Zahid Bize Ta'n Eyleme
Zâhid bize ta’n eyleme
Hak ismin okur dilimiz.
Sakın efsane söyleme,
Hazret’e varır yolumuz.
Sayılmayız parmağ ile
Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormağ ile
Kimse bilmez ahvâlimiz.
Halvetî yolun güderiz
Çekilip Hakk’a gideriz
Gazay-ı ekber ederiz
İmam Ali’dir ulumuz.
Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik belî
Gören bizi sanır deli
Usludan yeğdir delimiz.
Tevhîd eden deli olmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Her seher açılır, solmaz
Bahara erer gülümüz.
Muhyî sana olan himmet
Âşık isen cana minnet
Elif Allah, mim Muhammed
Kisvemizdedir dâlimiz.
(Muhyî)
***
Değişik formlarda söylenegelen bu ilahi, şairi Halvetî büyüklerinden Bezcizâde Mehmed Muhyiddin k.s. hazretlerinin ruhunu incitecek kadar farklı maksat ve anlamalara alet edilmektedir maalesef. Çünkü manzumeyi bir deyiş yahut türkü tarzında seslendiren bazı kimseler, ilahide kendi ideolojilerine destek bulduklarını düşünmektedir. Gerçi bu suistimal hususi bir kastın değil, cehaletin eseridir. Bilhassa “Sayılmayız parmağ ile / Tükenmeyiz kırmağ ile” ve “İmam Ali’dir ulumuz” mısraları, kendilerini Ehl-i Sünnet dairesinin dışında tutan bazı çevrelerce, çizgilerinin ve bu çizgideki ısrarlarından dolayı maruz kaldıklarını düşündükleri şiddete meydan okumanın ifadesi gibi anlaşılmıştır. Halbuki biraz araştırılsa, bunun böyle olmadığı, Mehmed Muhyiddin Efendi’nin bu nutk-ı şerifini, 17. asırda tasavvuf ehline karşı besledikleri ölçüsüz husumetle maruf Kadızâdeliler taifesine verilmesi gereken bir cevap sadedinde kaleme aldığı fark edilecektir. İlahiyi bizim de doğru anlayabilmemiz için evvela şu Kadızâdeliler meselesini hatırlamamız lazımdır öyleyse.
Kadızâdeliler, hemen her devirde karşılaştığımız tasavvuf aleyhtarlarının, yine her devirde dile getirilen benzer iddia ve ithamlarla, bu aleyhtarlığı düşmanlığa kadar vardıran tekfirci, müfrit tutumlarının 17. asır İstanbul’undaki tipik bir örneğini temsil eder. Tasavvuf ehline karşı zaman zaman devlet desteğini de arkasına alarak elli yıldan fazla sürdürülen bu düşmanlık, başlangıçtaki ilmî tartışma zemininden çıkarak dergâhların basılıp yağmalanmasına, dervişlerin darp edilip öldürülmesine kadar büyür. Bu düşmanlığın fitili IV. Murat döneminin Ayasofya camii vaizlerinden Kadızâde Mehmed Efendi tarafından ateşlenmiş, onun görüşlerine sahip çıkan selefîlik iddiasındaki diğer zâhir uleması Kadızâdeliler diye anılmıştır.
Kadızâde Mehmed Efendi ve takipçileri İbn Teymiyye’nin tesiri altında tasavvufun bid’at olduğuna hükmetmişlerdir. Semâ ve devran zikrine; ezanın, mevlidin, Kur’an-ı Kerim’in makamla okunmasına, tasliye ve tarziyeye, yani Efendimiz s.a.v.’e salât ü selam getirilmesine ve Sahabe-i Kiram’ın “radiyallahü anh” diye anılmasına, türbe ve kabir ziyaretlerine, musafahaya karşı çıkarlar. Tütünü ve kahveyi haram kabul eder, Rasul-i Ekrem s.a.v.’in ebeveyni ile Muhyiddin-i Arabî k.s. hazretlerinin kâfir olduklarını, devlet katında işlerin görülmesi için memur ve amirlere verilen para veya hediyenin rüşvet sayılmayacağını savunurlar. Bu ve benzeri iddia yahut itirazlarına muhalif olanları tekfir ederek onların katlini vacip görürler.
Kadızâdelilere ilk muhalefet, o devrin Halvetî şeyhi Abdülmecid Sivâsî k.s. hazretlerinden geldiğinden, bu şiddetli ihtilafın tarafları Kadızâdeliler ve Sivasîler diye tesmiye edilmiştir. Kadızâdelilerin, Abdülmecid Sivâsî hazretlerinin halifesi Abdülkerim Çelebi’ye gönderdiği bir mektupta, “semâ ve devranı terk etmezlerse tekkelerinin basılacağına, kendisinin ve müritlerinin öldürüleceğine; dergâhlarının temeli kazılıp toprağı denize dökülmedikçe orada namaz kılınmasına müsaade edilmeyeceğine” dair tehditler, sanırız onların tutumlarını anlatmaya kâfidir.
Kadızâdelilerin nifaka yol açan iddiaları, şiddete bulaşmaları, devletteki tayin ve terfilere giderek daha çok müdahale etmeleri zamanla sarayın hoşnutsuzluğunu celbetmiş, nihayet Fatih Camii’nde bir kalkışma için toplanmaları bardağı taşıran son damla olmuştur. Bir cuma günü ezan ve naat-ı şerif okuyacak müezzini susturmak, İstanbul’daki bütün tekkeleri yakmak, selâtin camilerinde tek minare kalacak şekilde diğer minareleri yıkmak, tecdîd-i iman teklifine yanaşmayan dervişleri öldürmek üzere Fatih Camii’nde toplanacaklarını haber alan devlet, nasihat fayda vermeyince hepsinin katline ferman çıkarmış, fakat daha sonra bu ceza sürgüne çevrilerek Kadızâdeli belası böylece def edilmiştir.
İlahinin başında “zâhid” diye anılan muhatap, işte bu Kadızâdeli zihniyetiyle mâlûl vaiz yahut hocalardır. Zâhid, aslında zühd sahibi demektir ki zühd, yani dünyaya nispetle ahireti öncelemek; fani hayatın değil, ebedi hayatın saadetini gözetmek ve buna göre yaşamak manasına, dervişlerin de ulaşmayı arzuladığı bir makamdır. Fakat tasavvuf şiirinde zâhid, İslâm’ın zâhirinde kalan, müsamahasız, muhabbetsiz, hırçın, dar görüşlü, müslümanları her fırsatta cehennemle korkutan, icat ettikleri haramlarla mübah alanını sürekli daraltan, insanların meşrep ve meslek farklarını dikkate almayan sevimsiz bir tipi temsil eder. “Rind” denilen babacan ve gösterişten uzak karakterin zıddıdır.
Zâhid’e bazı tasavvufî metinlerde yüklenen bu hususi ve olumsuz manayı zühd halinin reddi gibi anlamak yerine, bütün iticiliği, inadı ve husumetine rağmen tasavvuf düşmanlarını İslâm’ın dışına çıkarmayan, hatta onların bu tutum ve davranışlarını samimi ama cahilce bir zühd çabasına dayandıran bağışlayıcı bir yaklaşımın ifadesi gibi anlamalıdır. Böylelerinin samimiyetine inandığı içindir ki Mehmed Muhyiddin Efendi, “Zâhid bize, yani tasavvuf ehline ta’n eyleme” diye başlıyor söze. Ta’n etmek, kınamak, ayıplamak, kötülemek demek. Dilleri her daim Hak ismini okuyan, zikrullahla meşgul olan dervişlere ta’n eylemek elbette bühtandır. Sonra Kadızâde anlayışına bir ikazda daha bulunuyor ve “Sakın efsane söyleme” diyor. Bu mısradaki “efsane söylemek”ten kasıt, tasavvuf ve tarikatların asılsız, uydurma, yani bid’at olduğunu iddia etmektir. Halbuki bütün tarikatlarda meşayih silsilesi Hazret’e varmakta, Rasul-i Zîşân s.a.v. Efendimiz’e bağlanmaktadır.
“Sayılmayız parmağ ile / Tükenmeyiz kırmağ ile” mısraları, kemiyete dayalı bir meydan okuma değildir. Burada tasavvuf terbiyesiyle kazanılmış bir keyfiyetin, dervişleri öldürüp sayılarını azaltmakla yok edilemeyeceği anlatılmaktadır. Nefslerinden geçerek tevhide ulaşmış sofilerin bâtınî hallerinin hakikatini, tasavvufa yabancı, o halleri yaşamamış insanlardan sorarak öğrenmek de idrak etmek de muhaldir. Onlar Hak Tealâ’ya varmak için Halvetî yolunda yürüyen dervişlerdir. Bunun için cihad-ı ekber’e yani nefs ile cihada koyulmuşlardır. “İmam Ali’dir ulumuz” mısraındaki İmam Ali, Mehmed Muhyiddin Efendi’nin mürşidi olan ve daha ziyade İdrîs-i Muhtefî lakabıyla tanınan, devrin meşhur melâmîlerinden Şeyh Hacı Ali Efendi k.s. hazretleridir.
Mehmed Muhyiddin Efendi, Halvetî olmakla beraber ehl-i sünnet dairesindeki bütün tarikat ve meşrepleri hürmetle kabul ettiğini, “Erenlerin çoktur yolu / Cümlesine dedik belî” mısralarıyla anlatır. Melâmî meşrep olmaları sebebiyle onları görenler deli zannetmektedir ama tasavvuf ehli nezdinde Allah yolundaki delilik akıllılıktan yeğdir. Tasavvufta delilikten daha aşağı görülen akıl, “akl-ı meaş” denilen ve dünya nimetlerinden faydalanmak için kullanılan beşerî akıldır. Delilikten maksat ise dervişin aşkla kendinden geçmesi, dünyaya meyl etmemesidir. Fani olana aldanılmadığını gösteren bu tavır, delilik gibi görünse de aslında akl-ı meâd denilen ve ahiret saadetini kazanmak için kullanılan kalbin aklına tabi olunduğuna delalet eder. Dolayısıyla kimin gerçekten deli, kimin gerçekten akıllı olduğuna zâhire bakarak karar vermekten kaçınmak gerekir.
Nitekim manzumede “Usludan yeğdir delimiz” mısraından hemen sonra “Tevhîd eden deli olmaz” denilmektedir. Zira tevhîd etmek, kesretin arkasındaki vahdeti görmek, Cenab-ı Mevlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azametine şahit olmak, ancak akleden bir kalple mümkündür. Böyle bir kalple Allah diyenler, yalnızca Kâdir-i Mutlak olan Rabbinden isteyip tam bir teslimiyetle O’na sığınanlar, kendilerine vaat edilen nimetlerden mahrum kalmayacaklardır. Dervişlerin gönülleri zikrullahla her seher açılan ve solmayan bir gül gibi, her dem baharı yaşatmaktadır onlara. Bahar, İslâm’ı Sahabe-yi Güzîn hassasiyetiyle yaşamakla nail olunan Cemâl tecellileridir.
Mehmed Muhyiddin hazretleri son kıtada, mürşid himmetiyle kalbine yerleşecek ilâhî aşkı cana minnet bileceğini söyledikten sonra, “Elif Allah, mim Muhammed / Kisvemizdedir dâlimiz” buyuruyor. “Elif Allah, mim Muhammed” mısraı, bu sözlerle başlayan ve sıkıntılı bir halden selamete çıkmak için yapılan bir duaya yahut Allah’ın birliğine ve Efendimiz s.a.v.’in muhabbetine işaret ediyorsa eğer, “Kisvemizdedir dâlimiz” mısraını ayırıp bununla, dört diliminde motif olarak dâl harfleri bulunduğu için “dâl tac” diye adlandırılan Halvetîlere mahsus bir başlığa göndermede bulunulmuş diyebiliriz. Tabii asıl anlatılmak istenen bu kisvedeki dâl harflerinin sayısı ve tertibine yüklenen manalar olmalıdır ki hayli teferruatlıdır. Son iki mısraı birlikte düşündüğümüzde ise, zikredilen elif, dâl, mim harflerinin “âdem” kelimesini vermesinden hareketle, şairin melâmî meşrep biri olarak âdemiyeti dışında bir kisveye iltifat etmediği manasına da ulaşabiliriz.
Hülasa, manzume boyunca zikredilen hal, hareket ve alametler, dervişlerin tarîk-i Muhammedî’de olduklarına delildir ve bu yolda yürüyenlere ta’n eylemek insaf değildir.