'Dindar' Görünümlüler
Eskiden bazı arabaları daha üst model göstermek için farlarını, ön ızgaralarını, arka stop lambalarını, en önemlisi de öndeki ve arkadaki marka isimlerini değiştirenler vardı. Bunun için bayağı para harcarlardı. Hatta lüks arabaların armalarını çalıp yerli arabalara takanlar bile vardı.
Peki, arabaların taklidi oluyor da insanların yok mu? Bizde son bir asırda taklit arabalar gibi taklit insanlar da pek yaygınlaştı. Şimdi “dindar” görünümlü şaşkınlar var. Hemen hatırlatayım, “dindar” görünümlü derken bununla kıyafeti, görüntüyü kastetmiyorum. “Öyle” görünüp “böyle” olmayı kastediyorum. Yani ikiliği, dönekliği, münafıklığı, müraîliği, şahsiyetsizliği...
Eskiden Batıcı söylem hâkim iken bunlara benzemeye çalışan taşralı garibanlar vardı. Bunlar muhafazakâr köklerini gizlemek için dillerini büker, kıyafetlerini değiştirir, “ben de modern bir insanım” veya “Batı medeniyeti de güzeldir” diyerek yanaşmalık yaparlardı. “Şarap içmem ama çeşitlerini bilirim” diyenleri mi ararsınız, namazlarını, oruçlarını gizleyenleri mi?
Bunların çocukları okudukça, iş güç sahibi oldukça, hele bir de İngilizce öğrenip yurtdışında yüksek lisans yaptıkça din düşmanlarının beceremediği bir şeyi yapmaya başladılar: Dinden ahlâkı boşaltmak! Dinin dedikodusunu yapmak ama dinle pek alâkası olmamak. Çoğunun din derdi yok, din ile derdi var!
Kirli sulardan içmek
Bu Batı yanaşmalığı yakın zamana kadar sürdü. Şimdi “dindar” görünümlü olmak moda. Çünkü dindar olmak değil ama dindar görünmek prim yapıyor. Maalesef ahlâksızlık, kişiliksizlik, zulüm ve fitne mübah görülüyor. Haramı helal, helali haram sayan da epey var. Dini bile kâfirlerden öğrenmeye kalkışıyorlar. Bazı örnekler vereyim:
Bir ilahiyat fakültesi dergisinde yayınlanan bir makale gördüm. Bir akademisyen, Hac Suresi’nin Mekke’de mi, Medine’de mi nâzil olduğuna dair makale yazmış. “İlmî” değil ama “bilimsel” makale olduğu için elbette üslubu Batılı. Yazma tarzı, yazının yapısı, kullanılan argümanlar hep öyle. Hemen dipnotlarına bakıyoruz; yazar Kur’an’ın tefsiri hususunda başvurulması gereken yaklaşık yetmiş kaynak zikretmiş. İnanmayacaksınız ama bunların içinde bir tane bile müslüman bir âlime ait eser yok. Hepsi gayrimüslim isimler. Yani bu kişi bize şunu demek istiyor: “Kur’an-ı Kerim’i, Rabbimizin muradını bile Batılı kâfirlerden öğrenmeliyiz.”
İkinci örnek, bir ilahiyat fakültesinde tefsir bölümü başkanlığı yapmış bir akademisyenin yazdığı makale. Konusu hâşâ “Kur’an’ı efsanelerden arındırmak.” Bu adam da kalkmış, Alman bir hıristiyan teologun İncil’deki kıssaların gerçekliğini eleştirmesini örnek almış. Bunu Kur’an-ı Kerim’e uygulamaktan bahsediyor. Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de zikrettiği Hz. Adem’den, Hz. İbrahim’den, Hz. Yusuf, Hz. Nuh, Hz. İsa ve Meryem annemizden (Allah’ın selamı bütün peygamberlere ve sâlih kullara olsun) bahseden kıssaların “tarihsel gerçekliği olmak zorunda olmadığını” söylüyor. Yani kısacası hâşâ ve kellâ “Allah uydurur” diyor. Bu adam yıllarca bir televizyon kanalında güya tefsir dersleri yaptı. Kendisine bu imkân “dindar” görünümlülerce verildi.
İş bununla da sınırlı değil. Geçen senelerde bir üniversite toplantısında başörtülü ama bol makyajlı bir genç kızımız yanımda oturuyordu. Ona nerede okuduğunu sorduğumda İngiltere’de master ve doktora yaptığını söyledi. Burada üniversitede hangi alanda ders verdiğini sordum. “Cinsiyet politikası alanında” demez mi! Çok kızdım ve kinayeli bir şekilde “Tabii, senin gibi dindar bir hanımın görevi cinsel sapkınlıkları meşrulaştırmak olmalı, değil mi?” diye sordum. Bozuldu ama sonra düzeldi mi bilmem.
Geçenlerde meşhur “radikal İslâmcı” bir yazarın websitesinde yayınladığı okuma listesine baktım. Gençlerin okumasını istediği yüz kitap arasında neredeyse müslüman bir yazar ismine rastlayamadım. Zaten “dindar” görünümlü entellerden bugüne dek gençlere önce İslâm akidesini, ilmihali, sîreti, sünneti, irfanı okumayı tavsiye edene hiç rastlamadım.
Dinin gücü mü gücün dini mi?
Öyle bir devre geldik, hem de o kadar hızla geldik ki, hakiki dindarları en çok “dindar” görünümlüler kınıyor, zemmediyor, aşağılıyor. Bugün kadın erkek mahremiyetine dikkat edenleri en çok kınayanlar bunlar. Türlü saçmalık ve hezeyanları kutsamakla gün geçiriyorlar. Dinin gücüne değil, gücün dinine tâlipler. Şimdiki moda da bu.
Eskiden Batıcılar’a yamananların yerini bu gibi şaşkınlar aldı. Bunlar sabahtan akşama Batılı kâfir yazarlardan, teorilerden, filozoflardan bahsederler ama bir kere Rasulullah s.a.v.’den, Ashab-ı Güzin’den, imamlardan, Ehl-i Beyt’ten, âlimlerden ve âriflerden bahsetmezler. Zikirleri Heidegger, Kant, Nietzche... Yani kendi düşünceleri, buluşları, hayalleri kendilerini bile küfürden kurtaramamış bedbahtlar... Hatta bu “dindar” görünümlüler bir ayet, hadis veya büyüklerin sözünü duydukları zaman utanmadan “Ha, evet, aynen falanca Batılı filozofun söylediği gibi...” diyorlar. Yani referans yine Batı. Bunlara İmam Gazalî, İbn Haldun, hatta Yunus’u (Allah’ın rahmeti cümle âlimlerimize ve âriflerimize olsun) sormayın, çok alınıyorlar. “Onlarla ne işim olabilir ki” gibilerinden dudak büküp kaş çatıyorlar.
Derslerimde “dindar” görünümlü gençlere itikad üzerine sorular soruyorum ve en temel akaid konularındaki cehaletlerine şahit oluyorum. Allah ve Rasulü hakkında sorsam; peygamberler, kitaplar, melekler, hele hele kaza ve kader nedir gibi konulara girsem, önemli bir kısmının imanlarını tehlikeye atacak cevaplar vereceğini biliyorum. Birisi geçenlerde “Gençlerde dindarlık azalıyor diyorlar, ne dersin?” diye sordu. Ben de “Büyüklerde dindarlık çoğalıyor mu ki?” diye cevap verdim.
“Dindar” görünümlü doktor, modern laik tıbbın en büyük savunucusu ve geleneksel tıbbın en büyük düşmanı olabiliyor. “Dindar” görünümlü öğretmen, hiç düşünmeden “kişisel gelişim” veya “değerler eğitimi” gibi tercüme ve içinde tevhid değil ikiyüzlülük olan kavramları çocuklarımıza aktarabiliyor. “Dindar” görünümlü bürokrat, Amerika ve Avrupa menşeli uygulamaları hiç sorgulamadan kopyalayarak toplumumuzu tahrip edecek işlere imza atabiliyor. “Dindar” görünümlü genç feminist olmaktan, bireycilikten, laiklikten hoş şeylermiş gibi bahsedebiliyor.
Adamlığın okulu
Gençliğimden beri haykırıp duruyorum: “Gerçek güç insan olmak ve insan yetiştirmektir” diye... Yetişmek ve yetiştirmek... Bu bizim İslâm, iman, ihsan vazifemizdir. İnsan olmak, adam olmak ve yetiştirmek, şunun bunun için değil Hak içindir. Medeniyet, siyaset, felsefe, hemşehrilerimiz için ya da ecdadımıza layık olmak için değildir. Allah için, Allah’a yaraşır kul olmak ve böyle kulların yetişmesinde çile çekmek içindir.
Bu adamlık okulda okutulmaz. Kullanım kılavuzu yahut bitirme sertifikası yoktur; bir hobi değildir. Adamlık, adam olanlardan öğrenilir. Uzun uzun konuşarak değil, halleşilerek öğrenilir. İnsanlara bağıra bağıra “siz şöyle şöyle kötüsünüz” diye parmak sallayanlardan değil, adamlığı kalbine nakşedenlerin sükût sohbetlerinden öğrenilir.
Bu usül, hayırlı ve güzel olan her şey gibi Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in yoludur. Yani O’nun mübarek Sünnet-i Seniyyesi’dir. Tasavvuf işte bu usuldür. Sünnet’in yaşanmasından başka bir şey değildir. Ölçüsü de, ölçütü de, kıymeti de budur.
Her yolun eşkıyası olduğu gibi bu yolun da eşkıyaları vardır. Ama eşkıyayı evliyadan ayırt etmek kolaydır. Kişilerin sözüne, görüntüsüne, ağlamasına, gülmesine değil; ahlâkına bakan farkı hemen görür. Sünnet’i ölçü yapan, evliyayı eşkıyadan ayırır. Günlük hayatta hesaplarımızda pek uyanığız. Keşke dinde de o kadarcık uyanık olsak. Ama bu zordur; çünkü Şeriat’ı bilmek ve uygulamak gerekir.
Sürekli kendime ve gençlere hatırlatıyorum: “Allah’ın ve imanın kıymetini bilelim.” Bunu özellikle “dindar” görünümlülere, dini bir gösteriş ve güç aracı, bir moda gibi görenlere anlatmak çok zor.
Kısacası gittiğimiz yol, yol değil. Biz kendimizi düzeltmezsek, Allah Tealâ imtihan ve sıkıntı ile bizi düzeltir. Bu bile O’nun merhametindendir. O halde hep niyaz edelim: “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen.” (Âl-i İmrân 8)