İrfan Nedir?
İrfan Nedir?
İrfân kavramının temelini “Men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû” hikmeti oluşturur. Yani “Kendini bilen, Rabbini bilir.” Bazı rivayetlere göre Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e, bazı rivayetlere göre de Hz. Ali r.a.’a ait olan bu söz kulluğun ve tasavvufun özüdür.
Arapça’da “bilmek” anlamına gelen iki temel fiil vardır: “Alime” ve “arefe”.
Dikkat edersek bu cümlede geçen ana kavram aslında “bilmek” fiilinin karşılığı olan “alime” değil, “arefe” fiilidir. “İrfân” kelimesi de bu fiilden türemiştir.
“Alime,” “ilim” kelimesinin köküdür. Râgıb Isfahânî’nin eseri olan Müfredât’a göre “bir şeyi hakikatiyle bilmek” demektir. Bizim bugünkü algımıza göre bu tarif ilimden daha ötesini, neredeyse “hikmet”i içeren bir tariftir. Demek ki gerçek ilimden epey uzaklaşmışız. Bugün seküler yani dünyevîleşmiş “bilgi” ve “bilim” yüzünden, müslümanlar gerçek ilimden olduğu kadar gerçek irfândan da maalesef hayli uzaklaşmıştır.
“Arefe” ise “irfân” kelimesinin köküdür. Isfahânî’ye göre “irfân” “bir şeyin izini etkilerini tefekkür ederek ve derin düşünerek o şeyi idrak etmek” demektir.
Fakat kelimenin kök anlamı, bir şeyin “arf”ına, yani “kokusuna isabet etmek” veya “yanağına dokunmak” demektir. Bu iki his, tanımanın iki boyutudur. Nitekim Muhammed suresi’nin 6. ayet-i kerimesinin mealini Elmalılı merhum, “Ve kendilerini cennete koyar, onu onlar için güzel kokularla donatmaktadır.” şeklinde verir. Burada “güzel kokularla donatmak” manasında ayette “arrefehâ” kelimesi vardır. Hâlbuki çoğu meallerde aynı ifade “tanıtmak” olarak verilir.
Sûfinin ilmi, âlimin irfânı
Demek ki “bilmek” ayrı, “tanımak” ayrı şeylerdir. Fakat bilinmeden tanınamaz. Tanınmayan bilinemez. O yüzden ilim ve irfân iç içedir. İlim irfâna götürmedikçe eksik, irfân ilime dayanmadıkça kof kalır.
Dolayısıyla ilim yuvası olan medrese ile irfân yuvası olan tekkeyi birbirine zıt görmek çok yanlıştır. Aksine, bu ikisi iç içe olmalıdır. Ehl-i şeriat tarikler bu birliği muhafaza etmeye büyük önem vermiştir. Zaten ders kitaplarında ve bazı çevrelerde sanki başından beri var olduğu iddia edilen medrese-tekke çatışması sadece belli yerler ve dönemler için geçerlidir. Anlayış farkı çatışma demek değildir. Nitekim pek çok sûfi medrese ehli, pek çok medrese ehli de tasavvuf ehlidir.
A’râf suresi’nin 199. ayetinde Rabbimiz buyurur: “Sen afv yolunu tut, örf ile emret ve kendilerini bilmezlerden sarfı nazar eyle.” “A’râf” da, “örf” de “arefe” kökünden türemiştir. Demek ki kişi bilinen hayır olan iyilikleri emretmeli, kendini bilmeyen cahillerden de uzak durmalıdır. Çünkü “âlim bin bilir bir söyler, câhil bir bilir bin söyler”.
Yukarıda “arefe” kelimesinin “bilmek”ten çok “tanımak” anlamına geldiğini söyledik. O halde “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” düsturunun asıl tercümesi, “kendini tanıyan Rabbini tanır” olur. Başka bir deyişle, Mevlâ’yı tanıma yolu “ben”den başlar. Fakat bu yolda kişi, kendini ve Rabbini “tanıyamıyor” ise ona bir “tanıştıran” gerekir.
Günlük hayatımızda da böyle değil mi? Henüz tanışmadığımız birisi için bazen onu tanıyan bir arkadaşımızdan himmet isteriz. O da bizi buluşturur, bizi o tanımadığımız kişiye takdim eder. Böylece tanış oluruz. Tanış olduktan sonra arkadaş, dost olmak artık ikimize kalmıştır. Ne tanıştıran bizim sahibimiz olur ne de tanıştırdığı ile aramızda sürekli aracılık yapar. Aynı şey bize bir kavramı, bir gerçeği anlatan kitaplar için de geçerlidir.
İşte ârifler de böyledir. Onlar, bizi henüz hakikatiyle tanımadığımız, sadece sınırlı “ilgimiz” ve “bilgimiz” olan Allah Tealâ’yı iyi tanıdıkları için O’ndan hakkıyla korkarlar. Rabbimizi tanıdıkları için bizi O’nunla tanıştırırlar. Kendileri tanımasalar nasıl tanıtacak, nasıl tanıştıracaklar?
Mürşidler ile ilgili bazılarının sık sık ileri sürdüğü “Allah ile kul arasına girmek” lakırdısının abesliği buradan bellidir. Tanıyandan tanıştırma talep etmek tabiidir. Daha iyi tanıyan, daha az tanıyana elbette rehberlik eder. İlim, sanat, hüner ehlinin yaptığı da budur. Mürşidlerin yaptığı da budur. Hatta bizim günlük hayatta yaptığımız da budur. Sürekli bazı tanıdıklarımızı başka tanıdıklarımızla tanıştırmaz mıyız? İnsanların takip ettiği parti, bilim dalı veya felsefe yolu liderleri de rehber edinilmiştir. Elbette hak yola götüren mürşidler de öyle... Onlar tanıdıkları Mevlâ’yı henüz iyi tanımayanlarla tanıştırırlar.
İrfâna nasıl ulaşılır?
O halde ilmin zıddı cehalet, irfânın zıddı ise inkârdır. Bu şu anlama gelir: Kişi ilimsiz belki imanını muhafaza edebilir, fakat irfânsız edemez. İrfân aranmadığı, kesbedilmediği zaman insanın imanı kemâle eremez. İrfân rıza makamıdır, Rabbimizi gerektiği gibi tanımak, teslim olmak ve her yaptığını baş göz üstüne kabul etmek demektir. Bunun zıddı O’nu tanımamak, yani O’nu kabul etmemek ve rıza göstermemektir. Bu da inkârdır, küfürdür.
Onun için irfân “olsa ne güzel olur” denecek bir ayrıntı değildir. Her inananın irfânı araması, irfâna ulaşması gereklidir. İlmin okulu medresedir, mekteptir. İrfânın okulu ise tekkedir, dergâhtır.
“Kendini tanıyan Rabbini tanır” düsturunda dikkat çekici bir yön daha vardır. Bu cümlede önce kişinin kendini tanıması, daha sonra Rabbini tanıması zikredilir. Başka bir deyişle irfândaki yön, kişinin kendisinden başlar, Yaradan’a doğru gider. Sefer kişiden başlar, çünkü kişi kendi imanı, bilgisi, ameli ile kendini tanıma imkânına sahiptir. Öncelik kendindedir.
Fakat bu da elbette Rabbini bilmeden olamaz. Yoksa nice inançsız bilginlerin Yaradan’ı en iyi tanıyan kimseler olması gerekirdi. Hâlbuki bunca büyük filozoflar, bilginler, sanatçılar, edebiyatçıların ekserisi imansızdır veya bozuk inanç sahibidir. Yani Rabbimiz ile tanış olan kişiler değildir. Demek ki, kişinin “kendisi” dediği de Rabbiyle ilgilidir. Çünkü Rabbimiz kuluna “şahdamarından daha yakın”dır.
İrfân aslında “ben”in tanınması ile başlar, sonra “sen,” en son da “O” gelir. Yani irfân yolculuğu “ene”den “hüve”ye veya “hû”ya gitmektir. Tarikatlardaki seyr u sülûk da böyledir. Derviş evvela kendisinin aslını görmeye başlar, sonra diğer insanlarda da aynı aslı görür, yani “sen”e erişir. Kişi, “sen”e doğru sefer ettiğinde her insandaki güzelliği ve doğruyu görmeye başlar. Onlara talip olur ve alır.
Eğer bakışı böyle doğrulursa dünyası da doğrulur. Kendi dışındaki hiç kimseyi hor göremez. Herkeste bir kıymet olduğunu bilir. Ona göre kendine en uzak düşüncede, tarzda, surette, dinde olan; hatta düşmanlık eden kişiye bile ibret ve hikmet nazarıyla bakar. Dışlamaz, aşağılamaz, ötekileştirmez. Hataları kendinde, güzellikleri canlı cansız her şeyde görmeye başlar. Kişi en son da Allah Tealâ’yı hakikatiyle tanımaya başlar. O’na erer.
Hizmet ehli hayat ehli
Kişi kendi gerçek “ben”ini ancak “ben”den, “benlik”ten, “bencillik”ten kurtularak anlayabilir. Demek ki irfân “benlikten kopmak,” “kendinden ayrı düşmek” ve nihayetinde “kendini Hakk’ta bulmak” demektir. Bu sefer; sadece ben, sen, o denilen kelimelerden ibaret değildir. Kişi ben ile sen, sen ile o arasındaki farkları ve yabancılığı aslına bağlanarak giderir.
İnsanın ve tüm varlığın aslı Allah Tealâ’dır. İnsanın aslı da Hâlık olan Mevlâmız’ın yarattığı hilkattir, fıtrattır, tabiattır, tıynettir. Kişi kendi aslında Rabbimizi görünce diğer kişi ve varlıklarda da aynı aslı görmeye başlar. Onlara hürmet etmeye mecbur olur. Cansız denilen şeylerin bile bir yaratılış vasfı olduğu için onlara hor bakamaz. Hatta Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in yaptığı gibi kırbasına, bardağına, yatağına, sarığına, cübbesine güzel isimler verir. Böyle bir insandan âleme düşmanlık değil dostluk yayılır. İslâm’ın bu kadar hızla büyük toplumlara ve coğrafyalara yayılmasının aslı bu dostça bakıştır.
İrfân ehli hayat ehlidir. Hacı Bayram Velî k.s. buğday eker, mahsulü fakirlere dağıtırdı. Yunus Emre k.s. yıllarca şeyhine, dergâha odun toplayarak hizmet etti. Yunus Emre gibi sözleriyle meşhur olmayan nice ârifler, nafile ibadetlerden ziyade halka hizmet ile bu nimeti kazanmıştır. Nakşibendiyye tarîkinin pîri Şah-ı Nakşibend k.s. hazretleri tam yedi yıl sokak köpeklerine hizmet etti. Onlara yiyecek verdi, baktı, hastalarına yardım etti.
İrfân ahlâktan belli olur. Ârifler, yaptıkları güzel işleri kibir ve gösteriş olmasın diye anlatmaz. Bir kişi de yapmadığı işleri anlatarak ârif olmaz. Bu korkulacak bir hâldir. Çünkü Rabbimiz buyurur: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazap nedenidir.” (Saff 2-3)
İrfânın özünü Mevlevî ârifi Ahmed Avnî Konuk şöyle özetler: “Kesr-i amel, kasr-ı emel.” Yani ameli çoğaltmak, istekleri azaltmak. İlimsiz amel, amelsiz irfân olmaz. Zahmetsiz rahmet, emeksiz yemek olmaz. Bu ilim için de, sanat için de, zenaat için de, irfân için de geçerlidir.
Mevlâ bizi, bilenlere, tanıyanlara, dost olanlara dost eylesin.