Görüş Bildir

Üstünüz Ümitvarız

İman emniyettir, güvendir ve elbette  ümittir. İslâm ise selamdır, selamettir, teslimiyettir. Allah’a teslim olan ümidini kaybetmez. Müslüman beyniyle, kalbiyle, ruhuyla, bedeniyle Âlemlerin Rabbi’ne teslim olur. 

Bu teslimiyette hem dünya hem ahiret için büyük nailiyetler, lütuflar vardır. Bu teslimiyet öyle bir tılsımdır ki varlıkta ve darlıkta, hastalıkta ve sağlıkta, her durumda her yerde insanı huzurlu, geleceğe güvenli, başını dik, gönlünü huzurlu kılar.

Mümin ümitvardır

Dünya imtihan dünyasıdır. İnsan hayatta bazı zorluklarla karşılaşabilir. Böyle durumlarda ümitsizlik insanı yiyip bitiren bir hastalıktır. Günahtır. Dahası, insanı dinden bile çıkarabilir.

İmanın geçerli olmasının şartları vardır:

• İman çaresizlik halinde olmamalı; yani kişi baskı altında veya zorla iman etmiş olmamalıdır.

• İnanan kişi yeise kapılmamalı, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir.

• İnanan kişi kendisinin cennetlik olduğundan emin olmamalıdır.

• Kesin farz olan dinî bir hükmü veya Kur’an-ı Kerim’den bir ayeti ve doğruluğu kanıtlanmış tek bir hadis-i şerifi bile inkâr etmemeli, hafife almamalı ve alay etmemelidir.

Görüldüğü üzere ümit, imanın muhtevasına dahildir. Dolayısıyla ümitvar olmak imanın geçerli olmasının temel şartlarındandır.

Yüce Rabbimiz mealen: “Gevşeklik göstermeyin ve üzülmeyin. Eğer inanmışsanız, şüphesiz en üstün olan sizsiniz.” (Âl-i İmran 139) buyuruyor. Bu ayet-i kerime hakikatte mümin olanların bütün insanlardan üstün olduğunu beyan eder. Müminler arasında üstünlük takvada iken, insanlar arasında üstünlük imandadır.

Ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere mümin gevşemez, üzülmez ve ümitsizliğe düşmezse üstündür. Bunun için zamanın fitneleri ne olursa olsun, müslüman bozulmadan, yılmadan, usanmadan çalışmalı, ümidini hep diri tutmalı ve ümitvar olmalıdır.

İnsan öleceğini bilerek yaşayan bir varlıktır. İnsanı yaşatan ümittir. Dünyada kaybettiğimiz her bir sevdiğimiz yakınımız ayrı birer ümidimizdir. Kaybettiğimiz o kadar çok şey vardır ki; diyelim babamızı, annemizi, teyzemizi, akrabalarımızı veya dostlarımızı kaybettik. Hepsiyle sağlam tek bir bağımız kalır; o da cennette beraber olmak. Tüm sevdiklerimizle, evliya, enbiya ile cennette beraber olmayı ve Cemâlullah ile müşerref olmayı ümit ederiz.

Ümidi olmazsa yaşayamaz insan. Ümitsiz insan mutsuz insandır; kötümser ve karamsardır. Hastadır. Ümitvar olamayan kimseler hiçbir işte hamle yapamaz, atılgan olamazlar. Çünkü böyle kimselerin başarmaya ve bir şeyler elde edeceğine ümidi yoktur.

Ancak ümitvar olan hamleler yapar. Tıpkı İstanbul’un manevi fatihi Ebu Eyyûb el-Ensarî r.a. gibi atılgan olur. O mübarek sahabi yaşlı olmasına rağmen bir hadis-i şerifin müjdesine nail olabilme ümidi ile at üstünde onca yolu kat ederek İstanbul’a gelmedi mi? Yolda dinlenme tesisleri yoktu. Evi, yatağı atıydı. Belki İstanbul’un fethini dünya gözüyle göremedi. Fakat o bu yolda can verdi. İstanbul’u fethedenler de onu unutmadı. O gün bugündür, kabrini günde binlerce müslüman ziyaret ediyor. Binler, milyonlar onun yanında Allah Tealâ’ya el açıyor.

Ümitli ve iyimser olmak, sahibini olgun kılan bir vasıftır. İslâm insana iyimserliği kazandırır. Allah Tealâ “Gerçek şu ki, kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf 87) buyuruyor. İnkârda inat ettikleri için kâfirler Allah’ın rahmetinden ümidi keserler. Halbuki bir hadis-i şerifte Efendimiz s.a.v.: “Kâfir, Allah’ın rahmetini tam olarak kavrayabilseydi, O’nun cennetinden asla ümidini kesmezdi.” buyurmuştur. (Müslim, Tevbe, 23)

İsyanda, günahta ısrar edenler de günaha devam edebilmek için “Allah beni affetmez” diyerek haram kapısını açık bırakmaya devam ederler. Oysa günahların çokluğu ümitsizlik sebebi olmamalıdır. Zümer süresinin 53. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurur: “De ki: Ey nefslerine karşı aşırıya giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, merhametlidir.” Günahımız ne kadar çok olursa olsun, Rabbimizin rahmeti daha çoktur.

Yüce Kitabımız’da “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’raf 156) buyurulmuştur. Kudsî bir hadis-i şerifte ise “Rahmetim gazabıma üstün geldi.” (Buharî, Tevhid 22; Müslim, Tevbe15) buyurulur.

Meşhur hadis âlimimiz İmam Nevevî rh.a., korku ve ümit ile ilgili sahih hadis-i şerifleri incelediğini; ümit ile ilgili olanların korku ile ilgili hadislerden daha fazla olduğunu belirtir. Ali el-Kârî rh.a. de “Ümitvar olmak için sadece “Rahmetim gazabıma üstün geldi.” hadisi bile yeterlidir.” demiştir.

Büyük dava sahibi

Müminin üstün olması demek, davasının da büyük ve üstün olması demek. Fakat insanın davası süflî, düşük, ucuz olursa, o daima yenilmeye mahkûmdur. Çünkü imanın gerektirdiği ufka sahip değildir. İnsan, davasının fani dünya mı ebedi ahiret mi, menfaat mi ümmet mi olduğuna bakmalı, niyetini kontrol etmelidir. Davası Allah için, ümmet ve ahiret içinse kazançlıdır. Fakat menfaat ve dünya ise kayıptadır. Dünyayı yönettiklerini sananlar da aldanmaktadır. Çünkü inanan bilir ki, kâinatı Allah idare eder. Allah ne dilerse o olur. Nasıl dilerse o şekilde olur. Her zaman, her şey O’nun takdiriyle cereyan eder.

İnsan sahipsiz değildir. Sahibi vardır; o da Allah Tealâ’dır. Yüce Mevlâ bizi de kâinatı da yarattığı gibi yönetiyor. Kâinatı idare eden O ise, O’na teslim olanın endişesi olur mu?

Allah Tealâ ve melekler insanın yanındadır. Yeter ki biz onlarla beraber olduğumuzu unutmayalım. Yegâne sahibimiz olan Allah’a itimadımızı bozmayalım. Tıpkı Yusuf a.s. gibi... O, kardeş tuzağına düştü. Kuyuya atıldı. Rabbi onu orada bırakmadı. İmtihandan geçirdi, teslimiyetini ölçtü. 

Yusuf a.s. esir oldu. Köle olarak satıldı. Zindanda kaldı. Allah Tealâ hep onunla beraberdi. O da ümidini hiç yitirmedi. Hatta bir defasında Allah Tealâ’dan değil de, rüyasını tabir ettiği zindan arkadaşından beklenti içine girince birkaç yıl daha fazladan hapiste kaldı. Fakat sonunda çıktı ve vezir oldu. Cenab-ı Hak onun zikrinden razıydı ki bize de onu zikrettiriyor. Allah Tealâ çilelerden geçen nice peygamberleri ve evliyaları insanlara asırlardır andırmıyor mu? O, kendisini unutmayanı hem unutmuyor hem de unutturmuyor.

Yeter ki sıkıntılarımız, dertlerimiz, çilelerimiz Allah için olsun. Allah yolunda olsun. Allah için çalışalım, Allah için yorulalım. O sözüne sâdıktır. Kimseye borçlu kalmaz. Az bir gayretimize bol ihsanlarda bulunur, bizi sevindirir. Yeter ki insan kendi nefsi, menfaatleri için değil, Allah için çalışsın.

Allah için çalışanlar tüm dünyada İslâm’ın, imanın gönüllere hakim olması için gayret ederler. Bir eline dünyayı, bir eline de güneşi verseler, Peygamberimiz s.a.v. gibi yüce davasından vazgeçmezler. Engeller, zorluklar karşısında yılmazlar. İmanları, ümitleri onları daima ayakta tutar.

Bugün İslâm dünyasının birçok yeri kan ağlıyor. Buna rağmen asla ümitsiz olmamalıyız. Çünkü müslüman cesurdur. Kaybetme endişesi yoktur. Düşmandan korkmak bir yana, düşmanının kalbine korku salar. Korkak değil, yiğittir. Yiğit gibi çalışır.

İslâm âleminin iki asırdır ayağa kalkması bekleniyor, fakat engelleniyor. Günümüzde milyonlarca kardeşimiz çile çekiyor, meşakkat içinde musibetlerle boğuşuyor. Körfez Savaşı’ndan beri yıllardır Irak’tan hava durumu raporu gibi ölüm haberleri geliyordu. Sekiz yıldır tarumar edilen, binlerce şehit verilen, dul ve yetimlerin hayat mücadelesi verdiği Suriye içimizi acıtıyor. Her gün şehit kanlarıyla sulanan işgal altındaki Filistin, ümmetin kanayan yarası olarak duruyor. Kudüs-ü Şerif öksüz ve yetim misali sahibini bekliyor. Beş yıldır iç savaş yaşayan Yemen, Şiî ve Vehhabilerin güç gösterisine kurban ediliyor. İki yüz bin insan koleradan ölmek üzere son anlarını yaşıyor. Mısır halkı, cunta zulmü altında inliyor. Libya’da iç savaş devam ediyor. Cezayir’de, Tunus’ta dindar müslümanlar engelleniyor, üzerlerinde oyunlar oynanıyor. Budistler Myanmar’da, Arakan’da müslümanlara hayat hakkı tanımıyor. Ya öldürüyor ya sürüyorlar. Doğu Türkistanlılar Çin zulmü altında perişan; dinî vecibelerini yapmaları engelleniyor, oruç tutmaları yasaklanıyor. Yasaklar ihlal edildiğinde katliama neden oluyor. Hindistan ve Pakistan arasında gerilim yükseliyor. Afrika müslümanları açlıkla ve yoklukla hayat mücadelesi veriyor.

Kısaca, tüm müslümanlar can derdindeyken diğer milletler hâkimiyet, sömürge ve petrol derdindeler. İslâm dünyasında millet iradesi ve seçim olsun istemiyorlar. Krallar, diktatörler, darbeciler destekleniyor.

Batı’da da İslâm düşmanlığı yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bunun en yakın örneği Yeni Zelanda’da iki camide Cuma namazındaki elli bir masumun şehit edilmesidir. Mazlum müslümanları teröristlikle suçlayanlar dünyada bir yahudi, hıristiyan, ateist ve budist terörü estirildiğini görmek istemiyorlar.

Daha can yakıcı olanı ise İslâm dünyasında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Dubai gibi zengin ülkeler kendi kanından, kendi dininden kendi coğrafyasından olduğu halde bir Filistinli’ye bir Suriyeli’ye dahi yardımı çok görüyor, Amerikan silah sanayini besliyor. Paralarını Batı’da batırıyorlar.

Dünya İslâm’ı bekliyor

Özetle, hem dünyada hem de İslâm aleminde bir sancı var. Bu sancı İslâm âleminin ölümüne değil, doğumuna işaret eden sancı olarak görülüyor. Sancısız doğum sağlıklı değildir. Sağlıklı ve tabii olan sancılı doğumdur.

Bu sıkıntıların yanında güzel şeyler olduğunu da görmek gerekir. Mesela, bugün Avrupa’da birçok cami açılıyor. İngiltere’de yüzlerce kilise satın alınıp camiye çevriliyor. Avrupa’da, Amerika’da, Rusya’da, Çin’de ikinci din İslâm. Gayrimüslim ülkelerde bile Cuma ve bayram namazları sokaklara taşıyor. Camiler almadığı için Cumalar iki kere kılınıyor. Birkaç milyon müslümanın bulunduğu İngiltere’de bir milyondan fazla müslüman cuma kılarken, aynı İngiltere’de altmış milyondan fazla hıristiyandan pazar günü kiliseye gidenler bir milyonu bulmuyor. Batıda bencillik had safhada. Aile, ahlâk çökmüş durumda. Teknolojinin medenîlik olmadığını anladı Avrupa. Amerika, elindeki imkânları emanet edecek nesil bulamıyor. Bütün dünyada geleceğin müslümanların elinde; kurtuluşun, huzurun imanda olduğu açıkça görülüyor. İslâm geliyor, dünya İslâm’a gebe. İşte bu yüzden bâtıl cephesi panikte, plan üstüne plan yapıyor.

Olan bitene ve maruz bulunduğumuz meselelere bizim açımızdan bakınca; dünya imtihan dünyasıdır. İmtihanlara sabretmeden, çilelere göğüs germeden üstün olunmaz, cennet kazanılmaz. Müberrâ kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen buyuruluyor ki: “(Ey müminler!)Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?!” (Bakara 214)

Efendimiz s.a.v. de Mekke’de işkence gören ilk müslümanlara hitaben şöyle buyurur: “Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler bulunuyordu ki, (zalimler tarafından) yakalanıyor, yerde bir çukur kazılıp içine gömülüyordu. Sonra büyük bir testere getirilip başı üzerinden bedeni ikiye bölünüyordu. Fakat bütün bunlar onu dininden döndüremiyordu. Yemin ederek söylüyorum ki, Allah bu işi (İslâm’ı) mutlaka tamamlayacak. Öyle ki, bir süvari Sana’dan Hadramut’a kadar tek başına yolculuk edecek de, Allah’tan ve bir de koyun sahibi ise koyunlarına kurdun saldırmasından  başka hiçbir şeyden korkmayacak. Fakat siz acele ediyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensar, 29)

Görüldüğü gibi önceki ümmetler gibi İslâm ümmeti de bazı zamanlarda çeşitli sıkıntılardan geçmiş, bugün de geçiyor. Ashab-ı Kiram imanları, sabır ve fedakârlıkları sayesinde Allah Tealâ’nın yardımı ile hem dünyada zafere ulaşmışlar hem de İslâm’ı yaşamış ve yaşatmışlardır. Kısa sürede İslâm’ı on milyon kilometrekareye hâkim kılmışlardı. Bazıları daha hayatta iken cennetle müjdelenmişlerdi.

Şu anda yolumuz engebeli, imkânlarımız kısıtlı olabilir. Dost az, düşman çok olabilir. İmanımız varsa imkânımız var, üstünüz demektir. Ümitvarız demektir. Çünkü bu yolun sonu cennettir. Güzelliktir. Asıl olan yolda önümüze çıkan engeller değil, sonundaki güzelliklerdir. Yeter ki hedefi şaşırmayalım.

Mümin dünya sıkıntılarına takılıp kalmaz. İlahî takdirin onu yeri geldiğinde dünyada da güldüreceğini bilir. Fakat dünya sevincinden ziyade, hiç hüzünlenmeyeceği, peşinden üzüntünün gelmeyeceği süresiz, sonsuz bir sevincin ümidiyle sevinir.

İşte mümin dünya hayatını bu sonsuz sevincin ümidiyle yaşar. Bu yüzden hayat enerjisini, coşkusunu kaybetmez. Bilir ki madem inanıyor, yolun sonu aydınlık. Bu yüzden bizim yaşlılarımız Batı’da olduğu gibi karamsar ve bunalımlı değil, tam aksine neşeli ve rahat insanlardır.

İnsanı sevindirecekse ebedi nimetler sevindirir, cennet sevindirir. Rahatlatacaksa cennet rahatlatır. İnsan dünyada bir evim, bir arabam, işim, eşim, evlatlarım, torunlarım olsun diye ömrünü adar. İçinde on, on beş yıl kalıp kalmayacağı meçhul bir dünya evine sahip olmak için senelerce uğraşıp didinir. Fakat sonsuzluk evi için ne yapar?

Yılmadan, usanmadan

Mümin, sonsuz cenneti kazanmak için dünyada bazen malını, bazen canını Allah yolunda feda eder. O’na emanet eder. O’nun uğrunda mücadele ederken düşmanına yenilse ve şehit olsa da galiptir.

Altmış dokuz hafız sahabinin tuzağa düşürülüp şehit edildiği “Maûne Kuyusu Faciası”nda yaşanan şu tablo ne kadar ibretliktir: Düşman, pusuya düşürülenlerden biri olan hafız sahabi Âmir b. Fuheyr r.a.’a mızrağını saplar. Mızrak göğsünden girip sırtından çıkmıştır. Fakat Âmir b. Fuheyr r.a. şöyle haykırır: “Vallahi ben kazandım!” Katil şaşırır. “Ben yendim ama o kazandı öyle mi?” diye sorar. Mızrağı saplayan Cebbar b. Sülmâ’dır. O an bunu anlayamamıştır. “Ben öldürdüm fakat o nasıl kazandı?” sorusunun cevabını aramaktadır. Rivayete göre şehidin naaşının semaya yükselişine şahit olur. Gönül gözü açılır, nihayet sorusunun cevabını alır. Hz. Âmir r.a.’a şehadet nasip olurken ona da kelime-i şehadet nasip olur.

İnanan her durumda galiptir. Hem galip geldiğinde hem de yenik düştüğünde kazanır ve kazandırır. Çünkü mümin sonsuz cennetin adamıdır.

Tabii ki müslüman yatarak cenneti ümit edemez. Hani Peygamberimiz s.a.v. peygamberlik verildiğinde endişeyle eve gelip üstünü örtmüştü. Sonra “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve (insanları) uyar. Ve Rabbini yücelt!” (Müddessir 1-3) buyurulmuştu. Rabbimiz bu ayetleriyle her müminin ümidinin yanında gayretinin de olmasını murad etmektedir.

Müminin ümidi ile hayatı uyumludur. Ümidi doğrultusunda çalışmayan, ona göre hareket etmeyen kimse tutarsızdır, başarısızlığa mahkûmdur. Müminin kalbi ile beyni, ruhu ile bedeni uyumlu olduğu gibi, ümidi ile gayreti de uyumludur.

Ümit insana heyecan verdiği gibi insanın genç kalmasını da sağlar. Bu hususta şu hadise ne kadar ibretliktir:

Yunanistan’da seksen yaşında bir müslüman nine, beldesindeki belediye binasına çağrılır. Fakat hiç Yunanca bilmemektedir. Başkan tercüman aracılığı ile sorar.

– Bunca yıldır hiç Yunanca öğrenmedin mi nine?

Nine cevaben der ki:

– Bu topraklarda bu kadar hüküm süreceğinizi, Anadolu’daki kardeşlerimizin de bu kadar gecikeceğini hiç düşünemedim!

Yaşlı ninenin yıllarca din kardeşlerinin geleceği ümidi ile yaşadığını görmek bize bir ümit vermiyor mu? Bu, Osmanlı yetimi Balkanlar’dan sadece bir örnektir. Ninenin ümidi hâlâ taze, kendisi yaşlı ama ümidi gençtir. Ruhen Yunan’a hiç teslim olmamıştır.

Gayretsiz himmet

Müslüman, müslüman olmayanlara ulaşmak ve onlara İslâm’ı ulaştırmakla sorumludur. Nimetler ve imkânlar arttıkça mesuliyetler de artar. İman arttıkça da mesuliyet duygusu artar. Sahabi efendilerimizin pek çoğunun dünyanın dört bir tarafına dağılmış, memleketlerinden fersah fersah uzakta vefat etmiş olmalarının sebebini işte bu iman ve sorumluluk ilişkisinde aramak gerekir.

Dünyada gülmek de ağlamak da geçicidir, asıl değildir. Müslümanın ölçüsü hiçbir bahaneye sığınmadan, şartların ağırlığına bakmadan, ümitsizliğe kapılmadan çalışmaktır. İmanı uğruna çilelere katlanır. Dünyada hedefine ulaşamasa da ahirette mutlaka ulaşacaktır.

Hatırlarsak Efendimiz s.a.v. ve ashabı ilk olarak fakirlikle, zayıflıkla, işkencelerle, Ebu Cehillerle, Ebu Leheblerle imtihan edildiler. Sabrettiler, ümitlerini hiç yitirmediler. Sonra cihatla imtihan edildiler. Bazen galibiyetle bazen savaşın acı yüzüyle karşılaştılar. Ama en zor anlarda bile vazifelerine ümitle sarıldılar. Hendek kazarken fetihlerle müjdelendiler. Münafıklar bu müjdelere gülüyor, alay ediyorlardı. “Kuşatma altında ekmek dahi bulamayan bu insanlar mı fetih yapacak” diyorlardı. Ama orada alaya alınan ashabın çoğu bu fetihlerin bir kısmını hayatta iken gördü. Arap Yarımadası tamamen fethedildi. Kudüs alındı. Bizans çok toprak kaybetti. İran Sasani İmparatorluğu tarihe gömüldü. Ve bütün bu fetihler daha Hz. Ömer r.a. döneminde gerçekleşti.

Müminler bilir ki en büyük çileler başta peygamberlerin, sonra peygamber vârisi Allah dostlarının başından geçer. Hz. Adem a.s. yıllarca gözyaşı dökmüş, tevbe etmiştir. Hz. Yusuf a.s. kuyuda ve zindanda nice zorluklara göğüs germiştir. Hz. Eyüp a.s. varlıktan sonra darlık ve hastalık çileleri çekmiş, senelerce sabretmiştir. Hz. İbrahim a.s. Nemrut’la, canıyla, babasıyla, hanımıyla, evladıyla imtihan edilmiştir. Peygamber Efendimiz s.a.v. ve ashabı ise tahammül sınırlarını zorlayan imtihanlardan geçmişlerdir. Efendimiz s.a.v. babasını görmemiş, annesini küçük yaşta kaybetmiştir. Hayatta iken altı evladını bizzat kendi eliyle toprağa vermiştir. Hz. Fatıma r.anhâ hariç, bütün evlatları kendisinden önce vefat etmiştir. Evlat acısı çekmiş, sabretmiş ve sabrı tavsiye etmiştir. Bilal-i Habeşî r.a. çölün kızgın kumları üzerinde süründürülmüş, fakat yine de efendisi Ümeyye b. Halef’e boyun eğmemiş; “Lat, Menat, Uzza” dememiştir. “Allah ehad!” diye haykırmış, ruhsatla amel etmemiştir. Bugün “şuna cevaz var mı, faiz alsam ne olur, işim ağır orucu bozsam olur mu” diyenler onun haykırışını duyar mı? İslâm’ın ilk şehidesi Sümeyye Hatun bir ayağı bir deveye, diğer ayağı başka bir deveye bağlanıp işkence ile şehit edildi. Sonuçta kim kazandı? Ebu Cehiller, Ebu Lehebler, putlara, insanlara secde edenler, kandisine secde edilmesini bekleyenler galip gelebildi mi?

Siyah bir köle olarak olarak pazarlarda alınıp satılan Bilal-i Habeşî r.a. Allah’ın Rasulü’nün müezzini oldu. Nice fetihler, zaferler gördü. Rabbimiz’in “en büyük başarı” olarak nitelendirdiği cennet de onu bekliyor. Kendilerini insanların efendisi, üstünü gören kibirli  ve küstah Ebu Cehiller ile Ebu Cehil tiynetliler ise yenildiler. Asıl yenilgi ve hüsran ise biraz ötede; cehennemin en iştahlı alevleri onları bekliyor!

Dünya rahat etme yeri değildir.Peygamber Efendimiz s.a.v. ve ashabının yaşadığı çağa “Asr-ı Saadet: Mutlu Asır” diyoruz. Ama onların saadeti konforlu hayat, haz ve eğlence değildi. Ne tuhaf, şimdi saadeti, mutluluğu böyle anlıyoruz. Saadet cennete yakın olabilmektir. Bu da iman ne kadar kavi ise o kadar mümkündür. Şu halde o asrın saadeti cennete yakınlığı, o kutlu neslin Âlemlerin Rabbi tarafından övülmesi, cennetle müjdelenmesi idi.

Efendimiz s.a.v. Mekke’de müşriklere, Medine’de de münafıklara sabretti. Müşriklerle, yahudilerle ve hıristiyanlarla hiç bitmeyen mücadele vardı. Gazalar, seferler, seriyyeler, daima birbirine eklendi. Rahatı, uykuyu dinlenmeyi ahirete bıraktı. Hayatı  boyunca hiç gevşemedi, ara vermedi.

Asıl üstünlük

Engeller ve zorluklar kulun kalitesini ve Allah katındaki değerini artırmak içindir. Demir nasıl ateşte dağlana dağlana suya sokularak çelikleştiriliyorsa, insan da sıkıntılarla kuvvet ve kalite bulur. Ama şu farkla ki kızgın demir suya daldırıldığında adeta feryat eder, dumanlar içinde kalır. İnsan ise kalbini Rabbine bağlamalı, O’na güvenmeli, sükûnetini muhafaza etmelidir.

“Rabbim Allah’tır” diyen müminin başka derdi olmaz. Derdi ahirettir, dünya endişesi olmaz. Fakirlik ona zarar vermez. Hastalık onu ezemez, ölüm sindiremez. Savaş meydanı onu tedirgin etmez. Zorluklar onu yıpratamaz. Cenneti gözledikçe, Allah’a inandıkça, ümidini korudukça huzurludur. Asr-ı saadette yaşayanlar gibi... Umutludur, mutludur.

Müslümanlar olarak son iki asırdır adeta sonbahar ve kışı yaşıyoruz. Şimdi bir yanda rüzgârlar sert eserken diğer yanda baharın uyanışını hissediyoruz.İnşallah önümüz saadetli bir yazdır. Bugünkü müslümanların sıkıntıları baharda kıştan kalma günler gibi. Müslümanlar ilkbaharı yaşarken küfür tarafı sonbahara girmiş bulunuyor. Yani önleri kış. Sonbaharın yazdan kalma güneşli günleri aldatmamalı.

Gelecek, iman edip sâlih ameller işleyen müminlerindir. Hem dünyada hem ahirette müminler kazanacak, kâfirler kaybedecektir. Müminler sevinecek, kâfirler üzülecektir. Yeter ki kimliğimize sahip çıkalım, Rabbimize güvenip dayanalım. Yeter ki O’nunla ahdimizi bozmayalım.

Âlemlerin Rabbi ile yaptığımız sözleşme hem en önemli sorumluluğumuz hem de en büyük gücümüz. Biz kelime-i şehadetle hem iman ediyoruz hem ahit yapıyoruz. Allah Tealâ’nın, Rasulü s.a.v. ile bildirdiklerine uyacağımıza, Allah için çalışacağımıza söz veriyoruz. Sözden caymanın bedeli elbette kime söz verdiğine göre değişir. Biz Âlemlerin Rabbi olan Allah’a söz verdik.

Gazneli Mahmud, Hindistan seferlerinin birinde düşman ordusunun kendi ordusundan hayli çok olduğunu görünce, zafer nasip olursa ganimetleri fakirlere dağıtma sözü verir, yani adak yapar. Müthiç bir savaşın ardından küçük Gazne ordusu büyük Hint ordusunu yener. Ele geçen hesapsız ganimeti gören bazı önemli kişiler Gazneli Mahmud’u adağından vazgeçirmeye çalışırlar. Gazneli Mahmud da tereddütte kalıp âlimlerine adaktan dönebilme imkânını danışınca şu müthiş cevabı alır:

– Bir daha Allah’a işin düşmeyecekse O’na verdiğin sözü, adağını bozabilirsin!

Allah Tealâ’nın yardımına bir defalığına, bir süreliğine değil, her an her yerde muhtacız. Sadece dünyada değil, ahirette de muhtacız. Onun için Elest sözümüze sâdık kalmalı, ahdimizi hiçbir zaman bozmamalıyız. Ahdimize sâdık kalırsak Allah’ın yardımı her zaman gelir.

Malesef iki asırdır İslâm dünyasında yaşanan sıkıntılar sebebiyle pek çoğumuz “öğrenilmiş çaresizlikler” yüzünden bugün ümitsizlik krizi yaşıyor. Bu ümitsizlik İslâm âleminin aslı üzere yeniden inşa ve ihyasında en büyük engel. Halbuki dünya şuurlu müslümanlardan, özellikle de Anadolu insanından çok şey bekliyor. Şu hadise bunun güzel örneklerindendir:

Hindistanlı bir âlim Türkiye’den gelen misafirlerini koltuğa oturtuyor, kendisi de yere oturuyor. Âlimin oğlu babasına diyor ki: “Bunlar senin bildiğin Anadolu insanı değil!” Âlim zât çocuklarına diyor ki: “Evlatlarım, siz bu asil milletin şu anki haline bakıyorsunuz. Ben ise geçmişte yaptıklarına,  bin yıllık hizmetlerine ve gelecekte yapacakları hizmetlere bakıyorum!”

İnsanın kendisine söylediği en büyük yalan mazerettir. Müslüman, her türlü engele rağmen mazeret ileri sürmemelidir. Bir şey yapmaya niyetlendiğinde “yarın değil bugün” demelidir. Hangi şartlarda olursa olsun ümitsizliğin imansızlık olduğunu bilmelidir. “Öğrenilmiş çaresizlik” hastalığından kurtulmalıdır.

Öğrenilmiş çaresizlik

Bu “öğrenilmiş çaresizlik” psikolojide kullanılan bir tabir. Bir deneyde filleri yavru iken bir direğe zincirle bağlıyorlar. Zinciri koparamayacağını anlayan fil bir daha teşebbüs etmiyor. Büyüdüğünde onlarca tonluk cüssesiyle bir hamlede zinciri kırma imkânı varken buna teşebbüs bile etmiyor. Çünkü çaresizliği öğrenmiş. Artık engel bedeninde değil, beyninde.

Buradan hareketle yaklaşık yüz yıldır neden saçma sapan bir eğitim sistemine maruz bırakıldığımızı, kendimize ait her unsur aşağılanırken Batı’nın yüceltildiğini, gözümüzde prestijli hale getirildiğini siz çözümleyin. Günümüzde yaşadığımız pek çok hadiseye bir de bu “öğrenilmiş çaresizlik” (öğrenilmiş yenilgi de diyebiliriz) kavramı üzerinden bakın.

Yenilmişlik duygusu ve ümitsizlik onurlu ve şuurlu bütün müslümanların reddettiği bir hal olmalıdır. Kâfirler istemese de Allah Tealâ nurunu tamamlayacak. Kur’an-ı Hakim’de buyurulur ki: “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff 8)

Düşünün ki Birinci Dünya Savaşı’nda İslâm âleminin başını kestiler, gövdesini parçaladılar. Elini ayağını birbirine doladılar. Hâlâ birbirine düşürmeye çalışıyorlar. Ama artık İslâm âlemi uyanmaya başladı. Tedirginlik ve panik bundan.

Bir zamanlar Moğol ve Haçlı istilalarından sonra Selçuklu ve Osmanlı doğmuştu. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonra müslümanlar ezilmiş ve dağılmış olarak geçim sıkıntısından, Batı kuklası zalim idarecilerden kurtulmak için dünyaya yayıldılar. Onların planı para kazanmaktı belki ama Allah’ın muradı dünyaya İslâm’ı yaymaktı, biz bilemiyoruz.

Zorlukla beraber kolaylık

Ümitvar olmak deyince “İnşirah Suresi”ni unutmamak gerekir. İnşirah açılmak ve ferahlamak anlamına gelir. Bu sure Mekke’de indirilmiştir. Sure-i celîlede Rabbimizin Peygamberimiz s.a.v.’e lütufları özetlenir, her zorlukla beraber mutlaka bir kolaylığın olduğu bildirilir. Böylece müşriklerin amansız baskı ve işkencelerine karşı en sıkıntılı zamanlarında Efendimiz s.a.v. ve ashabına ümit verilmekte, teselli edilmektedir.

Umutsuzlara umut, hastalara şifa, çaresizlere ümit olan bu sure inince Efendimiz s.a.v. 5 ve 6. ayetlerde zorluğun yanında kolaylığın da bulunacağının iki defa zikredilmesiyle kendisine inananlara şöyle seslenir: “Müjdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez!” (Muvatta, Cihad, 6)

Kolaylığın şartı zorluktur. İnsanı olgunlaştıran çilelerdir. Elmas nasıl yontulmadan mükemmelleşmezse insan da acı çekmeden olgunlaşamaz. Denizle karanın birleştiği sahilde taşlar pürüzsüzdür. Dalgalar tarafından dövüle dövüle pürüzler gider, cilalı gibi olur, parıldar. Sıkıntı ve çileler azaptan kurtulma vesilesidir. Hatta bazen kurtuluş çilededir. Kısacık dünya zorluğuna sonsuz cennet mükâfatı vardır.

İyimserliği kazanmanın yollarından biri Hak’tan gelen nimetlerin şuurunda olmaktır. Elhamdülillah müslümanız. Sıkıntılarımız var ama nice hoş günler de geçirdik. Önümüzde daha nice güzel günler var. Belki dünyada, mümin olarak vefat edince muhakkak ahirette... Orada vaadedilen nimetleri dünyada ne bir göz gördü ne de bir akıl anladı.

Ümit duygusunu geliştiren bir başka unsur da iyimser insanlarla dost olmaktır. Peygamberler, Allah dostları velîler, ârifler, ilmiyle âmil âlimler iyimserdir. İyimserle oturursak iyimser, kötümserle oturursak kötümser oluruz. Çünkü haller insandan insan geçer.

Mümin kişi her zaman her yerde, herkese ve her şeye karşı ümitle bakar, özellikle de Allah Tealâ’ya karşı ümidi ve hüsnü zannı tamdır. Kudsî bir hadis-i şerifte Rasulullah s.a.v.’in aziz lisanından Aziz ve Celîl olan Allah buyurur ki: “Ben kulumun zannı üzereyim. Beni andığı yerde onunlayım. Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım. Bir arşın yaklaşana ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene koşarak giderim.” (Buhârî, Tevhid 15/35; Müslim, Zikr 2, 26/75)

“Kulumun zannı üzereyim” demek, Allah Tealâ’nın kuluna kendisinden beklediği şekilde muamele edeceğine işarettir. Fakat buradaki zan zayıf bir ihtimali değil, imanın kemâlini gösterir. Çünkü Yüce Mevlâ’ya olan hüsnü zannımız, imanımızın kalbimize yerleştiğinin ve gereğince hareket ettiğimizin göstergesidir. Nihayetinde kul, Hakk’ı nasıl bilirse ve O’ndan kendisine ne şekilde muamele etmesini ümit ederse Allah Tealâ da ona öyle muamele eder. Elbette bu gücü nispetinde O’na karşı görevlerini yaptıktan sonradır. Yoksa aldanmak olur.

Efendimiz s.a.v. vefatından üç gün önce “Herbiriniz Allah’a ancak hüsnü zan ederek ölsün.” buyurmuştur. (Müslim, Cennet 81; Ebu Davud, Cenâiz 13)

İnsan ümitle doğar, ümitle yaşar, ümitle ölür. Doğarken yakınlarının ümididir. Yaşarken ve ölürken ise kendi ümidi ile baş başadır.



Semerkand Dergi Logo