Evrenin Şifresi
Üç tarafı denizlerle çevrili güzel ülkemin, 37 tarafı şifrelerle çevrili artık! 90’ların bilim kurgu filmlerinde hatalı bir deney sonucu türeyip dünyayı ele geçiren yaratıklar gibi, her yerden taarruza geçti bu şifreler.
Modern çağın “yenilik” adı altında hayatımıza kattıklarına biraz geç adapte olanlardanım. Baş döndürücü bir hızla uyum sağladığımız her meseleye, “kaşıkla veriyor ama, du’ bakalım kepçeyle ne alacak bizden “ huzursuzluğu ile yaklaşıyorum.
Beni ürküten meselelerden birisi de, “şifre” kelimesi.
Üç tarafı denizlerle çevrili güzel ülkemin, 37 tarafı şifrelerle çevrili artık!
90’ların bilim kurgu filmlerinde hatalı bir deney sonucu türeyip dünyayı ele geçiren yaratıklar gibi, her yerden taarruza geçti bu şifreler.
Alışverişlerde ödeme yaparken kart şifresinin sorulmasına bir itirazım yok, o tamam. Hadi güvenliğimiz için elzem diyelim. Ama şifreyi girerken yeryüzündeki tüm satış temsilcilerinin sözleşmiş gibi, pos cihazına 45 derecelik açı ile boyun bükmelerine hâlâ alışamadım. Bir çeşit, “bana güvenebilirsiniz” mesajı taşıyor bu bakış, biliyorum ama yadırgıyorum, elimde değil. Her seferinde içimden, “zaten aramızda yarım metre mesafe var ablacım, kartımı alıp kaçıracak halin yok ya” diyor, dışımdan da şifreyi üstüne basa basa sesli söylüyorum. Tek kişilik de olsa, bu güvensizlik havasını dağıtmaya yönelik bir karşı eylem yapma hissime engel olamıyorum.
Sadece alışveriş mi? Mail hesabınıza bakmak isteyip de şifreyi unuttuysanız vay halinize! Size ait olan bir şifreyi yine size söylemek için kırk takla attırırlar! Sorular bitmez.
– Şifrenizi gerçekten unuttunuz mu?
– Hayır, hobi olarak ara sıra soruyorum böyle. Bakalım siz unuttunuz mu diye...
– Şifrenizi göndereceğimiz bir numara mı girersiniz yoksa başka bir mail adresine mi gönderelim?
– Güvercinle gönderin kardeşim. Ben eski kafalı insanım.
– Şifrenizi göndereceğimiz telefon numarasının son iki hanesini yedi ile çarpıp sonucu dörde bölün. Sonra da resimde gördüğünüz şekilden ne anladığınızı, aşağıdaki kutucuğa giriş, gelişme ve sonuç kaidesine riayet ederek bir kompozisyon halinde yazın.
– Kalsın annem tamam, vazgeçtim. Mail adresimi size hibe ediyorum. Yalnız oraya gelen fatura bilgileri vardı, okuyamadım haliyle. Onları da bi’ zaamet ödeyiverin.
Peki ya bina girişlerindeki kapı şifrelerine ne demeli?
Kırk yılın başı sevdiğiniz bir ahbabınız ziyaretinize gelecek. Zulüm daha sitenin girişinde başlıyor! Misafir arabasını içeriye park etmeye yelteniyor, fakat ne mümkün! Otopark kapısının kumandası yalnızca site sakinlerinde var. Arabayı bir soğuk kaldırım taşının şefkatine yaslayıp içeri girecekler, girişte bir güvenlik kulübesi! Ve kulübenin küçük penceresinden onlara şüphe ile bakan bir çift göz... İster istemez insanın üzerine bir savunma hissi geliyor.
– Kime geldiniz!
– Şey, biz mi? Biz... Şeylere, şey beye geldik, hah İsmet Bey’lere geldik! Bi’ an heyecandan unuttum ismini. Kendisi dayımın damadı olur da... Aynı zamanda büyük abisi bizim oğlanın kirvesidir. Çok yakınımızdır yani. Nicedir görüşmüyorduk, özledik. Bi’ çay içip çıkacaktık. Öyle değil mi hanım, sen de bi’ şeyler söylesene!..
Güvenlik görevlisinin bir gözü misafirin elindeki poşette, ciddi bir ifade ile insafa gelir:
– Tamam, geçin!
– Sağolasınız güvenlik bey kardeşim. Rabbim razı olsun. Kapıdan içeri geçirenleriniz çok olsun. Hayırlı görevler.
Poşete atılan o son bakış, insanı eve geri dönüp dönmeme konusunda kararsız bırakacak kadar güçlüdür. Sanırsın içinde roketatar var da binayı uçurmaya gelmişler!
Güvenlik görevlisi imtihanı bitmiş fakat mücadele henüz bitmemiştir. Tam binadan içeri girilecek; üzerinde 12 adet rakam bulunan sinsi bir kutucuk ile göz göze gelinir...
Onca rakamla yapılabilecek kombinasyonlarda doğru şifreyi bulmak uzun süreceğinden, son bir enerji ile ev sahibi aranıp şifrenin ne olduğu sorulur. Önce kareye mi basacaktık, yıldızdan sonra mı rakamları girecektik derken nihayet içeri girmek nasip olur. Ev sahibini kapıda görünce seferden dönmüş gibi hüzünlü ve mağrur bir kucaklaşma yaşanır ki, sebebini çoğu kez anlayamayız. Sebep budur!
Sizi bilmem ama benim misafirim arayıp da kapının şifresi neydi dediği zaman ben çok mahçup oluyorum, utanıyorum. Sanırsın padişaha ferman getirmiş bir ulak girecek içeri! Neymiş, güvenliğimiz içinmiş. Vezir-i âzâma suikast niyetli bir şüpheli değil o, amcamızın oğlu ile hanımı yâhu!
Tamam kabul, yaşadığımız yerler artık tedbire çok lüzum olmayan mahallelerimiz gibi değil. Çocuklarımızı tek başına kapımızın önüne bile bırakamadığımız durumlar olabiliyor. Ama bu kadarı bana tedbirden başka bir şeymiş gibi geliyor dostlar.
Maaş kartımızın, sosyal medya hesaplarımızın, evimizin kapısının bu kadar ulaşılmaz olması, bizi kendimizi daha önemli hissettirme tehlikesine hizmet ediyor olmasın sakın?
Detay gibi görünen bu meselenin, sinsi bir hastalığın semptomu olduğuna inanıyorum. Bu yüzyıl insanının egosunu ve kibrini kutsamak adına geliştirdiği sevimsiz, öte gidesice, kendi başını yiyesice bir hastalık semptomu.
Sonumuz hayrolsun, ne diyeyim...
İnşaallah yakında birileri çıkıp da “Evrenin şifresini bulduk! Öğrenmek isteyenler, annelerinin bekârlık soyadının son üç harfini, doğdukları mahallenin muhtarının göz rengi bilgisini ve sağ ayak serçe parmaklarının parmak izinin fotokopisini kurumumuza gönderip bilgi alabilirler” demez!