Görüş Bildir

Söyleyip de Yapmayanlar

Ayet-i celile, başkalarına nasihat edip kendi nefsini nasihat ettiği hükümlerden muaf gibi tutanların kınanması, yerilmesi içindir. Çünkü insanın, başkalarına yaptığı nasihati öncelikle kendi nefsine yapması esastır. Nasihat eden kişi başkalarına vaaz ederken her daim kendi nefsini hedef bilerek konuşmayı niyet etmelidir.

Bu ayet-i celiledeki kınamanın birinci muhatabı yahudi âlimlerdir. Fakat ayet-i celile onlar hakkında gelmiş olmakla birlikte hüküm sadece onlarla sınırlı değildir. İslâm şeriatinde de ayette kınanan husus aynen geçerlidir. Dolayısıyla “sebebin özel oluşu hükmün genel oluşuna” engel değildir.

Söyleyip, kendisi yapmayan âlimler

Ayet-i kerimedeki kınama şudur: “Siz insanlara her türlü hayır ve taatle emreder de nefsinizi unutur, başkalarına emrettiğinizi kendinize kondurmaz mısınız? Siz bütün emir ve yasakları içinde barındıran kitabı yani Tevrat’ı okuduğunuz ve hükümlerini bildiğiniz halde yaptıklarınız cahillerin davranışlarından daha aşağıdır. Bu yaptığınızın yanlış, kötü bir iş olduğunu hâlâ akletmez misiniz?”

Rivayet olunduğuna göre Saadet Asrı’nda Medine’deki yahudi bilginlerinden bazılarına insanlar gizlice gelip “Muhammed hakkında ne dersiniz?” diye soruyorlardı. Onlar da; “Doğrudur, gerçektir.” diyor, Allah Rasulü s.a.v.’e uymalarını tembihliyorlardı. Fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan aldıkları hediye ve vergilerden mahrum kalmamak için Efendimiz s.a.v.’e tâbi olma isteklerini açıklamıyorlardı.

Yine bu bilginlerin bazıları “sadaka verin” diye emrediyor, fakat dağıtmaları için kendilerine sadaka getirildiğinde hainlik ederek kendileri yiyordu. Halbuki sadaka kime verilmesi istenmişse ona verilmelidir.

Bazıları da “Allah’a itaat edin, âsi olmayın” deyip kendileri bu sözleriyle amel etmiyor, diğer bazıları da “namaz kılın, zekât verin” diyor, fakat kendileri hiç birini yapmıyordu.

İşte yahudi âlimlerinin bu halleri dolayısıyla bu ayet-i kerime nazil olmuştur.

‘Sen neden buradasın?’

Buhârî ve Müslim’de bu ayet-i kerimeye matuf şu hadis-i şerifler rivayet edilmiştir:

“Kıyamet gününde bir adam getirilir, ateşe atılır, bağırsakları dışa dökülmüş olduğu halde ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem ehli onun etrafını çevirir:

– Ey falan! Sen bize iyilikleri emrediyor, fenalıkları yasaklıyor değil miydin, derler. Adam;

– Evet öyle, ama ben size emreder, kendim yapmazdım. Sizi alıkoyar, kendim yapardım, der.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk10; Müslim, Zühd 7)

“Miraç gecesi, dudakları ateşten makaslarla kesilen bir grup insana rastladım. Bunun üzerine; ‘Ey kardeşim Cibril, bunlar kimler?’ dedim. Dedi ki: ‘Bunlar, dünya ahalisinden hatip olan kimselerdir. Onlar insanlara iyiliği emrediyorlardı, fakat kendilerini unutuyorlardı.’” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/120, 231, 239; İbn Hıbban, Sahîh, 1/135)

Tâbiîn neslinin meşhur âlimlerinden Şa’bî rh.a.’den rivayet edildiğine göre:

“Cennetliklerden bir grup, cehennemliklerden bir grubun halini görür ve onlara;

– Niçin cehenneme girdiniz? Halbuki biz sizin öğrettiklerinizle cennete girdik, derler. Onlar da;

– Biz iyiliği emrediyorduk ama kendimiz yapmıyorduk, derler.

Kim sadece dil ile vaaz ve nasihat ederse sözü boşa gitmiştir. Kim de hal ve hareketi ile vaaz ve nasihat ederse onun söz okları hedefini bulmuş olur.” (Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebir)

Söz vardır, ağızdan çıkar kulaktan döner; söz vardır, kalpten çıkar kalbe girer. Söz manaya giydirilen bir elbisedir. Elbiseyi kıymetli kılan içindekidir. Manadan yoksun olan ya da söyleyenin kalbinde bir karşılığı olmayan sözler dinleyene tesir etmez. Söz zarf, mana içindeki mesajdır. Zarf içindekinden dolayı kıymetlidir.

Emredilip yapılmayan “iyilik”

Ayet-i kerimede, insanlara emredildiği halde yapılmadığı beyan edilen ve “iyilik” kelimesiyle meali verilen “birr” nedir?

“Birr” sözlükte “ihsan, geniş kapsamlı hayır, tam hayır, iyilik, doğruluk” anlamlarına gelir. Dinî ve ahlâkî bir kavram olarak, “iman ve ibadetten başlamak üzere her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık” gibi manalarda kullanıldığı görülür. Yani birr, her türlü iyiliği, her türlü hayrı kapsar.

Kadı Beydâvî rh.a. birr üçtür, der:

• Allah Tealâ’ya ibadette birr,

• Akraba hakkına riayette birr,

• Dostlarına muamelede birr.

İman dinin temeli, birr ise gayesi demektir. Din bu iki esasın toplamıdır.

“el-Birr” Allah Tealâ’nın güzel isimlerinden (Esmâ-i Hüsnâ’dan) biridir. Allah Tealâ’nın iyiliğinin, ihsanının genelliğinden, rahmetinin kapsayıcılığından bütün varlıklar yokluktan varlık âlemine çıkartılmıştır. Bütün hayır, iyilik ve ihsan O’ndandır. O, kulları için sadece hayır ve kolaylık diler. Kendisi zorluk dilemediği gibi zorluğa sebebiyet verenleri de sevmez. Hataya düşen kul, bu hatasını fark eder, onu hayırlı bir işle düzeltir diye cezalandırmasını erteler. Sonra da tevbe edilen günahı sevaba çevirir.

Eğer Cenab-ı Hakk’ın bu sıfatı bütün varlıklara sirayet etmiş olmasaydı, baba oğluna merhamet etmez, anne çocuğuna koşmazdı. Yaratılmışların en merhametlisi, Allah Tealâ’ya en yakın olandır. Bu çok yüce bir lütuftur, “el-Birr” olan Cenab-ı Rabbülâlemîn’in ihsanıdır. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât; Sadreddin Konevî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; İbn Acîbe el-Hasenî, Bahru’l-Medîd; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Tefsîr-i Kebîr)

İyiliği emredip kötülükten sakındırmak

İyiliği emredip kötülükten sakındırmak (emr-i bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker) şu üç yönden değerlendirilmelidir:

• Evvela, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktan maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip kendisini iyilikten mahrum etmek, başkasını selamete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir ki, akıl kârı değildir.

• İkinci olarak, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup nasihatini kendisi dinlememek, kişinin kendisini ve ilmini fiilen yalanlamak demektir. Bu, özünde bir çelişki olduğu gibi, bir taraftan insanları irşad etmek isterken diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir. Aklı olan kişi ise çelişkiye düşmez. İnsanın sözüyle özü bir olmalıdır, edep bunu gerektirir. Kişi başkalarına emrettiklerini, kendisine emretmeyi unutmamalıdır.

• Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir kıymeti, kalplerde bir tesirinin olması istenir. Boşuna gevezelik de akıl kârı değildir. Kişinin verdiği tavsiyenin tersini kendisinin yapması, o tavsiyenin kıymetini yok etmek ve belki herkesi ondan nefret ettirmek demektir. Yani bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki bundan büyük akılsızlık olmaz.

İşi doğru, kendisi sorunlu

Hâsılı, insanları iyiliğe yöneltmek iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak; işte yanlışlık buradadır. Bu ayet-i kerimedeki azarlama, yasaklama da budur. Emr-i bi’l-ma’ruf yaptıkları için değil, emrettikleriyle kendileri amel etmedikleri içindir.

Bundan dolayı bu ayet-i kerime, fâsığın (büyük ve küçük günahı açıktan işleyen ve bunda ısrar eden kişinin) doğru söylemek, sözünde ciddi olarak iyiyi söylemek şartıyla öğüt vermesini, iyiliği emretmesini yasaklamıyor. Fakat bu gibiler hakkında gayet büyük bir korkutmayı içeriyor ve onların kötü halini anlatıyor. Vaaz edenin, emir verenin, kendi hakkında ciddi olmasının ve öğüt verirken herkesten önce kendi nefsini düşünmesinin gereği anlatılıyor.

Enes b. Mâlik r.a.’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Kendiniz yapmıyor olsanız da iyiliği emredin. Kendiniz hepsinden kaçınmıyor olsanız da kötülükten nehyedin.” (Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, 7/277)

Burada kulun niyeti çok önemlidir. Niyet samimi olmalıdır. Söylediği şeyleri kişi kendisi de yapmak niyetinde olursa, yapmaya gayret ederse, Cenab-ı Hak lütfuyla onu muvaffak kılar. Elbette insan kul olması hasebiyle hata yapar, günah işleyebilir. Ama niyet, o günahları terk, hayır amelleri işlemek olmalıdır.

Kadı Beydâvî rh.a. ve bazı müfessirler bu ayet-i kerime ile ilgili şöyle der:

Bu ayette, halka vaazla meşgul olan kimseleri kendi nefslerini kötü ahlâktan temizlemeye, güzel kulluk yapmaya ve başkasının da güzel kulluk yapmasına vesile olmasına teşvik vardır. Yoksa günah işleyen bir kimseyi vaaz ve tebliğ işinden men etme manası yoktur.

Sorumlu yani mükellef olan kul iki hususla emredilmiştir:

• Kişi, amel etmediği şeyi emredince bir vacibi, yani amel etmeyi terk etmiş olur. Ama emri de terk ederse iki vacibi terk etmiş olur. O iki vacibin ilki amel etmek diğeri de ameli emretmektir. Bir vacibi terk etmek iki vacibi terk etmekten hafiftir.

• Daha önce de değinildiği üzere, vaazı kendisine işlemeyenin vaaz ve nasihati başkalarına pek tesir etmez. Hayrı emreden kişinin emrettiği hayra uymakta azami titizlik göstermesi gerekir. Bir şeyden alıkoyan da alıkoyduğu şeyden sakınma hususunda herkesten çok dikkat etmelidir. Davranışla yapılan vaaz ve nasihat, sözle yapılandan çok daha etkili olur.

Şu halde insan başkasına öğüt verirken kendisini unutmamalı, ele telkin verip de, kendisi salkımı yutmamalıdır.

“İyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?”

Bu ilahî fermanda ‘unutmak’ anlamına gelen “nisyan” kelimesinde “terk etmek” anlamı vardır. Şu halde ayet-i kerimede, insanın kendisini unutup ihmal etmesinin mutlak olarak yasaklanması söz konusudur. Vurgulanan husus, insanın kendisini hiç gündemine almaksızın bu hal ile insanları iyiliğe, hayra teşvik etmekten men etmektir.

Yani ayet-i kerime şunu söylüyor: “Siz hak karşısında kendinizi unutuyor, sorumlu görmüyor ve onda kendiniz için olan faydalardan vazgeçiyorsunuz. Bu çok kötü bir davranıştır, yasaklanmıştır.” (Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; Ebu’l-Berekât en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl; Kadı Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl; Tefsîr-i Kebîr; Rûhu’l-Beyân; Bahru’l-Medîd; Hak Dini Kur’an Dili)

Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur:

“İnsanlara hayrı öğretip de kendini unutan âlimin hali, insanları aydınlatıp da kendini yakan kandilin hali gibidir.” (Kenzu’l-Ummâl, 10/187)

Şâh-ı Nakşibend k.s. Hazretleri de “Mum gibi ol, mum gibi olma.” demiştir. Yani insanları aydınlatmada mum gibi ol, fakat kendini yakıp bitirmekte mum gibi olma.

‘Aklınızı başınıza almayacak mısınız?’

Ayet-i celilenin sonunda Cenab-ı Hak, iyiliği tavsiye edip kendini göz ardı edenlerin hayret verici durumunu şu ifadeyle ortaya koymaktadır: “Aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

Akıl, Allah Tealâ’nın insanın kalbine yerleştirdiği basiret nurudur. Aklın işi hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmak, insanı iyiye yöneltmektir. Aklın kök anlamında olan “hapsetme ve bağlama” anlamı üzerinden söylersek, insan akılla kendisini haram olan şeye karşı hapseder, hayır olana ise bağlar. Kim kendisine zarar veren şeylere dalarsa onun aklı yok demektir.

“Aklınızı başınıza almayacak mısınız?” ifadesi, yahudi âlimlerinin ve onlar gibi davrananların yaptıklarına hayret etmeye bir davettir. Çünkü insanları nasihatle doğru yola sevk edip kendini yanlışta bırakmak akıllı insanın yapacağı bir şey değildir. Bu ifadeyle Allah Tealâ, bu halin şaşılacak bir hal olduğunu beyan buyurmuştur.

Bu ifade, ayet-i kerimede beyan buyurulan çelişkili tutumun yalnızca dinin hükümlerine değil, akla da aykırı olduğuna işaret eder.

Kur’an-ı Kerim’in geçmiş ümmetlere dair verdiği bilgilerde sonraki nesiller için mesajlar ve dersler vardır. Bu bakımdan, “söylem-eylem uyumu” şeklinde özetlenebilecek ahlâk kurallarından birini ihlâl etmeleri sebebiyle yahudileri eleştiren bu ayet-i kerime;

• Bir taraftan yahudi din bilginlerinin çelişkili tutumları ve samimiyetsizlikleri hakkında bilgi verir.

• Bir taraftan da genel olarak İslâm ümmeti, özellikle müslüman din önderleri ve âlimleri için bir uyarı anlamı taşır.

Şu halde kendilerini din âlimi, din adamı ya da din önderi konumunda görenlerin, çocuklarını hakka ve hayra sevk etmek isteyen ebeveynlerin bu uyarıyı hiçbir zaman hatırdan çıkarmamaları gerekir.

Çünkü başkalarına iyiliği öğütleyenlerin kendi yaşayışlarında bunun aksine davranmaları Kur’an-ı Kerim’in kesinlikle reddettiği bir tutumdur. Nitekim Sâf suresinde mealen şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük nefretle karşılanır.” (Tefsîr-i Kebîr; Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl; Rûhu’l-Beyân; Hak Dini Kur’an Dili)

Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.



Semerkand Dergi Logo