsattan vazife çıkarmasının zamanı geliyor.

BM’de Tek Gür Ses Türkiye’nin

II. Dünya Savaşı, uluslararası siyasette yeni bir sayfanın açılmasına neden oldu. İngiltere, “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” gücünü tazelerken, Avrupa’yı kasıp kavuran Almanya savaşın mağlubu olarak ikiye bölünmüştü. Ayrıca küresel sahneye yeni aktörler de çıkmış oldu. İngiltere “dünyanın efendisi” olarak sahne gerisine çekilip Amerika Birleşik Devletleri’ni (ABD) ön plana çıkardı. 1948’de İsrail Devleti kurdurularak Ortadoğu’da bugünkü yangının fitili ateşlendi. Savaşın resmen sona ermesinden iki buçuk ay sonra ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler’i (BM) kurdu. Teşkilatın kuruluş gerekçesi “1900’lü yılların ilk yarısında yaşanan savaşların tekrarını önlemek amacıyla uluslararası barışı ve güvenliği korumak” şeklinde açıklandı.

Bugün yüz doksan üç ülkeyi bünyesinde barındıran BM, her yıl Genel Kurul Görüşmeleri’nde dünyadaki gündemleri masaya yatırıyor. Bu yıl yetmiş dördüncüsü yapılan toplantıya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları damga vurdu. Önce bir hakikatin altını çizelim:

BM’nin kuruluş amacı “Savaşları ve barışa yönelik tehditleri önlemek, ülkeler arasında dostane ilişkiler kurmak ve uluslararası ekonomik ve sosyal iş birliğini sağlamak” olarak kayıt altına alınmış. Ama gelinen noktada örgüt kurucu devletlerin ve özellikle de ABD’nin çıkarlarına hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor. ABD’nin Okyanus’un diğer tarafından on binlerce kilometre ötelere saldırıp durması, işine gelen yerde savaş çıkartması, katledilen yüz binlerce masum insan, amacı sözüm ona savaşı önlemek ve barışı tesis etmek olan BM’yi neredeyse hiç ırgalamıyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz ay BM Genel Kurulu’nda her yılki eleştirilerinin dozajını artırarak konuştu. Şu cümlelerle BM’nin kuruluş ilkelerine uygun çalışmadığını dile getirdi:

“Bugün uluslararası camia, geleceğini tehdit eden terör, açlık, sefalet, iklim değişikliği gibi sorunlara kalıcı çözüm üretme kabiliyetini giderek yitiriyor. Genel Kurul’un bu yılki temasının ‘yoksulluğun ortadan kaldırılması, kaliteli eğitim, iklim değişikliğiyle mücadele ve kapsayıcılık için çok taraflı çabaların canlandırılması’ olarak belirlenmesi elbette isabetlidir. Ancak asıl önemli olan hep birlikte neler yapabileceğimizdir.” 

Türkiye’nin uzunca bir süredir devam ettirdiği “insanî dış politika”ya atıf yaptı ve dedi ki: “Türkiye, girişimci ve insanî dış politika anlayışıyla tüm dünyayı ve insanlığı kucaklayan, sorunlara adil çözümler bulmak için çabalayan bir ülkedir. Dünyanın en cömert insanî yardım yapan ülkesi, en fazla yerlerinden edilmiş kişiyi kabul eden devleti unvanlarını boşuna almadık.” 

Suriye konusuna da değinen Cumhurbaşkanı, DAEŞ’le mücadele eden tek ülkenin Türkiye olduğuna değindi ve fotoğraflarla, grafiklerle Suriye’deki insanlık krizine dünyanın gözlerini kapadığını haykırdı. Filistin’le ilgili İsrail’e, Mursi ile ilgili Mısır’a, Kaşıkçı cinayetiyle ilgili Suudi Arabistan’a seslenen Erdoğan; liderlerin gözlerinin içine baka baka Keşmir, Karabağ, Afganistan, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki ilgili haksızlıkları gözler önüne serdi. Ve her yıl olduğu gibi bu yılda “dünyanın beşten büyük” olduğunu tekrarladı.

Bu ifadeyi kısaca açarsak; BM’nin yukarıda adları geçen beş kurucu ülkesinin, alınan kararları veto etme hakkı bulunuyor. Yani üye 193 ülkenin 192’si müşterek bir karar alsalar, bu beş ülkeden biri kararı reddedip geçersiz kılabiliyor. İşte Erdoğan “dünya beşten büyüktür” derken bu akıl dışı adaletsizliği dile getiriyor.

Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsında adaletsizliğe ve zulme sesini en net ve gür şekilde çıkaran ülke olarak tarihe geçti. Bu kadar badireden sağ salim çıkabilmemizin temel gerekçelerinden biri bu kararlılık ve mağdurlara kucak açma politikası olsa gerek. Türkiye daha da güçlenirse hakkaniyetin bayrağını tek başına taşıyan ülke olarak tekrar tarih perdesini aralayacak. İnşallah.



Semerkand Dergi Logo