Değişimin Öznesi mi Nesnesi miyiz?
Geçtiğimiz aylarda Semerkand Televizyonu’nda yayınlanan “Yazı İşleri” programının birinde Semerkand bünyesindeki dergiler ele alınmıştı. Programda, “Semerkand Dergisi’nde yıllardır içeriğin değişmediği, sanki hep aynı yazıların yayınlandığı” iddiasında bulunan bir izleyici mesajı üzerinde de konuşuldu. Dergiden bahis açılan sohbet ortamlarında biz de zaman zaman benzer iddialarla karşılaşıyorduk. Bazı okuyucular derginin çizgisinin değişmemesini, muhtevanın değişmemesi gibi değerlendiriyordu. Farklı konuları işlemesine rağmen sabit ayağının aynı noktada olmasından dolayı bütün yazıları birbirinin aynı zannedenler vardı.
Yirmi bir yıldır gelenekli bir zeminde, kıyamete kadar değişmeyecek ilahî mesajın özünü ve büyüklerin eskimeyen sözlerini bugünün diliyle aktarma gayretindeki aylık bir derginin okuyucularında böyle bir intiba oluşması çok da yadırganacak bir durum değil doğrusu. Ancak Semerkand Dergisi’nde sürekli aynı şeylerin tekrarlandığına dair tashihe muhtaç değerlendirmeler bir kusur veya eksiklik gerekçesi olarak sunuluyor ve “değişmediği için” dergiden sarfınazar ediliyorsa, “değişim” hususunda dergi bağlamını da aşan ciddi bir tasavvur problemimiz var demektir. Zira hayatın her alanında değişmeyi, yeniliği, farklılığı kayıtsız şartsız talep eder olduk. Belki “talep etmek” ifadesi bile iradî bir tavır olması hasebiyle halimizi anlatmaya pek uygun düşmüyor. Değişim rüzgârı karşısında daha çok sürükleniyor, savruluyor gibiyiz.
Değişmeyen tek şey değişim mi?
Pek çok şeyin hızla değiştiği doğru. Zaman değişiyor, nesiller değişiyor; bilgiler, anlayışlar, ihtiyaçlar, alışkanlıklar, münasebetler değişiyor. Her gün yeni bir teknolojik buluşla karşılaşıyoruz. Görsel medya aracılığıyla farklı hayatlardan, farklı kültürlerden etkilenenlerimiz oluyor. Değişimdeki bu hız ve süreklilik, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” aforizmasına sorgusuz sualsiz teslimiyetle insanları değişmenin “kaçınılmazlığına” inandırıyor. Özellikle teknolojideki yenilikler, değişimin bir gelişme/ilerleme, dolayısıyla bir “zaruret” olduğu kabulünü yerleştiriyor zihinlere.
Sadece ilk defa ortaya çıkmış yeni durumlara, icat ve keşiflere intibaktan ibaretmiş gibi anlaşılan değişimin eskiye dönmekle de gerçekleşebileceği pek hesaba katılmıyor. Hatta eski veya kadim olana yönelmek değişim karşıtlığı gibi algılanıyor. Çoğunlukla hazza, eğlenceye ve kolaycılığa imkân verdiği için nefse hoş gelen buluşlar, değişmeye teşne bir tutuma yol açıyor; değişimin sorgulanmasını engelliyor. Nihayet küresel kapitalizm, her kesim için geliştirdiği farklı metotlarla değişimi teşvik etmeyi sürdürüyor. İlerlemeci ve yenilikçi bir değişim aynı zamanda “tüketim” anlamına geliyor çünkü.
Dilciler, “değişmek” fiilinin eski Türkçe’deki aslının “deng-iş-mek” olduğu görüşünde. İnsanlar için kullanıldığında, fert veya toplumların kendilerini halihazırdakinden farklı yahut yeni bir duruma denk hale getirip uyum sağlamalarını ifade ediyor. Sonuçta bir tercihle gerçekleştirilmesi ve bu tercihin yeni duruma uymamak yönünde de kullanılabilmesi, değişimin insanlar adına kaçınılmaz olduğu hükmünü geçersiz kılıyor. Her değişim müspet bir gelişme, bir tekâmül olmadığına göre ihtiyaç yahut zaruret de değil. Nitekim bozulma veya yozlaşma da bir değişmedir. İlerleme diye adeta kutsanan birçok değişimin insanî ilişkileri zedelediği, tabiatı tahrip ederek dünyayı bir felaketin eşiğine getirdiği ortadadır.
Yine de değişmeme yönünde bir tercih imkânımızın bulunduğunu ve değişmenin çoğunlukla bir zaruret olmadığını söylerken, her halükârda değişime karşı direnmek, her yeniliğe karşı çıkmak gerektiğini iddia etmiyoruz. Seçici olmayan, sorgulamayan bir değişim taraftarlığı ifratsa; seçici olmayan, sorgulamayan bir değişim muhalifliği de tefrittir. Meselenin itidali, karşılaşılan yeni durumlar, gelişmeler, imkânlar karşısında bir değerlendirme yaparak, bunları kritik ederek doğru kararı verebilmektir. Sağlıklı bir değerlendirme için ise “değişmeyen”, sabit ölçülerinizin olması gerekir. Değişimin nesnesi değil öznesi olabilmenin bundan başka yolu yoktur.
Mümin kimliğimizi muhafaza esastır
Bu sebepledir ki bir müslümandan beklenen, değişip değişmeme konusunu değerlendirirken dinin belirlediği değişmeyen değerlere, doğrulara, kriter yahut ölçülere müracaat etmesidir. Bazen karşılaşılan yeni durumların çeşitliliğine cevap teşkil edecek genişlikte bir yorum çerçevesine cevaz vermesi, bu değer, ölçü ve doğruların birer sabite olma vasfını zedelemez. Sonuçta bir meşruiyyet çerçevesi ile, yani şer’i şerifin çizdiği sınırlarla sabitlenmişlerdir.
Fakat “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” deyip değişimin yegâne “sabite” olduğuna inanılınca, bu sınırlar aşılmakta, asıl sabiteler “değişken” haline getirilmektedir. Nitekim bazı problemlere çözüm üretme imkânı vermediği gerekçesiyle İslâm’ı sorgulayan bir tavır, o problemlere yol açan değişimi de, İslâm’ın o değişime onay verip vermediğini de sorgulamaya yanaşmamaktadır ki, bu da başka bir bahistir.
Değişimin değişmemesi gereken sabiteleri, değerler ve ölçülerden ibaret değil. Mesela her değişikliğin bir maksadı vardır ve bu maksat genelde değişmesi istenmeyen bir kimliği, tutumu, davranışı, anlayışı, kazanımı, niteliği... muhafazaya yahut sürdürmeye yöneliktir. Değişmeyen hükümler, değerler ve ölçüler, değişimi denetlemek suretiyle bu maksatların tahakkukunu da sağlar. Bu sebeple İslâm âlimleri dinimizin amelî hükümlerinin yahut hukuk manasına şeriatın beş temel maksadını “makâsıdü’ş-şerî’a” veya “makâsıd-ı hamse” diye adlandırmış; bunları “dinin, canın, malın, aklın, neslin muhafazası” olarak belirlemiştir.
Şu halde müslümanın bir başka sabitesi, bunları koruma mükellefiyetidir. Dolayısıyla tamamlanmış bir dinin mensupları olarak bizim için sabitelerimiz asıldır. Yenilik ve değişikliklere müslümanlığımızı muhafaza ve tahkime destek olacaksa itibar edilir. Ra’d suresinin 11. ayetindeki, değişmeye teşvik gibi anlaşılan, “Şüphesiz ki bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez” mealindeki ibare, mümin kimliğini muhafazaya teşviktir. Müfessirler hem ayetteki “değişim” diye karşılanan “tağyir” (başkalaşma) kelimesinin anlamındaki olumsuzluğu hem de Enfal suresinin, “Allah Tealâ’nın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmeyeceği”ni beyan buyurduğu 53. ayetini dikkate alarak özetle şöyle demişlerdir:
Bir topluluk İslâm’ın kazandırdığı güzel ahlâk ve meziyetleri bırakıp günah ve kötülüklere yönelmez, istikametini bozmaz, meşru sınırları aşmaz ise Allah Tealâ da onlara ikram ettiği izzet, kudret ve huzuru ellerinden almaz.
Güzel bir kusur
Bu ayet-i kerimeleri mefhum-ı muhalifinden hareketle, “müslüman olduğunu iddia eden bir topluluk İslâm’a aykırı, kötü hallerini değiştirmedikçe Allah Tealâ onlara ihsanda bulunmaz.” şeklinde bir değişim çağrısı olarak anlamak da yanlış değil elbette. Ancak böyle bir değişim, kemâle erdirilmiş ve Efendimiz s.a.v. tarafından nasıl yaşanacağı en güzel surette örneklenmiş, Allah katındaki tek din olan İslâm’a dönmekle gerçekleşecektir. Yani ıslah, ihya veya tecdit tarzında bir değişimdir bu. Islah, aksayan yanlarını tamir ederek müslümanlığımızı düzeltmektir. Tecdit, hurafe ve bidatlardan arındırarak İslâm’ımızı asliyetine döndürüp yenilemektir. İhya, İslâm’ın hayatımızın her alanına müdahil olan canlılığını, fonksiyonelliğini yeniden kuşanmaktır.
Semerkand Dergisi yirmi bir yıldır Müslümanlığımızı ıslaha, ihyaya, tecdide davetle; sahih bir değişime vesile olmaya çalışıyor aslında. Bunun için sürekli ilahî ölçüleri tekrarlıyor, Ehl-i Sünnet çizgisini muhafazada ısrar ediyor. Değişimin nesnesi değil, öznesi olabilmemiz için bizlere kimliğimizi, sabit ayağımızı nereye basacağımızı hatırlatıyor böylece. Hakikati unutturan sun’î gündemlere, mâlâyaniden ibaret aktüaliteye tâbi olmuyor. İtikadımızı, fıtratımızı, istikametimizi bozabilecek, kulluğumuzu aksatabilecek değişikliklere itibar etmiyor. Kusursa eğer, güzel bir kusur bu.