Görüş Bildir

Saftaki Yerimiz

Biz, tasavvuf terbiyesinin inşa eylediği bir milletiz. Cenab-ı Mevlâ İslâm’ı Horasan erenlerinin dervişleri eliyle ikram etti bize. Sonrasında Rabbanî âlimlerin rehberliğinde Din-i Mübin-i İslâm’ı Ashab-ı Kiram efendilerimizin samimiyetiyle yaşamaya ve yaşatmaya çalıştık. Peygamber mirasçısı âlimler sayesinde Rasul-i Ekrem s.a.v. ile irtibatımızı Sahabe efendilerimiz gibi hep diri tuttuk. İmanımız kavi idi. Mümin ferasetiyle hak ile bâtılı kolayca ayırt edebiliyorduk. Hâbil ve Kâbil ile başlayan hak ve bâtıl mücadelesinin hep hak safında yer aldık. Asırlar boyu mazlumlara sığınak, kâfirlere ve zalimlere hasım olduk. 

Devran döndü; küfür ve zulüm ehli tabiatı yağmalayarak, köleleştirdiği insanların emeğini sömürerek maddi planda galebe çaldı. Allah inancını devreden çıkaran, dolayısıyla hiçbir ölçüsü olmayan, dünyalık kazanç için her yolu mübah gören bir düzen kurdular. Bu zulüm düzeninin sürmesi için hak safındaki müslümanların durdurulması, İslâmî duruşun engellenmesi gerekiyordu. Ehl-i Sünnet dışı sapkın yönelişlerin önünü açarak ümmeti parçaladılar. Batı’nın konforu, refahı, teknolojisi karşısında gözleri kamaşan bazılarımıza “İslâm’ın gelişmeye/ilerlemeye mani olduğu” görüşünü kabul ettirdiler. Medreseleri ve tekkeleri kapattık, dinî tedrisatı yasakladık.

Fakat özellikle bu topraklarda istediklerine tam manasıyla ulaşamadılar. Müslümanlar yasaklara, baskılara, hapislere, sürgünlere, hatta idamlara rağmen pes etmedi. Kâmil mürşidlerin, âlimlerin, hoca efendilerin etrafında halkalanıp bir şekilde imanlarını muhafazanın yolunu buldular.

Küfrün husumeti bitmez

“Allahuekber” demenin bile kanunen suç sayıldığı uzunca bir dönemin ardından müslümanların sergiledikleri tavır, o dönemi yaşatanların hesaplarına uymuyordu. Kendisinin bin türlü derdine rağmen hâlâ ümmetin derdiyle dertlenen müslümanlar vardı bu ülkede. Aç kalmak pahasına, adını bile bilmedikleri uzak coğrafyalardaki muhtaçlarla ekmeklerini paylaşabiliyorlardı. İslâmî hassasiyetlerle eğitim kurumları açan, yayınlar yapan, ihtiyaç sahiplerine yardımlar ulaştıran cemaat ya da camiaları destekliyorlardı. Sayıları az da olsa şükreden, sabreden, kanaatkâr insanlara rastlanıyordu. Vahşi kapitalizmin yegâne panzehiri olan tasavvuf hâlâ revaçtaydı.

Hasıl-ı kelam, yasaklar pek işe yaramamıştı. Metot değiştirdiler. Suret-i haktan görünüp edindiği bilginin kibriyle mağrur bazı kendini bilmezlere tasavvufun İslâm’a aykırı olduğunu söylettiler. Yetmedi, hadis-i şerifler, mezhepler, müçtehid imamlar üzerinde şüpheler uyandırmaya çalıştılar. İslâm’ın on dört asrı aşan birikim ve uygulamasını toptan reddedenler türedi. Bir ara, herkesin kendi kafasına göre tarif ettiği, peygambersiz, yaptırımsız bir “Meal İslâmı” pazarladılar. Maksatları müslümanların itikadını ifsat eylemekti. Bütün bu sapkın görüşler moda gibi belli bir süre rağbet görse de, Ehl-i Sünnet dairesindeki cemaatlerin itirazlarına çarpıp gündemden düşüyordu.

Küfür cephesi, İslâmî cemaat ve tarikatlar var oldukça emellerine ulaşamayacaklarını anlamıştı. Müslümanlar bu yapılar vasıtasıyla küllerinden yeniden doğuyordu âdeta. Öyleyse cemaat ve tarikatları itibarsızlaştırmalı, bunlara gösterilen teveccüh ve destek engellenmeliydi. 15 Temmuz 2016’da yıllar önce dinî cemaat kisvesine büründürdükleri bir ihanet şebekesini milletin üstüne saldılar. İşgalle sonuçlanacak bir iç savaşı çıkarsalar da çıkaramasalar da tetikçi olarak kullandıkları yapı üzerinden bütün cemaatlerin suçlanacağını, dışlanacağını, itibar kaybedeceğini biliyorlardı. 15 Temmuz alçaklığı sırf bu maksat için kurgulanmıştı belki de.

Farklı bir fitneyle sınanıyoruz

İçeriden vurulmuştuk. Geçmişte FETÖ yapılanmasından işkillenenler bile onlardan bu kadarını beklemiyordu. Sıradan insanların değerleri sarsıldı, ölçüleri şaştı. Malum çevreler üç yıldan beri bu travmanın üzerinde tepiniyor. Üç yıldan beri bütün İslâmî cemaat ve tarikatlar, iftiralarla, hakaretlerle, son derece seviyesiz, kışkırtıcı ve saldırgan bir üslupla suçlanıyor, itibarsızlaştırılıyor. Yakıcı bir fitne ile karşı karşıyayız.

Bu tespitlerimizi şikâyet olsun diye aktarmıyoruz. Çünkü imtihan dünyasındayız ve Allah Tealâ’nın bizi “hayır ile de şer ile de sınadığı”nı (Enbiya 35) biliyoruz. “İmtihandan geçirilmeden, (mihnetlerle sınanmadan, sadece) ‘iman ettik’ demekle kurtulamayacağımızdan” (Ankebût 2) haberdarız. Pek çok ayet-i kerimede olduğu gibi bu ayetlerde de meallerin “imtihan” diye karşıladığı kelimenin aslı “fitne”dir. “Kargaşa, bozgunculuk, tefrikaya yol açan veya gönülleri bulandıran ihtilaf” manasına kullandığımız “fitne”, bir kuyumculuk terimidir. “Altın ve gümüşü değersiz madenlerden arındırıp saf olarak elde etmek için bir potada ateşe tutup eritmek” demektir.

Bu yüzden mesele fitneden şikâyet etmek değil; fitne ateşine tâbi tutulduğumuzda potanın rıza-yı ilahîye uygun tarafında kalabilmektir. Yani hakkın, hakikatin, doğrunun, iyinin ve güzelin safında yer alabilmektir. Dolayısıyla ateşine sürekli odun taşınan FETÖ fitnesi karşısında bizim nasıl bir tavır takınacağımız önemlidir ve derdimiz budur. Zira görünen o ki cemaat ve tarikatların bazı mensup ve muhiplerinde dahi bir dağınıklık, çözülme, tereddüt ve tedirginlik hali yaşanmaktadır. Ateşin şiddetinden olmalı, böyle durumlarda nasıl davranmamız gerektiğine dair ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerdeki tavsiye, telkin ve emirler unutulmuş gibidir.

Daha çok ibadet, daha çok sabır

Netice itibariyle şer odaklarının düşmanca bir saldırısına muhatabız. Gerçi cemaat ve tarikat mensuplarının tamamı yanlışlardan, hata ve eksikliklerden büsbütün azade değil. Ne var ki insanın olduğu her yerde rastlanabilecek birtakım kusurların ısrarla ve abartılarak nazara verilmesi de masumane bir tutum değil. Küfür ehlinin müslümanlar olarak bizim iyiliğimizi, sulh ve salâhımızı istediğini de söyleyemeyiz. Öyleyse bize düşen, “Ey iman edenler! (Size saldırmak niyeti taşıyan bir düşman) topluluğuyla karşılaştığınız vakit sebat ediniz ve zikrullahı çoğaltınız ki felâha eresiniz.” (Enfâl 45) mealindeki ayet-i kerime mucibince amel etmektir.

Ayet-i kerimeki “sebat”, saldırılar karşısında istikameti ve ölçüleri muhafaza ile direnmek; “zikrullahı çoğaltmak” ise hayır, hasenat, taat ve ibadetleri artırmak diye tefsir edilmiştir. Efendimiz s.a.v. de, “Herc (fitne, karışıklık) zamanında ibadet, bana hicret gibidir.” (Müslim, Fiten 130) buyurmaktadır. Bundandır ki Sultan Muhammed Raşid k.s. hazretleri, 12 Eylül rejiminde mecburî ikâmete tabi tutularak eza ve cefalara maruz bırakıldığı zor zamanlarda bağlılarına şöyle demişti: “Allah bizi deniyor. Zaman, daha fazla ibadete sarılmanın, daha fazla sabretmenin, daha fazla şükretmenin zamanıdır.”

Bu tavrın bize telkin ve teklif ettiği duruş şudur: Diyelim ki dergâhlara haftada bir geliyorsak üç gelmek, tasadduk ederken bir veriyorsak beş vermek, saflarımızı sıklaştırmak, biat ve ahdimize her zamankinden daha sâdık kalmaktır. Allah ve Rasulü’ne ittibada daha fazla hassasiyet göstermek, ihtilaf ve ithamları sürekli gündemde tutarak birbirimizle didişmemektir. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimeden hemen sonra, “Allah’a ve Rasulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin.” (Enfâl 46) buyurulmakta; devamında ise böyle yapılmadığı takdirde “yılgınlığa kapılıp zayıf düşeceğimiz; heyecan ve enerjimizi kaybedeceğimiz” haber verilmektedir.

Kenara çekilince aksaklıklar düzelmiyor

Cemaat ve tarikatları devlet ve millet için tehdit gibi göstermeye dönük bir kampanya, kabul edelim ki kendilerini dindar olarak tanımlayan insanları da etkiledi. Ayet-i kerimede haber verilen yılgınlık, tereddüt ve tedirginlik alâmeti tutum ve davranışlara şahit oluyoruz. Hizmet aşkı, dayanışma ve yardımlaşma gayreti, birlik beraberlik ruhu, kardeşlik şuuru, güven duygusu zedelenmiş; muhabbet azalmış gibi. Müslümanlar, yakınlarında bulunan kardeşlerinin meziyetlerini değil, kusurlarını görür oldu. Birbirlerine hüsn-i zanla bakmayı unutanlar var. Daha önce olmayan şüpheler, vehimler, acabalar peyda edildi. Gönüllü olmayı, bir hayır veya hizmeti “istersem yaparım, istersem yapmam” dedirten bir lâkaytlık ya da sorumsuzluk imtiyazı olarak anlayanlara rastlanıyor. Hayır ve hizmet amaçlı İslâmî birlikteliklere öteden beri dışarıdan yöneltilen asılsız ve maksatlı suçlamalara artık içeriden de katılanlar çıkıyor.

Bütün bunlar bir yorgunluğun, dünyalık endişelerin, nefse ağır gelen sorumluluklardan yahut fedakârlıklardan kaçış niyetinin bahanesi olabilir. Bunu söylerken bir tanıklıktan hareketle kimseyi itham etmiyoruz. Böyle bir ihtimali hatırlatarak meseleyi hale yola koymak adına herkesin kendi kalbiyle yüzleşmesini istiyoruz sadece.

Esas itibariyle biz, gevşeme alâmeti halleri iyi niyetli ama iddialardan fazlaca etkilenmiş, duygusal bir tepkinin; dayanakları su götürür bir sorgulamanın samimi kırgınlığına bağlıyoruz. Muhtemelen daha organize, daha kusursuz, daha doğru, daha güzel hizmet beklentisinin karşılanamamasından kaynaklanan bir kırgınlık bu. Ama kırılarak, kötümserliğe kapılarak bir kenara çekilip pasifleşmenin, hayır ve hizmet faaliyetlerinin daha doğru, daha güzel bir tarzda yürütülmesine katkı vermeyeceği de ortada.

Caminin içi dışı

İnsanız; yanılabilir, yanlış yapabiliriz. Cemaat yahut camialar da pekâlâ hataya düşebilirler. Bazen yanlışlara tepki göstermek, hata ve kusurları eleştirmek, gidişatı sorgulamak kaçınılmaz olabilir. Fakat bizim irfanımızda tepkinin, eleştirinin, sorgulamanın, mutlaka gözetilmesi gereken usulü, üslûbu, âdâbı, ölçüsü, şartları vardır. Hüküm ve değerlendirmelerimiz, fâsıkların haberlerine veya yaygınlaşmış modern kabullere değil; dinimizin usûl, esas ve ölçülerine dayanmalıdır. Cemaat tarikat tartışmalarında bu ölçüleri kaybetmiş gibiyiz.

İslâmî yapılanmalar meselesinde böyle bir ölçüsüzlüğün ve dolayısıyla yanılgının izini sürmek için, son zamanlarda bir kısım müslümanların da adeta vird edindiği bir cümle üzerinden gidelim. Şöyle söylüyorlar: “Cami cemaatinden başka cemaat tanımıyorum!” Yani demek istiyorlar ki, “Cemaat sadece camide olur. Cami dışındaki birliktelikler lüzumsuzdur, itibar etmemek gerekir. Hatta bunlar müslümanları bölen birer tefrika unsurudur.”

Parçalanmışlığımıza denk düştüğü için doğru gibi görünen bu yaklaşım bir cehaletin ifşasıdır. Elbette gelenekli, köklü yapıların adı “cemaat” değildir. Zamanında bu yapılar kapatıldığı için ihtiyaçlara binaen “cemaatleşme” olgusu yaşanmıştır. Fakat “müslümanlar sadece camide bir araya gelir/gelmelidir” manasında “cami cemaatinden başka cemaat tanımıyorum” diyen birisi, aslında İslâm’ın birliktelik telkinini de cami cemaatini de tanımadığını ikrar etmektedir.

İslâmî bir terim olarak cemaat kavramı, önce Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile bir araya gelen bütün müslümanları, yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’i ifade eder. Sonra da yine Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dairesinde kalmak şartıyla hayır ve hizmet faaliyetlerinin zaruri kıldığı daha küçük ümmet birlikteliklerini ifade eder. İslâm büyük cemaate dahil olmayı emrederken, o çerçevedeki daha küçük ve mevzi topluluklara dâhil olmayı da teşvik eder.

İyilik ve hayırlarda yarışmak için

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sarılın; parçalanıp bölünmeyin.” (Âl-i İmran 103) mealindeki ayeti tefsir ederken, ayette geçen ve Türkçeye “hep birlikte, topluca” diye aktarılan “cemî’an” ibaresi için “cemaat olmaya emirdir” der. Hz. Peygamber s.a.v.’in, “Kim İslâm cemaatinden bir karış ayrılırsa cahiliyye ölümüyle ölür.” (Tirmizi, Fiten 7) hadis-i şerifindeki cemaat de ayet-i kerimede emredilen büyük cemaat, yani Ehl-i Sünnet topluluğudur.

Ancak Allah Tealâ Kur’an’a sarılmanın iktizası olarak bizden mesela “iyilik ve takvada yardımlaşmamızı” (Maide 2), “hayırlarda yarışmamızı” (Bakara 148), “birbirimize hakkı ve hayrı tavsiye etmemizi” (Asr 3), “sâdıklarla beraber olmamızı” (Tevbe 119) da istemektedir. Bunları ve Allah rızası için yapılacak diğer hayır ve hizmetleri bütün ümmetin katılımıyla gerçekleştirmek elbette mümkün değildir. Müslümanlar farklı coğrafyalarda, farklı şart ve ihtiyaçlarda, farklı meşreplerdedir. Öyleyse ancak birbirleriyle irtibat imkânı olan ve meşrepleri benzeşen müslümanların, belirledikleri bir ihtiyacı karşılamak üzere bir araya gelip bir topluluk oluşturmaları zarurettir.

Nasıl vakit namazlarında farklı camilerde saf tutan müslümanların teşkil ettiği farklı cemaatler tefrika değilse, bu da tefrika değildir. Tefrika, “Kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın!” (Âl-i İmran 105) ikazından da anlaşılacağı üzere, apaçık hükümlere tâbi olmamakla, apaçık ayetleri nefsanî tevillerle yorumlayıp Ehl-i Sünnet çizgisinden sapmakla ortaya çıkar.

Kaldı ki bugün tefrika sebebi gibi gösterilmeye çalışılan Ehl-i Sünnet çizgisindeki topluluklar pek çok hadis-i şerifte hem övülmüş hem de teşvik edilmiştir. Abdullah b. Mübarek rh.a., “Allah’ın eli (yardımı, rahmeti, bereketi) cemaatle beraberdir.” (Müslim, İmâre 14) hadis-i şerifinin şerhi sadedinde bu cemaatleri şöyle tarif etmiştir: “Cemaat, adil (dinin emir ve yasaklarına harfiyen uyan) bir imam veya Rabbanî bir âlimin rehberlik ve denetiminde İslâm’ı yaşayan topluluktur.”

Tuğlaları kenetlenmiş bir duvar gibi

Bu manada birliktelik, bir camide namaz için imamın arkasında saf tutarak cemaat olmaya benzer. Her ikisinde de kendisine uyulan bir imam vardır. Her ikisinde de müslümanlar kulluk vecibelerini yerine getirmek üzere şükür ve zikir için bir araya gelmişlerdir. Her ikisinde de usul erkân gözetmek esastır. Mesela safların sık ve düzgün olması istenir. O kadar ki omuzlar adeta birbirine yapışacak, Kur’an-ı Kerim’in benzetmesiyle “bünyânun marsûs” (Saff 4), yani sağlam, tuğlaları birbirine kurşunla kenetlenmiş yıkılmaz ve aşılmaz bir duvar görüntüsü verilecektir.

Safların sık ve düzgün olması öncelikle bir ahenk, disiplin ve düzeni ifade eder. Huzur-ı ilahîde bulunmanın edebidir. Aynı zamanda yekvücut olmanın, gaye birliğinin de alâmetidir ki bütün bunlar bahis konusu ettiğimiz birliktelikler için de geçerlidir. İslâmî hassasiyetlerle hayır ve hizmet için bir araya gelen müslümanlar da mensubu oldukları cemaatlerde saflarını sık ve düzgün tutmalıdır. Efendimiz s.a.v.’in, namazdaki cemaat için, “Ya saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah Tealâ kalplerinize ihtilaf koyar da birbirinizden yüz çevirirsiniz.” (Müslim, Salât 177) buyurarak yaptığı uyarı, bu toplulukları da bağlamaktadır.

Nitekim bugün bazı cemaat veya tarikat bağlılarının kapıldığı ihtilaf, vesvese ve yılgınlıklar, saftan uzaklaşmanın sebebi değil sonucudur. Bunlardan kurtulmanın yolu safta yer almak ve varsa eğer saftaki eğrilik yahut dağınıklığın düzeltilmesine yine safta kalarak katkıda bulunmaktır. Muhatap olunan fitne ve saldırılardan etkilenmemenin çaresi de, haklı şikâyetlere konu meselelerin çözümü de safları sık ve düzgün tutmaktadır çünkü. Bu hususla ilgili daha ayrıntılı bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: “Safları düz ve sık tutarak ikâme edin, omuzları bir hizaya getirin, aradaki boşlukları kapatın. Elleriyle sizi düzeltmeye çalışan kardeşlerinize karşı kibar olun. Arada şeytan gedikleri bırakmayın. Kim safa kavuşursa Allah da ona kavuşur. Kim de saftan koparsa Allah da ondan kopar.” (Ebu Davud, Salât 94)

Safları sık tutmayınca

İnsan, aynı hedefe yöneldiği, aynı yolda yürüdüğü, aynı usule uyduğu bir toplulukta; kardeşiyle omuz omuza vermediği, onunla arasına mesafe koyduğu zaman araya şeytan giriyor demek ki. İşte araya giren bu şeytanlar ve şeytanlaşmış çevreler, sürekli tekrarladıkları suçlamalarla Ehl-i Sünnet dairesindeki toplulukların bazı mensuplarının dahi kafasını karıştırıp kalbini bulandırabiliyor. Nifaka yol açan ihtilaflar çıkıyor ortaya. Bir soğukluk, gönülsüzlük, heyecansızlık baş gösteriyor. Böyle davrananlar bir müddet sonra saftan uzaklaşmayı seçiyor ve bunu genellikle camiaya veya camianın bir kısım mensuplarına isnat ettikleri olumsuzluklara bağlıyorlar.

Bu arada safı terk etmeye gerekçe yapılan iddiaların doğruluğu yanlışlığı bağlamında yapılan tartışmalar ihtilafları daha da büyütüyor. Söz konusu gerekçelerin safta iken bırakılan boşluklarda üreyip üremediği, bunlar doğru bile olsa saftan ayrılmayı gerektirip gerektirmediği ve safı terk etmenin daha iyi bir alternatif imkânı sunup sunmadığı hususları gözden kaçırılıyor.  

Hüsn-i zanla yaklaşalım ve diyelim ki birisinin safta iken yanında yöresinde bulunanlarla arasına mesafe koyması, onlarda gördüğü bir kerahete, bir yanlışa tepki olmuş olsun. Cemaat ve tarikat bağlıları arasında da hata yapanlar, günah işleyenler mutlaka vardır. Hatta bu yapılar kurumsal olarak da bazen yanlış, isabetsiz bir tercihte bulunabilir. Hadis-i şeriflerdeki safları düzeltme emri, saflarda duruş hatası olabileceği manasına da geliyor zaten. Fakat böyle durumlarda bizden safı terk etmemiz değil, düzeltmemiz isteniyor.

Cami cemaati örneğini sürdürerek hatırlayalım: Ön safları imam efendi; imamın görüş mesafesi dışında kalan safları ise çoğu zaman yine imamın talimatı ile o safta bulunanlar düzeltiyor. Yukarıda aktardığımız son hadis-i şerifte saf düzenine uymaları için kendilerine müdahale edilenlere nezaket veya mülayemet tavsiye edilmesi, gerektiğinde bu müdahalenin ısrarına da ruhsat veriyor sanki.

Düşen kardeşe de yardım

Şunu demeye çalışıyoruz. Kardeşlerimizde gördüğümüz bir kusurdan dolayı onlardan uzaklaşıp onlara buğzetmeyelim, suizanda bulunmayalım. Varsa bir yanlışı, uygun bir dille uyarıp doğrusunu anlatalım. Birlikteliklerimizin varlık sebeplerinden biri de hal ve gidişimizi düzeltmek üzere birbirimize ayna olmak değil midir? Müslüman günahkâra değil, günaha düşmandır. Hz. Peygamber s.a.v., “Kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa yardım et.” buyurunca Sahabe; “Ey Allah’ın Rasulü, mazluma yardım etmeliyiz ama zalime nasıl yardım edebiliriz?” diye soruyor. Efendimiz s.av., “Ona da zulmüne engel olarak yardım edersin.” buyuruyor. (Buhârî, İkrah 7)

Dışarıdan yöneltilen eleştiri ve suçlamaların, bunların bazıları doğru bile olsa, kimler tarafından yapıldığına dikkat edelim. Fertlerin yanlışlarını genelleştirip camiaları suçlamaktan, kurumsal yapısını itibarsızlaştırmaktan kaçınalım. Toplulukları değerlendirmede büyüklerin beyanı ve ölçüleri esastır. Mesela Şah-ı Nakşibend k.s. hazretleri, “Bizim yolumuz, ne bir adım eksik ne bir adım fazla, Ashab-ı Kiram’ın yoludur.” buyurur. Bağlılarından birinin veya birkaçının bu yola aykırı bir tutum sergilemesi Nakşibendiyye’ye dil uzatma gerekçesi yapılamaz. Hele böyle bir sebeple Allah dostlarına buğzetmek büyük edepsizliktir.

Bir de ticaret gibi, siyaset gibi, sorgulanmadan suç diye kabullenilmiş alanlar üzerinden yapılan saldırılar var. Pek çok İslâmî teşekkülün dinî hassasiyetlerin zaruri kıldığı bazı ticarî faaliyetlerde bulunması ve zaman zaman siyasî tercihlerini açıklama ihtiyacı hissetmesi, bu alanları peşinen suç ya da günah sayan bağlılarını tereddüde düşürebiliyor. Halbuki ticaret, İslâmî ölçüler gözetilerek yapıldığında sevaba vesile bir sünnet; yasalar çerçevesinde yapıldığında bir haktır. Böyle yapılmadığına dair bir bulgu yokken ithamda bulunmak iftira olur. Aynı şekilde bazen siyasî tercihlerini duyurmaları, müslümanların selametini düşünme sorumluluğunun iktizası olarak okunmalıdır.

Tehlikenin farkında mıyız?

Kurumsal olarak akideden sapmadıkça, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye aykırı bir yola girmedikçe, maksatlı bir itibarsızlaştırma kampanyasına kulak vererek veya bazı mensuplarının yanlışlarını bahane ederek İslâmî topluluklardan uzaklaşmak vebaldir. Çünkü bütün eksiklerine rağmen bu yapılar özellikle de her türlü kötülüğün ve fitnenin kol gezdiği günümüz dünyasında şeytandan ve günahlardan korunmak isteyenlerin emin sığınaklarıdır. Müslümanca yaşamanın zeminini hâlâ bu topluluklar muhafaza etmektedir. Kaldı ki İslâm cemaat dinidir. Birliktelikten kopup İslâm’ı bireysel olarak yaşamaya, sadece kendi aklına ve anlayışına uymaya çağırmak, müslümanı şeytana karşı savunmasız bırakmaktır. Teknolojik cihazlarla sanal bir âlemde dünyadan habersiz vakit öldüren genç kuşakların, gerçek bir cemaatin içinde yer almadan sağlıklı bir şekilde sosyalleşmesi de, müslüman şahsiyetini kuşanması da muhaldir.

Özellikle tasavvuf terbiyesinin verildiği gelenekli yapılar olmadan, tüketerek ve görünerek var olmaya çalışan insana, kanaati ve mahviyyeti öğretmek mümkün değildir. Okumuş/eğitilmiş ama etrafında kimse yokmuş gibi davranan, kaba, küstah, bencil ve değerlerinden kopuk nesiller, tasavvuf terbiyesinden yoksunluğun eseridir. Ülkemizdeki entelektüel birikim, yine tasavvuf terbiyesinden mahrumiyet sebebiyle, sadece bilgi tekebbürüne yol açmaktadır. Hakka hukuka riayeti, yardımlaşmayı, paylaşmayı, sevmeyi, sabrı ve şükrü bilmeyen; tembel, çıkarcı, oyun müptelası, haz ve hız düşkünü, tahammülsüz ve bunalımlı bir yeni kuşak gelmektedir. Tasavvuf terbiyesiyle kalb-i selim, akl-ı selim ve zevk-i selim tesis edilemezse, duygu, düşünce ve beğenilerdeki giderek artan seviyesizliğin önüne geçilemeyecektir.

Bütün bu olumsuzluklar, bir araya gelmenin, birlik olmanın tek alternatifi olan bireyselleşmenin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Öyleyse bulunduğumuz camiada -amasız/fakatsız- safları her zamankinden daha sık ve düzgün tutmanın zamanıdır.

Eleştirelim Ama Nasıl?

Günümüzde herkes her şeyi eleştirme yetkisi görüyor kendisinde. Bunda bireyselleşmeyle benimsenen “ben merkezci” değerler sisteminin payı büyük. İnsanlar sadece kendi aklını, kendi nefsanî tercihlerini esas alarak, bilgi sahibi olmadıkları konularda bile “bana göre” diye başlayan cümleler kuruyor. Eleştirilerinde tutarlılık, ölçü ve teklif yok. Fark edilmenin, gündeme gelmenin, bir şeyler üretemiyor olmayı perdelemenin çabasını veya bir düşmanlığı yahut karşı duruşu yansıtıyor daha ziyade. Kibirli, öfkeli, hırçın, rencide edici ve ötekileştiren bir dil kullanılıyor.

Şüphesiz bu bir hastalık. İlgi görüyor ve çeşitli iletişim ağları vasıtasıyla hızla yayılıp normalleşiyor. Bir kısım müslümanların da bu furyadan etkilendiğine, eleştiriyi böyle anladığına şahit oluyoruz. En azından İslâmî birliktelikler söz konusu olduğunda müslümanca bir eleştirinin nasıl yapılacağını hatırlatalım istiyoruz bu yüzden.

Eleştiri, tenkit kelimesinin yeni karşılığı. Tenkit, “bir şeyin iyisini kötüsünden, yanlışını doğrusundan ayırmak” demek. Bunu İslâmî topluluklar bağlamında sağlıklı bir şekilde yapabilmek için şu kuralları akılda tutmak gerekiyor:

• İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ya da güzel ile çirkini; fâsık medya, kişilerin nefsi, zamanenin anlayışı veya din dışı düşünce akımları değil, İslâm’ın ölçüleri belirler.

• Eleştirecek kişi, eleştirdiği yapılanmayı da o yapılanmayla ilgili İslâmî ölçüleri de ayrıntısıyla bilmek zorundadır. Eleştirisi teklif de içerir.

• Amaç, kurumları ve bağlılarını suçlamak, küçük düşürmek, itibarsızlaştırmak değil; onları doğru ve güzel olana yönlendirmek, yanlış ve çirkin olandan sakındırmaktır. Bu nedenle kusur ve eksiklikler bir nevi tecessüsle bilhassa araştırılmaz. Eleştiriler mahrem ortamlarda yahut tenhada, yapıcı ve edepli bir üslupla dile getirilir. Meseleye peşin hükümle yaklaşılmaz, muhataplar da dinlenir.  

• Müslüman, başkalarından önce kendini eleştiriye tâbi tutar.

• İslâmî toplulukların maslahata dair bazı tasarrufları, Hudeybiye’de müşriklerle yapılan anlaşmanın Ashab’ın içine sinmemesi gibi, içine sinmese de Peygamber mirasçısı büyüklerin ferasetine güvenmesi gerektiğini bilir; öyle davranır.

• Hidayet Allah’tandır. Bağlılarının çoğunluğu, Allah dostlarının zaferle değil seferle mükellef kılındığının bilincindedir. Bağlılarından dolayı büyükler hakkında su-i zan beslemekten, onlara hürmetsizlikten şiddetle kaçınır.



Semerkand Dergi Logo