Görüş Bildir

Dünya Hali

Ölen Mursi Değil İnsaf ve Vicdan

“Arap Baharı” olarak nitelendirilen süreç, özeleştiri yapmak gerekirse, Türkiye’nin de yeterince okuyamadığı ve bölge ülkeleri için kâbus olarak nitelendirilebilecek bir noktaya evrildi. Tunus’ta üniversite mezunu bir seyyar satıcının kendini ateşe vermesiyle başlayan hadiseler, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika’da hızla yayıldı. Başlangıçta diktatörler döneminin sona ereceği ve demokratik rejimlerin inşa edileceği beklentisiyle heyecanla karşılanmasına rağmen, zaman ilerledikçe aslında olan bitenin kargaşa çıkarmaktan başka bir işe yaramadığı ortaya çıkınca beklentiler hüsrana dönüştü.

Devletler için tarih, hakikat aynasıdır. Mazide yaşananlar, benzeri hataların yinelenmesi durumunda tekrar eder durur. Hep altını çizdiğimiz bir hakikati yineleyelim: Sultan II. Abdülhamid, “Tekerrür eden tarih değil, hatalardır” derken bunu kastetmiştir. Bazen çok uzağa gitmeye de gerek kalmaz, yakın geçmişte olan bitenler bize ibret olması açısından yeter de artar. Fakat hafıza-i beşer maalesef nisyan ile malüldür!

2003’te Amerika’nın Irak’ı işgalinde Saddam Hüseyin heykelini balyozla deviren Iraklı Kadim Şerif Hasan el Jaburi, ülkesinin işgal sonrasındaki durumunu gözyaşları içerisinde anlatırken, “elimde olsa Saddam heykelini yeniden dikerdim” diyerek memleketinin hal-i pür melâlini arz etmiş oluyordu. Arap isyanlarıyla Libya’da, Tunus’ta, Yemen’de ve Mısır’da ortaya çıkan vaziyet hiç de iç açıcı değil. Az da olsa diğerlerine nispetle daha istikrarlı görünen Tunus için de tehlike çanları çalmaya başladı. Suriye’yi zikretmeye bile gerek yok, çünkü artık kangrene dönüşmüş bir iç savaş ülkeyi yiyip bitirdi. Yemen’de de bir insanlık dramı yaşanıyor. Mısır, krizi en az hasarla atlatan ülkeydi. Fakat darbeci General Sisi, seçimle iktidara gelen İhvan-ı Müslimîn mensuplarına, modern dönemin Firavunu dedirtecek türden muameleleri reva gördü.

Mısır’da, Nisan 2011’de Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından, İhvân-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler) Hareketi 30 Nisan 2011’de Muhammed Mursi’yi kurdukları Özgürlük ve Adalet Partisi’nin başkanı seçti. 30 Haziran 2012’de yapılan seçimi kazanan partinin lideri Mursi, Mısır Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Ülkenin binlerce yıllık tarihinde seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Mursi, görevde kaldığı bir yıllık dönemde devletine ve milletine hizmet etmeye gayret etti. Karşı karşıya kaldığı uluslararası ve yerel baskılara bütün gücüyle direnmeye çalıştı. Tartışmalı olduğu iddia edilen bazı kararlarında geri çekilmesini de bildi.

Ancak, Kuzey Afrika’nın en eski medeniyetlerinden birine sahip olan Mısır’da kontrol edebilecekleri bir yönetimi iktidara getirmek isteyen ABD, bizzat Mursi tarafından görevlendirilen dönemin Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi’yi teşvik ederek, tamamen meşru yollarla iktidara gelen yönetimi, askerî darbe ile alaşağı etti. İhvan mensubu yüzlerce kişinin yargılandığı davalarda verilen idam kararları tarihe kara bir leke olarak geçti. Hareketin lideri Mursi de aynı akibetten nasibini aldı. Avukatları kararı temyize götürdülerse de, şeker hastası olan altmış sekiz yaşındaki Muhammed Mursi hapihanedeki fizikî ve psikolojik işkencelere dayanamayarak, geçen ay mahkeme salonunda kalp krizi geçirip Hakk’a yürüdü.

Mısır, tarihinde ilk defa eline geçirdiği millet iradesine dayalı yönetim fırsatını, kendisini davasına adamış, mütevazi, çalışkan, sorumluluk sahibi ve ülkeyi ilerilere taşıyacak bir gönül adamı ve arkadaşlarına zulmederek, kendi ayağıyla tepmiş oldu. Mursi ile ilgili akılda kalan, mahkemelerdeki vakur duruşu, Allah’a tevekkülü ve vicdan yoksunu Mısır yönetimi için söylediği şu söz olacak: “Hücreme Kur’an-ı Kerim sokmamı engellediler! Otuz yıldan beri, Kur’an’ı ezberlediğimi ve içimde saklı tuttuğumu unuttular. Oysa sadece dokunmak istemiştim.”

Muhammed Mursi, mahkeme salonunda yirmi beş dakika can çekişti. Arkadaşları arasında doktorlar vardı, ama müdahale etmelerine izin verilmedi. Yardım etmek istediklerini defalarca haykırmalarına rağmen mahkeme salonundan çıkarıldılar. Ambulans da yarım saat sonra geldi. Gördüğü eziyetler yetmezmiş gibi, son anlarında da bile isteye ölüme terk edildi.

Mısır’da hayatını kaybeden Mursi değil, insaf ve vicdandı. Darbeci rejimin silahsız eylemciler üzerine ateş açtığı, cenazeleri tanklarla çiğnediği anda ölmüştü aslında merhamet. İhtilal mahkemelerinin verdiği kararlar ve Mursi’nin şehadeti ile perçinlenmiş oldu. Sisi yönetiminin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle kimin maşası haline geldiğini söylemeye sanırım gerek yok. Ancak unutmamak lazım, zulüm adeta bir bumerang gibi döner, sahibini bulur!

ABD’nin İran Hamlesi ve Bölgemiz

Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) dillendirilmeye başlandığı günlerde, mizah dergilerinin birinde yayınlanan karikatürde, ABD Başkanı George Bush önünde bulunan dünya haritası küresini çevirerek işaret parmağıyla durduruyor ve “BOP!” diyordu. Büyük bir ironiye işaret eden bu karikatür, Donald Trump’ın iktidarıyla gerçeğe dönüştü! Amerikan yönetimi canı nereyi isterse orayı tehdit unsuru olarak ilan edip köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Bu noktada İsrail’in taleplerini de gözardı etmemek lazım tabii ki. Özellikle içerisinde bulunduğumuz bölgede İsrail’in tercihleri Amerika’nın kararlarında belirleyici oluyor. ABD’nin son dönemde Türkiye’ye yaklaşımını da bu mahiyette değerlendirmek gerekiyor.

İran ise coğrafyanın en ilginç devletlerinden biri. Zira nükleer tesisler kurduğu ve kitle imha silahları barındırdığı iddiası, dünyanın tüm ülkeleri için İran’ı potansiyel tehdit haline getiriyor. Rusya’nın başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü için de bu durum pek farklı sayılmaz. ABD, İran’ı yıllardır düşman olarak ilan ediyor. İsrail ve İran arasındaki atışmaların mazisi de çok yeni sayılmaz. Suriye iç savaşına İran’ın Rusya cephesinde dahil olması, Suriye’deki Şiîlerin güvenliğini bahane ederek rejime verdiği destek, sınır komşumuzu artık iyiden iyiye hissedilen Doğu-Batı blokları mücadelesinin öznelerinden biri durumuna düşürdü.

Barack Obama’nın başkanlığı döneminde, Mahmud Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığının ardından koltuğa Ruhani’nin oturmasıyla İran-ABD münasebetleri kısmen de olsa barışçıl bir çizgiye gelmişti. Ancak bahsettiğim temel gerekçelere Trump yönetiminin “şahin” yaklaşımı de eklenince, kriz tekrar derinleşmeye başladı. Geçtiğimiz aylarda Washington yönetimi İran’a yönelik ambargo muafiyetini kaldırdı. Türkiye’nin de dahil olduğu bazı ülkeler için bir dizi kısıtlamalara giderek ticaret yapılmasına müsaade eden bu kararın kaldırılması, İran’ın yalnızlaştırılarak bir iç savaşa zemin hazırlanması anlamına geliyordu.

Rusya, “İran’ı ikaz etmiştik” şeklindeki açıklamasından kısa bir süre sonra fikir değiştirerek Suriye meselesinde İran ve Türkiye ile birlikte hareket edeceklerini ifade etti. Okyanus ötesi ile Türkiye arasında yaşanan S-400 geriliminde de İran hamlesiyle taraf belirleyen Rusya, ABD tehdidine karşı İran’a da aynı füze savunma sistemlerinden vereceğini açıkladı. Buna “fırsattan vazife çıkarmak” da denilebilir; fakat böyle dönemlerde küresel politikadaki dengeleri değiştirecek adımlar atmak tek başına ticarî çıkarlarla açıklanamaz.

İran da tehditlere pabuç bırakmıyor. Rusya’nın desteğiyle cesaretlenen İran, ABD’nin bir insansız hava aracını düşürdü. Amerikan Başkanı Trump, önce sosyal medya hesabından “İran çok büyük hata yaptı!” diye yazdı. Bir gazetecinin “Saldıracak mısınız?” sorusunu, “Kısa süre sonra öğrenirsiniz.” şeklinde yanıtlayan ABD Başkanı, sonrasında çark ederek İran’ın İHA’yı düşürmesinin kasdî yapıldığına inanmadığını, emrin yanlışlıkla verilebileceğini ifade etti.

Rusya, Beyaz Saray’da Ortadoğu ile ilgili çizilen yol haritasını böylelikle boşa çıkarmış oluyor. Onbinlerce kilometre öteden bölgeye hükmetmeye çabalayan ABD, İsrail’in kışkırtmalarıyla büyük bir kaosun fitilini ateşleyecek. Tabii, Cumhuriyetçilerin iktidardaki ömürleri vefa ederse. İlerleyen günlerde ülke seçim sath-ı mâiline girecek. Amerikan halkı, kapılarında bekleyen ekonomik zorluklarla da yüzleşmek zorunda kalınca, Neo-Con’ların senaryoları belki boşa gitmiş olacak.

George W. Bush, Afganistan ve Irak’a girdiğinde arkasında kendisini destekleyen kitleye güveniyordu. Askerler Irak bataklığına saplanınca, peşinden ülke ekonomisi darboğaza girmeye başladı ve Amerikan halkı desteğini çekti. Böylece Bush dönemi nihayetlenmiş oldu. Trump için de aynı akıbetin vaki olcağı tahmin edilebilir. Çünkü “ben yaptım, oldu” anlayışı uluslararası ilişkilerde büyük ölçüde tutmuyor. Hele İran gibi altından ne çıkacağı kestirilemeyen bir devlet mevzu bahisse.

İngiliz Oyunu

“İngiliz oyunu” artık literatüre girmiş bir kavram. Kendisi uğraşmak yerine çoğunlukla maşa kullanmak suretiyle planlarını gerçekleştirmeye çalışan İngilizler, I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu suretle uluslararası siyasette hep perde gerisinde olan, ancak hep kazanan devlet olarak bilinir hale geldi. 1940’lı yıllarda sömürgeleri de dahil olmak üzere dünyanın üçte ikisine hükmeden İngiltere, NATO’nun kurulmasıyla “süper güç” sıfatını ABD’ye devrederek, oyuncu değil oyun kurucu rolüne büründü. İngilizleri yaşanan savaşlardan, krizlerden, kargaşalardan uzak kalmış gibi değerlendirmek safça bir bakış açısı olur.

Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed bin Selman (MbS), bir yıl kadar önce Amerika ve İngiltere’ye seyahatler yapmıştı. Ondan önceki aylarda da Trump, Suudi Arabistan’a gelmiş, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi liderlerle kılıç kuşanarak dünyanın sembolü bir küreye el basmışlardı. Peş peşe yaşanan bu iki vakayı biribirinden bağımsız düşünmemek gerekiyor. MbS’nin Batı’ya ziyaretleri, teknolojik ve ticarî açıdan ülkesine yatırım çekmek gerekçesiyle yapılmış gibi gösterilse de, meselenin silah alımı ve politik işbirliği olduğu açıkça görülmüştü. Suudlar; Riyad-Londra-Washington hattını kapsayan gezinin ardından Yemen’e saldırmış ve müslümanların ortak malı olan petrolden elde ettikleri gelirlerle silahlanarak mazlum müslümanları katletmişlerdi.

İngilitere’den, Kaşıkçı olayı ile ilgili Birleşmiş Milletler (BM) kararının açıklanmasından sonra hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde Suudi Arabistan’a silah satışının yasalara aykırı olduğu yönünde bir açıklama geldi. Ülkede faaliyet yapan “Silah Satışına Karşı Kampanya” isimli bir sivil toplum kuruluşunun temyize götürdüğü kararı üst mahkeme bozdu. Uluslararası hukuku dikkate almaksızın Suudi Arabistan’a silah satışının yapılmasını “akla ve hukuka aykırı” olarak niteledi. Böylece, İngiltere tarafından Suudi Arabistan’a yapılan silah satışının önümüzdeki günlerde durdurulacağı tahmin ediliyor.

Mazlum Yemen halkına “terör örgütleriyle mücadele” bahanesiyle saldırılmaya başlanılmasının üzerinden dört yıl geçti. Bu süre zarfında İngiltere’nin Suudlara beş milyar sterlin civarında silah satışı yaptığı ifade ediliyor. Peki, bir zamanlar yer altı kaynaklarını ele geçirmek için Ortadoğu ve Arap Yarımadası’na çöreklenen, askerî yığınaklar yapan, ajanlar gönderen İngiltere, ayağına kadar gelen bu fırsatı neden elinin tersiyle itmeyi tercih etti? Yine o meşhur söz ışığında izaha çalışalım:

Lord Palmerston’ın ifadesini bu satırlarda birkaç kez paylaşmıştık, tekrarlayalım: “İngiltere’nin dostu yahut düşmanı yok, çıkarları vardır!” Hal böyle olunca İngilizler’in MbS ile dostluk kuracağı pek de ihtimal dâhilinde görünmüyor. Cemal Kaşıkçı cinayetinin MbS’in adamları tarafından işlendiğine dair kanaatin BM’de de kabul edilmiş olması, İngilizleri kendi vatandaşı olan bir gazeteciyi hunharca katletmiş kişilerle aynı karede görünmekten alıkoydu. Diğer taraftan İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma (Brexit) tartışmaları beraberinde ekonomik kriz ihtimalini de gündeme taşıdığı için İngiltere bu kadar yağlı bir gelir kapısını hepten görmezden de gelemez. Tabiatıyla ilerleyen zaman diliminde Suudi Arabistan’la İngiltere’nin jandarması ABD’nin daha sıcak temas kuracağını şimdiden söyleyebiliriz.

Unutulmaması gereken hakikat ise şudur: Amerika ve İngiltere “kullan, at” stratejisini siyasî tarihte en iyi uygulayan devletler. İngiltere dün Irak’ta Faysal’ı, Amerika Saddam’ı nasıl kullanıp, işi bittiğinde tarihin çöplüğüne gönderdiyse, MbS ve Suud ailesi için de böyle bir son kaçınılmaz gibi görünüyor. Allah, müslümanları zalimlerin ve müslüman suretine bürünmüş işbirlikçilerin şerrinden muhafaza eylesin.



Semerkand Dergi Logo