Görüş Bildir

Sûfi Tabakâtı

Selef-i Sâlihîn diye andığımız Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn nesli ile bunlardan sonra gelen âlim, edip ve sûfiler hakkındaki bilgilerimizi “tabakât” kitaplarından öğreniyoruz. Bu kitaplar ya belli bir ilim dalına mensup olan ya aynı meşrebe bağlanan ya da aynı çağda yaşayan âlim ve ârifleri esas alarak tertip edildiği için böyle adlandırılmış. İslâm’ın on dört asrı aşan uygulama ve birikimine karşı çıkan bir akademisyenimiz, itirazlarına, “güvenilir bilgiler içermediği” gerekçesiyle bu kitapları da dahil etmiş. Özellikle tasavvuf büyüklerini tanıtan tabakât kitaplarında konu edilen kişilerin hayatlarına dair “bilimsellikten ve objektiflikten uzak menkıbelere yer verilmesi”ni, dolayısıyla bunların tam bir biyografi olmamasını kusur sayıyor.

“Bir kişinin hayatını anlatan yazı veya kitap” anlamına gelen “biyografi”, Batılı bir tür. Bizde bunun yerine “tercüme-i hal” var. Tercüme-i halin, muhtevası ve maksadı itibariyle Batılı anlamda tam bir biyografi olmadığı doğru. Fakat bu farklılığı kendi şartları içinde anlamaya çalışmak yerine, müslümanlar adına bir kusur veya eksiklik olarak görmek, İslâmî gelenek karşıtlarının temel bir yanlışına, bir yaklaşım hatasına işaret ediyor. “Gelenekteki uygulamaları, mutlak doğru zannedilen modern bir usûl veya kabulün ölçüleriyle değerlendirmek” diye tanımlayabileceğimiz bir yanlış bu. Böyle bir yanlışa düşenler durdukları yeri, bakış açılarını sorgulamıyorlar. Yanılabileceklerini, kusur vehmettikleri kadim uygulamalarda kendilerinin göremediği bir inceliğin olabileceğini hesaba katmıyorlar.

Tabakât kitaplarına yönelik olumsuz eleştirilerde tam da böyle bir körlük var.

Müminler için öğüt ve hatırlatma

Biyografilerde, hayatının bütün safhaları, yapıp ettikleri, karakteri ve düşünceleri ile bir kişiyi tanıtmak esastır. Bazen tanıtmak yanında bir dönemi anlamak, bir “tip”i örneklemek gibi maksatlarla kaleme alınsa dahi, konu edilen kişinin kendisi ve hayatı yine ayrıntılarıyla hep ön plandadır. Halbuki hal tercümesinde, kişilerin bütün bir hayat hikâyesi verilmez. Adı üzerinde; haller, tavır ve davranışlar aktarılır. Zira bize göre insanın hayatını anlamlı, kıymetli ve önemli kılan, hangi kavimden olduğu, nerede doğup nerede yaşadığı, servet ve mevkii, icat ve görüşleri değil; ilim, iman ve takva alameti güzel halleri, sâlih amelleridir.

Cenab-ı Mevlâ Mülk suresinin 2. ayet-i kerimesinde, “hayatı ve ölümü, hangimizin daha güzel amel işleyeceği hususunda bizleri sınamak için yarattığını” beyan buyurmaktadır. Güzel amellerle geçirilmemiş bir hayat, kayda değer bir hayat değildir. Bu sebeple tabakât kitaplarındaki tercüme-i hallerde, örneklik ve ibretlik güzel halleri dışında kişilerin hayatına dair pek fazla bilgi verilmez. Aktarılan güzel haller de hal sahiplerini tanıtmaktan ziyade bizler için bir öğüt, teklif, teşvik, teselli yahut bir nevi sınav hazırlığı olsun diye zikredilir. Kur’an-ı Kerim’deki kıssalarla hem örneklenen hem de tavsiye edilen bir uygulamadır bu. Efendimiz s.a.v.’e hitaben gelen Hud suresi 120. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurulur: “Peygamberlere dair haberlerden senin kalbini pekiştirip (ferahlatacak) her türlüsünü sana anlatıyoruz. (Bunlarda) senin için hakikat (bilgisi), müminler için de bir öğüt ve hatırlatma vardır.”

İslâmî gelenekte tabakât yahut tercüme-i hal kitapları büyük ölçüde bu ayet-i kerime esas alınarak tertip edilmiştir. Yani Allah Tealâ’nın sâlih kullarının geçmişte tevhid akidesini tebliğ ve yaşama gayretinde maruz kaldığı sıkıntılar karşısındaki sabır, tahammül ve kararlılığı, bizim de benzer sıkıntılarla karşılaştığımızda ümitsizliğe ve yeise düşmememiz için anlatılmaktadır.

Bilhassa sûfilerin takva, ihlâs, edep, istikamet, marifet, şükür, sabır, kanaat, verâ gibi güzel halleriyle hikmetli sözlerinden ibaret tercüme-i halleri, bunları okuyup dinleyenler öğüt alsın, o güzellikleri hatırlasın diye yazılmaktadır. Tabakât kitaplarını biyografiyle kıyaslamak ve bütünüyle biyografik özellikler taşımadığı için hayıflanmak, pergelin sabit ayağını yanlış yere koyanlara mahsus bir garabettir bu yüzden.

Tezkiretü’l-Evliyâ’nın ‘tezkire’si

Yukarıda aktardığımız Hud suresinin 120. ayet-i kerimesinde, hatırlanacağı üzere, “önceki peygamberlere dair haberlerde müminler için öğüt ve hatırlatma vardır” buyuruluyordu. Meallerde “hatırlatma” diye karşılanan kelimenin ayetteki aslı “zikir”; “öğüt” diye karşılanan kelimenin aslı ise “mev’ize”dir. Feridüddin Attar k.s. hazretlerinin Tezkiretü’l-Evliyâ’sında olduğu gibi pek çok tabakât kitabının “tezkire” diye adlandırılması bu ayet-i kerimeye istinat edildiğine delildir. “Zikir” kökünden tezkire, “hatırlamaya vesile olan şey” demektir ve zamanla başka sahalardaki kişilerin, mesela şairlerin tercüme-i hallerini ihtiva eden kitaplara da tezkire adını vermek âdet olmuştur. Fakat hususen sûfi tabakâtında hatırlanması istenen, sûfilerin kendilerinden ziyade halleri ve sözleridir.

Feridüddin Attar k.s. Tezkiretü’l-Evliyâ’nın takdiminde bu eseri niçin yazdığını anlatırken hep okuyup dinleyecek olanların istifadesinden bahseder. Ona göre müminler Allah dostlarını tanıyıp, onların hallerinden ve sözlerinden haberdar oldukça kötü hallerini terk edip onlara benzemeye çalışacaktır. Nefsiyle mücadelede gayretini artıracak, Cenab-ı Mevlâ’ya ulaşma yolunda daha bir azimle yürüyecektir. Allah Tealâ’nın sâlih kullarını anmak suretiyle rahmete mazhar olacaklardır.

Evliyâullahı hatırlamak zikrullaha, muhabbetullaha ve marifetullaha vesiledir. Eserin mütercimi muhterem Süleyman Uludağ Hoca da kendi takdiminde bilhassa bu son maksat üzerinde durur ve şunları söyler: “Attar, eserinde sûfilerden bahsederken bahis konusu ettiği her sûfinin isminin başına ‘zikir’ kelimesini koymaktadır. Zikr-i Muhâsibî, Zikr-i Kassâr gibi. Nakledilen sûfi sözleri, halleri ve hareketleri Allah’ı hatırlattığı için; hatta Allah’ın feyzi, ilhamı, ilmi, celâli ve azameti sûfilerin kalplerinde tecelli ettiği içindir. Bu da Allah’ın anılmasına vesile teşkil ettiği için bu esere ‘tezkire’ denilmiştir.”

Mev’ize ise “muhatabın kalbini yumuşatarak ona güzel ve doğru olanı göstermek, sevdirmek, müjdelemek suretiyle verilen öğüt veya nasihat” demektir. Bu sebeple tabakât kitaplarında müminlere bir mev’ize olması için geçmişte yaşamış âlim ve âriflerin imrenilecek, örnek alınacak, övgüye değer güzel halleri ile hikmetli sözleri nakledilmiştir. Nakledilen hal ve sözlerin müminlerce “güzel” veya “doğru” bulunması sebebiyle bu metinleri objektiflik safsatasıyla değerlendirmeye kalkışmak müsteşrik tavrıdır.

“Onların kazandıkları onlara, bizimki bize”

Hal tercümelerinde anlatılan davranışlar, “güzel” olması hasebiyle birer menkıbedir aynı zamanda. Sözlükte, “övgüye layık güzel hal ve davranış” anlamına gelen menkıbe, “din büyüklerinin, tarihî şahsiyetlerin üstün vasıflarını, ahlâkî meziyetlerini, faziletlerini, güzel söz ve hallerini anlatan metinler” diye tanımlanır. Menkıbeleri, dolayısıyla tabakât kitaplarındaki hal tercümelerini efsane, yani asılsız, hayalî yahut abartılı hikâyelermiş gibi anlamak modernliğe özgü bir idrak problemine işaret eder.

Nitekim akademik ya da bilimsel yaklaşım, menkıbelerin muhtevasını ısrarla “olağanüstü” diye nitelemekte ve buradaki olağanüstüne “imkânsız” anlamını yüklemektedir. Halbuki olağanüstü haller, nadirattan da olsa mümkündür ve zaten bu hallerin kendilerinden sâdır olduğu zevât-ı kiram sıradan insanlar değildir. Öte yandan güzel davranışlar bağlamında olağanüstülüğe, ulaşılamaz bir yükseklik yahut imkânsızlık atfetmek, uzun zamandır bu tür güzelliklerin müşahede edilemeyişinden kaynaklanıyor olabilir. Böyleyse bile bu durum sıradanlığa, insanın nefse mahkumiyetine rıza göstermeyi gerektirmez.

İşte bu sebeple büyükler bilhassa evliya menkıbelerinin okunmasını ısrarla salık vermişlerdir. Geçmişte, “azîz-i vakt” olduğumuz zamanlarda Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve Siyer-i Nebi’den sonra en çok okunan kitaplar sûfi tabakâtıdır.

Müminler için muazzam bir ufuk genişliğine, yükselme imkânına işaret eden bu kitapları, üzerlerinde oluşturulmaya çalışılan şüphelere itibar etmeden okuyup öğrenmeye bugün daha çok ihtiyacımız var. Fakat şunu bir kere daha hatırlatmamız gerekiyor:

Tabakât kitapları biyografiden ziyade tercüme-i haldir. Bilhassa sûfilerin tercüme edilen yani aktarılan güzel hal ve sözleriyle, onları tanıtmaktan çok bizleri yönlendirmek amaçlanmıştır. Bir vakitler dünyadan geçip gitmiş mübarek insanların yaşanmış bitmiş hikâyesi gibi okunmamalıdır. Geçmişe değil, bugüne dairdir. Öyleyse, “Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları onlara, sizin kazandığınız sizedir.” (Bakara 134) ikazı mucibince bizim için birer mev’ize ve zikir vesilesi olan bu kaynaklardan azami kazanç sağlamanın yoluna bakılmalıdır.



Semerkand Dergi Logo