Dünya Hali
Yeni Zelanda Katliamı İkinci 11 Eylül mü?
Başlığı okuyanlar hemen itiraz edebilirler. Zira “Tamamen zıt iki farklı grubun, birbirinin tam tersi amaçla gerçekleştirdiği eylemler nasıl birbirinin aynı olabilir?” sorusu akıllara gelecektir. Ancak en baştan ifade etmek gerekir ki, 11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’de Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırının senaristi ile, geçtiğimiz ay Yeni Zelanda’da iki farklı camiye Cuma namazı sırasında yapılan katliamın hikâyesini yazan el çok büyük ihtimalle aynı. Bu hükmün ispatını yazının sonuna bırakalım.
Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde -eylemin yapıldığı şehrin ismi de ilginç: İsa Kilisesi!- Avustralya kökenli terörist Brenton Tarrant, Cuma namazı vaktinde aracına biniyor, sosyal medya hesabından canlı yayına başlıyor, daha önceden tespit ettiği ve aralarında otomobille yaklaşık yirmi dakikalık mesafede bulunan iki farklı camiye giderek elli müslümanı şehit ediyor. İlk camide, cemaatin namaz kıldığı yere giriyor ve çocukların da bulunduğu cemaatin büyük çoğunluğunu katlediyor. Caminin dış kısmındaki kadınları da gözünü kırpmadan acımasızca öldürüyor. İkinci camiye gidiyor, bu sefer de yedi kişiyi şehit ederek uzaklaşıyor. Orada bulunan Afgan bir müminin cesareti ve feraseti daha fazla kişiyi katletmesini engelliyor.
Yapılan terör saldırısı, cinnet geçiren, aklî dengesi yerinde olmayan abuk subuk birinin gerçekleştirdiği sıradan bir eylem değil. Çünkü daha en başından oldukça sıkı çalışılmış bir olay söz konusu. Hareketlerinden gayet profesyonel olduğu anlaşılan katil, silahlarının ve şarjörlerinin üzerine öyle şeyler yazmış ki, Murat Bardakçı’nın ifadesiyle en uzman tarih profesörü bile bu kadar detayı bilemez. Kayda girdiği anda çalmaya başlayan ve katliam boyunca devam eden marş da enteresan: Bosna kasabı Radovan Karadziç’i öven Çetnik millî marşı! Alçak saldırıdan önce yazdığı bildiride Ayasofya’nın geri alınacağını, minarelerinin yıkılacağını, Türkler’in boğazın Avrupa yakasından kazınacağını, İstanbul’un yeniden “Konstantinapol” olacağını ifade eden bir yığın hezeyan bulunuyor! Terörist Tarrant dünyanın pek çok yerini gezmiş, 15 Temmuz hain darbe girişiminden iki ay kadar önce ve yine iki ay kadar sonra Türkiye’de bulunmuş! Ondan evvel de İsrail’e gitmiş. Bütün bu bilgileri alt alta koyduğumuzda, saldırının tek bir failinin olmadığı, son derece organize bir terör eylemiyle karşı karşıya kaldığımız ortaya çıkıyor.
Temas etmemiz gereken sarsıcı ve müthiş bir detay daha var: Tarrant, ikinci camideki müslümanlara kasdettiğinde, orada bulunan Afgan mülteci Abdülaziz Vahapzâde, katil dışarıda bulunan cemaate ateş etmeye başlayınca eline geçirdiği bir pos cihazını teröriste doğru fırlatıyor. Cani terörist peşine düşüyor, Vahapzâde araçların arasında gizlenerek onu camiden uzaklaştırıyor. Terörist Tarrant, mermileri bitince tüfeği yere atıyor ve ikinci tüfeği almak için aracına doğru koşuyor. Abdülaziz Vahapzâde yerdeki tüfeği alıyor, katilin peşinden koşuyor, terörist Tarrant’ın aracının yanına geliyor. O diğer tüfeği almaya çalışırken Vahapzâde elindeki boş tüfeğin dipçiği ile Tarrant’ın aracının camını patlatıyor. Tarrant korkarak aracıyla uzaklaşıyor. Vahapzâde onu başka bir araçla takip ederek yakalanmasında büyük pay sahibi oluyor ve orada ikinci bir katliamın önüne geçmiş oluyor.
Baştaki ifadelerimize dönecek olursak, 11 Eylül saldırıları güya “müslüman teröristler” tarafından gerçekleştirilmiş ve bu olay Amerika’nın o günkü evanjelik iktidarının Afganistan ve Irak’a girmesi için bahane olmuştu. Yeni Zelanda’da yaşanan hadise, ABD’nin yeni İslâm coğrafyalarına saldırması için ateşlenen fitilden başka bir şey olamaz. Çünkü bu vahşet, yine Batı tarafından ortaya çıkarılan DEAŞ’a sağa sola saldırmak için bahane olacak. Çünkü DEAŞ, olayın ardından dünyadaki tüm takipçilerine kilise ve sinagoglara saldırma talimatı verdi! Senaryo açık değil mi: Şayet DEAŞ bu vukuat üzerine silahlı ve bombalı eylem yapmaya başlarsa ABD, el-Kaide ile yaptığı “mücadele” gibi bir “meşru müdafaa” zemini bularak yine, yeniden müslümanlara saldıracak.
Son olarak biz Türkler’in de başını ellerinin arasına alıp düşünmesi gerekiyor. Zira en çok mesaj bizlere idi. Bir olup kenetlenmezsek kaybeden yalnızca biz olmayacağız. Umutlarını bize bağlayan, düşlerinde bizi gören bütün mazlum müslümanlar kaybedecek.
Netanyahu’nun Mesajı Kime?
Yeni Zelanda’daki elîm hadise, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sıradan ve kendiliğinden oluşmuş bir terör eylemi değil. Çok organize bir vaka ile karşı karşıyayız. Öyle ki söz konusu organizasyon elli-yüz kişilik terörist bir grubun tertibinin çok ötesinde görünüyor. Mevzu yaşanmadan bir buçuk gün önce, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun oğlu Yair Netanyahu sosyal medya hesabından şu ilginç mesajı paylaşıyor:
“Ona (Erdoğan’a) İstanbul’un Konstantinapol adında bir şehir, bin yıl önce -550 yıl demek istedi herhalde!- Türkler tarafından işgal edilmeden Bizans İmparatorluğu’nun başkenti ve Ortodoks Hıristiyanlığın merkezi olduğunu hatırlatacağım. Ayrıca ona, Türkler’in Asurlular’a, Ermeniler’e ve Yunanlar’a karşı yaptığı soykırımı hatırlatacağım. Türkler’in bugünlerde Kürtler’e karşı yürüttüğü soykırımı ve Kıbrıs’ı işgal ettiğini de söylemeyi unutmayacağım!”
Bu alçak mesajla, Yeni Zelanda teröristi Tarrant’ın yayınladığı bildiri arasında hiçbir fark yok. Hangisinin bir diğeri tarafından kaleme alındığı neredeyse anlaşılmıyor. Bunun iki gün öncesinde de Yair’in babası İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Erdoğan’a yönelik olarak şu mesajı paylaştı:
“Türk gazeteciler ve hakimler hapishaneleri doldururken, Türkiye’nin diktatörü Erdoğan İsrail demokrasisine saldırıyor. Ne şaka ama!”
Netanyahu’nun “İsrail demokrasisi” dediği şeyin katliamdan başka bir şey olmadığı hakikati bir yana, söz konusu mesajların ve terör eyleminin peş peşe gerçekleşmesi akıllara soru işaretleri getiriyor.
Evanjelizm ile siyonizm birbirinden beslenen ve birbiri için mücadele eden iki sapkın inanış biçimi. Siyonistlere göre “ilahî bir plan gereği” yahudiler “kendilerine vaadedilen” topraklara bir gün muhakkak dönüp “Büyük İsrail”i inşa edecekler. Ve “Büyük İsrail” dünyanın tamamına hükmedecek! Evanjelikler de İsrail’in bu emellerine destek olarak karşılığını -kendilerince- ahirette alacakları büyük bir “iş” yapmış ve “kurtuluşa” ermiş olacaklar. Muharref İncil’deki bir iddia bu sapkın inanışın temelini oluşturuyor. Buna göre, İsa Mesih’in yeryüzüne yeniden gelebilmesi için yahudilerin, Kenan Diyarı olarak tanımlanan, kendilerine vaadedildiğini öne sürdükleri bölgede toplanmış olmaları gerekiyor.
İşte bu inanış, evanjelik hıristiyanlarla siyonist yahudileri aynı paydada buluşturuyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’de bulunan Cumhuriyetçiler genellikle evanjeliklerin desteği ile iktidara geliyorlar. Bugünkü Başkan Donald Trump’ın damadı Jared Kushner siyonist bir yahudi. ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence de, azılı bir evanjelik. En iyi bildiği şey para kazanmak olan; herhangi bir strateji üretecek, siyaset yapacak kapasitesi bulunmayan ve bu taraklarda bezi olmadığı iddia edilen Donald Trump’ın çevresi, işte böyle adamlarla kuşatılmış durumda.
Baba ve oğul Netanyahuların mesajları, dünyanın en güvenlikli ülkelerinden biri olan Yeni Zelanda’da faşist, İslâm ve Türk düşmanı bir tetikçinin tüfeğinin ucunda yankılanmış oldu. Yapbozun parçaları bir araya getirildiğinde resim net olarak ortaya çıkıyor. Cumhur İttifakı’nın beka meselesi ısrarının nedeni de böylece anlaşılmıştır sanırız. Aramızdan bazıları kabul etmese de, Türkiye gerçek bir dış tehdit altında. İçeride de bu tehdide çanak tutacak pek çok taşeron mevcut. Birbiri ardından ortaya çıkan krizlerden ders çıkarmazsak, küresel güçlerin saldırılarını dikkate almayıp onların taşeronlarına bu toprakların parçalarıymışçasına muamele etmeye devam edersek, Allah muhafaza, hakikaten beka meselesi ile yüzleşmek zorunda kalacağız. Tarih tekerrür ediyor, umarız biz de hatalarımızı tekerrür ettirmeyiz!
İslamofobi Değil, İslâm Düşmanlığı
Batı hayranlığı, üzülerek ifade edelim ki bu topraklarda uzun süre hüküm sürdü. Bugün bile Batı’nın bizimle ilgili düşüncelerini açıkça bilmemize rağmen münasebetlerimizde hâlâ “iyi niyet esasını” sürdürmeye çalışıyoruz. Bu cümleden “Batı’yı tamamen ve hiç sebepsiz yere düşman ilan edelim” gibi bir hüküm çıkarılmasın. Ancak, açıktan müslümanlara yapılan saldırılara, Müslüman Türkler’e yapılan tehditlere rağmen bir şeyleri güzel gösterme yahut alttan alma tutumu, ileride altından kalkılması güç durumlarla karşı karşıya bırakabilir bizi.
Batı’nın tavırlarını tanımlamada da bu “iyi niyet esası” sürdürülmeye çalışılıyor. Yeni Zelanda’da yapılan şey açıkça vahşetken, müslümanlara ve İslâm’a yönelik düşmanca söylemler bir takım düşünce ve inanç sistemlerine temel oluştururken, bu anlayışın İslamofobi yani İslâm korkusu olarak nitelendirilmesi, olan biteni hafife alma anlamına gelir. Yaşanan olay, müslümanları ortadan kaldırma, araya uzun ve kalın duvarlar örme düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş hali. Buna rağmen İslâm düşmanlığı olarak ifade edilmesi gereken durumu “İslâm korkusu” olarak tanımlarsak, katliama farkında olmadan “meşru” bir çerçeve çizmiş oluruz.
Christchurch katliamının Saraybosna’da yaşananlardan hiçbir farkı yok. O dönemde, Fransız Cumhurbaşkanı Mitterand, Aliya İzzetbegoviç’e Sırp zulmü için geçmiş olsun dileklerini iletme yerine “size Avrupa’nın ortasında müslüman bir devlet kurdurmayacağız” diye tehdit etmekten geri durmamıştı. Sırp kasapları Miloseviç, Karadziç gibilerinin işledikleri cinayetleri bir müslüman yapmış olsaydı, Avrupa bunun bedelini çok ağır ödetirdi. Fakat bu canilerin yargılanmaları adeta yılan hikâyesine döndü.
Şu hususu da gözden kaçırmamak gerekiyor: Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern yaşadığı üzüntüyü bütün samimiyetiyle ifade etti. Yeni Zelandalı bir hıristiyan, camilere giderek gözyaşları içerisinde müslümanlara sarıldı. Hıristiyan bir kadın, olay sırasında caminin önünde yaralı olan müslümanları evine nasıl götürdüğünü hıçkıra hıçkıra ağlayarak anlattı. Avustralyalı faşist parlamenter Fraser Anning, terör saldırısını kınayacağına müslümanları suçlayan açıklamalar yaptığı sırada, orada bulunan Avustralyalı çocuk Will Connolly’nin yumurtalı protestosuna maruz kaldı. Anning’in adamları tarafından yaka paça yere yatırılan ve darp edilen Connolly’nin avukatlık masrafları için Avustralya’da tam elli bin dolar para toplandı ve yaşı küçük yüreği büyük bu çocuk o parayı katliamda şehit edilen müslümanların ailelerine gönderdi.
Kuşkusuz, İslâm’ı ve müslümanları düşman görmeyen, hep birlikte bir arada yaşama kültürünü benimsemiş hıristiyan veya yahudilere diyecek bir şey yok. Ecdadımız, millet sisteminde kendisine düşmanlık etmeyen bütün inanç mensuplarına birlikte yaşama ortamı oluşturarak altı yüz küsur sene bu topraklarda hüküm sürdü. Mevzunun bu tarafı saklı kalmak kaydıyla, İslâm alemine düşmanlık yapanların satır aralarında bunu İslâm korkusundan yaptıklarını öne süren “İslamofobi” kavramını kullanmak yerine net bir şekilde İslâm düşmanlığı yaptıklarını ifade ederek, bir müslümana yakışırcasına onlarla mücadele etmek, İslâm toplumlarının boynunun borcu olsa gerek.
Batı ile olan ilişkilerimizin zeminini bu hakikatler ışığında dizayn etmeli ve her ne pahasına olursa olsun, Avrupa’nın kapısında bekleme sevdasından artık vazgeçmeliyiz. İngilizlerin bile bir referandumla çıkmak istedikleri Avrupa Birliği’nden bize, bu kadar düşmanlık ortadayken hayır gelmeyeceğini anlamalıyız artık. Avrupa, düşmanlığı bir kenara bırakarak -ki bu çok zor bir ihtimal- ilişkileri yeniden inşa etmeye çalışırsa, o zaman menfaatler ölçüsünde hareket edilebileceğini en başta onlara hissettirmeliyiz.