Görüş Bildir

Kiminlesin?

Yüce dinimiz toplum hayatına, birlikte yaşamaya ve cemaat halinde bulunmaya büyük önem verir. Toplumdan ayrılıp tek başına yaşamaya pek sıcak bakmaz. İnsanın tabiatı ve maddi manevi ihtiyaçlarını kendi başına gidermesinin mümkün olmadığı dikkate alındığında, zaten toplumdan soyutlanarak tek başına yaşama imkanı yok gibidir.

Toplumsal hayat bir zorunluluk olduğuna göre, içinde bulunacağımız topluluklarda ne gibi hususlara dikkat etmemiz gerekir? Kimlerle beraber olmayı tercih etmeliyiz? Dostluk ve muhabbet kuracağımız çevreler nasıl olmalı? Meselelerimizi ve müşküllerimizi kimlere danışmalıyız?

Bu sorulara verilecek cevaplar son derece önemlidir. Bu cevaplar dünyaya bakışımızı, dinî anlayış ve yaşayışımızı ve bunun tabii sonucu olarak ahiret hayatımızı doğrudan ilgilendirir.

Müminler için “usve-i hasene: uyulacak en güzel örnek” olan Rasul-i Ekrem s.a.v., bu hususta da bizlere rehberlik eder ve yol gösterir. O, meclislerinde bulunmamız gereken kimseleri, sorularımızı soracağımız şahısları ve kimlerle daha çok bir arada bulunmamız gerektiğini bize mübarek sözleriyle bildirir. Ebu Cuhayfe r.a.’ın rivayet ettiğine göre Rasulullah s.av. şöyle buyurmuştur:

“Büyüklerin (fazilet ehlinin) meclisinde bulun, âlimlere sor, hikmet ehliyle birlikte ol!”

Hadis-i şerifin diğer rivayetinde “… hikmet ehliyle dost ol!” buyrulmuştur. (İbn Ebu Şeybe, el-Musannef, 5/234, 7/144; Hakîm et-Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, 1/421; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, 22/125, 133; İbn Abdülber, Câmi‘u Beyâni’l-İlm, 1/508)

Büyüklerin meclisi

Hz. Peygamber s.a.v. bizlere, büyüklerin meclisinde bulunmamızı tavsiye buyurduklarına göre, hadis-i şerifte geçen “büyükler” ifadesi ile kimlere işaret edildiğini anlamamız gerekir. Şeyh Kelâbâzî rh.a.’in “büyüklerin meclisinde bulun” sözüyle Rasul-i Ekrem s.a.v.’in neyi kasdettiğine dair izahını şöyle özetleyebiliriz:

Tecrübe sahibi olan, yaşını başını almış ihtiyar kişilerin meclisinde bulun. Onların akılları kemâl bulmuş, hiddetleri sükûnete ermiş, adap ve fikirleri tam kıvama ermiş olur. Genellikle yaşı kemâle ermiş kimselerde çocukluk hali hafiflemiş, gençliğin hiddeti kaybolmuş ve onlar sağlam tecrübe sahibi kimseler olmuşlardır. Onların meclislerinde bulunanlar onların edepleriyle edeplenir, tecrübelerinden yararlanırlar. Onların sükûnet ve vakarları, meclislerinde bulunanların kişiliklerinden kaynaklanabilecek olumsuzluklara karşı bir engel olur, caydırıcı etki gösterir. O mecliste bulunanlar onların güzel halleriyle berekete ererler.

Nitekim Nebî s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Bereket büyüklerin olduğu yerdedir.” (Harâ’itî, Mekârimi’l-Ahlâk, s. 124; İbn Hibbân, es-Sahîh, 2/319; Taberânî, el-Evsat, 9/16; Hâkim, el-Müstedrek, 1/131)

Yine Rasul-i Ekrem s.a.v., şu hadis-i şerifinde yaşlılara saygı gösterilmesini emir buyurmuştur: “Büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” (Ahmed, el-Müsned, 9/529, 644; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 130)

Hz. Peygamber s.a.v., “büyüklerin meclisinde bulun” sözüyle şunu da kasdetmiş olabilir: Yaşı itibarıyla büyük olmasa bile hali ve tavrı yönünden büyük, dinde önemli rütbesi bulunan ve Allah katında kıymeti olan büyük insanların meclisinde bulunun. Hal bakımından büyük insan demek, ‘dirâset ilmi’ ile ‘verâset ilmini’, yani araştırma ve incelemeye dayalı ilim ile Allah Tealâ’nın bahşettiği ilmi kendisinde birleştirmiş kişi demektir. Bununla ilgili bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir:

“Kim bildikleriyle amel ederse, Allah Tealâ onu bilmediklerine vâris kılar (öğretir).” (İbnü’l-Mukrî, Mu‘cemu’ş-Şüyûh, s. 121; Ebû Nuaym, el-Hilye, 6/163)

Hadis-i şerifte de açıkça belirtildiği gibi, verâset ilmine sahip olmak için, dirâset ilmiyle, yani kişinin kendi çabasıyla öğrendiği ilimle amel etmesi şart koşulmuştur. Bu da, akaid ilminin esaslarını öğrendikten sonra öğrenilen fıkhî hükümlerle (ahkâmla) ilgili ilimlerdir. Çalışarak öğrenmeye dayalı olan dirâset ilmi işte budur.

Verâsetle, Allah’ın lütuf ve hediyesiyle gelen ilim ise, nefsin âfetlerine, amellerin tehlikelerine, nefsin hilelerine, dünyanın aldatıcılığına dair ilimlerdir. Hadis-i şerif bize, kendi çabasıyla öğrendiği ilimlerle amel eden kimselere, Allah Tealâ’nın bilmediklerini öğreteceğini haber verir. Bu ise ilham ilmi ve Allah’ın nuruyla gelen ferâset ilmidir.

Hz. Peygamber s.a.v. bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Müminin ferâsetinden sakının, çünkü o Allah Azze ve Celle’nin nuru ile bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 16; Taberânî, el-Evsat, 3/312, 8/23; Ebü’ş-Şeyh; Emsâlü’l-Hadîs, s. 165)

Allah Tealâ her kime bu ilmi nasip etmiş ise, onun göğsü İslâm’a alabildiğine açılır ve genişler, Rabbi’nden gelen bir nur üzere bulunur. Zira Rasul-i Ekrem s.a.v. şöyle buyurmuştur:

– “Nur bir kalbe girdiğinde, genişler ve açılır!”

– Bunun alâmeti nedir, diye soruldu. Buyurdu ki:

– “Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek, ölüm başa gelmeden önce onun için hazırlık yapmaktır.” (Vekî, ez-Zühd, s. 239-241; İbn Vehb, Tefsîrü’l-Kur’ân, 1/38; Abdurrezzâk, et-Tefsîr, 2/64; Sa‘îd b. Mansûr, et-Tefsîr, 5/86-87)

Bilinenler uygulanınca

Bir kimse dünyadan uzaklaşırsa, sırrının üzerindeki perdeler açılır, gayb onun için şuhûd mertebesinde olur.

Sâbit el-Bünânî, Enes b. Mâlik r.a.’dan nakleder:

“Rasulullah s.a.v. ile yürüyorken Ensar’dan genç biri karşımıza çıktı. Rasulullah s.a.v. ona;

– Nasıl sabahladın ey Hârise, diye sordu. O da;

– Allah’a hakiki manada iman etmiş biri olarak, cevabını verdi. Efendimiz de;

– Söylediğine dikkat et! Çünkü her sözün bir hakikati vardır, buyurdu. Hârise r.a. dedi ki:

– Ey Allah’ın Rasulü! Nefsimi dünyadan çektim, gündüzümü susuz (oruçlu) ve gecemi uykusuz geçirdim. Sanki ben Rabbimin arşını aşikâre görür gibiyim. Cennet ehlinin orada birbirlerini ziyaret ettiklerini aşikâre görür gibiyim. Cehennem ehlinin de orada hep birlikte (köpekler gibi) uluduklarını aşikâre görür gibiyim!

Nebî s.a.v. buyurdu ki:

– Basiretin açılmış, böyle devam et!” (Ma‘mer b. Râşid, el-Câmi, 11/129; Abdurrezzâk, et-Tefsîr, 3/225; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, 6/170; Bezzâr, el-Müsned, 13/333)

Başka bir rivayette ise Efendimiz s.a.v.’in Hz. Hârise’ye şöyle dediği nakledilir:

– Doğru yoldasın, buna devam et! Bu, Allah Tealâ’nın kalbini imanla nurlandırdığı bir kul!

Hârise r.a. der ki:

– Bana şehitlik nasip etmesi için Allah Tealâ’ya dua buyur!

Rasulullah s.a.v. de ona dua eder. Derken bir gün; “Ey Allah yolunda cihad için hazırlananlar, atlarınıza binin!” diye çağrı yapıldı. Atına ilk binen Hârise r.a. oldu. Süvariler arasında ilk şehit de o oldu. Haber annesine ulaşınca Rasulullah s.a.v.’e gelerek dedi ki:

– Oğlumun durumunu bana söyle. Eğer cennetteyse asla ağlamayacağım, bağırıp çağırmayacağım. Değilse dünyada yaşadığım sürece ağlayacağım!

Efendimiz s.a.v. buyurdular ki:

– Ey Hârise’nin annesi! Tek bir cennet yok, cennetler içinde cennet var! Hârise ise en yüksek Firdevs cennetinde.

Bunun üzerine Hârise’nin annesi sevinerek ve “Mübarek olsun sana ey Hârise!” diyerek döndü. (İbn Ebû Şeybe, el-Îmân, s. 43; Bezzâr, el-Müsned, 13/333; Mervezî, Ta‘zîmü Kadri’s-Salât, I, 359-360, 361; Beyhakî, Şu‘abü‘l-Îmân, 13/158-159)

Bir kimse bildikleriyle amel ederse, Allah Tealâ’nın onun kalbini nurlandıracağını bu hadis-i şerif bize haber verir. Yine anlıyoruz ki Cenab-ı Hak kimin kalbini nurlandırırsa, gayba ait pek çok hal ona keşfolunur; çabasıyla öğrendikleri sayesinde bilmediklerini yakînî bir bilgiyle öğrenir. Bu elbette ahkâma ve diğer konulara dair belli bilgileri öğrenerek, hiçbir çaba göstermeden Kur’an-ı Kerim’i ve Rasulullah s.a.v.’in hadislerini bellemek demek değildir. Hadis-i şerifte anlatılan şudur: O kişi ile gayba ait bazı haller arasındaki perdeler kalkar ve kişinin keşfi açılır. Artık ona asla şüphe yaklaşmaz, hakikat hususunda hatırına asla bir çelişki gelmez. (Kelâbâzî, Bahrü’l-Fevâid, 1/222-224)

Nebî s.a.v. bu durumu şu hadis-i şerifte açıklamıştır:

“Hak, Ömer’in diliyle konuşur.” (Ahmed, el-Müsned, 9/144; 35/221, 362, 430; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Ebû Davud, Harâc, 18)

Onların yanında

İşte büyüklerin vasıfları ve özellikleri böyleydi. Bu vasıfları taşıyanların değerleri, yaşadıkları devirdeki insanlardan çok yüce olur. Çünkü o bulunduğu mecliste vakarla, Allah Tealâ’ya saygı ve tazimle, kalbini murakebe halinde oturur. Elbette sıdk ehlinde, insanların çoğu haline vâkıf oldukları bir nur bulunur. Abdullah b. Muhammed el-Antâkî şöyle der:

“Sıdk ehlinin meclisinde bulunduğunuzda orada sıdk ile oturun. Çünkü onlar kalp casuslarıdır, sırrınızdan girerler himmetinizden çıkarlar. Onların meclisinde bulunanlar, onların hallerine itiraz etmesinler, kendi başlarına bir şey yapmaya başlamasınlar, herhangi bir halini reddetmesinler, fakat onu anlamaya çabalasınlar. Böylece kendilerine karışık gelen o hal açıklığa kavuşur. Bu noktada sâlih kulun Hz. Musa a.s.’a söylediği; ‘Ben sana bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!’ (Kehf 70) mealindeki inceliğe dikkat edilmelidir.

Büyüklerin meclisinde bulunulduğu vakitlerde, başlangıcı onlar yapar ve izinle yapılır. Yanlarına uluorta her vakit girilmez. Onların Allah Tealâ ile aralarında kendilerinden başkalarının taşıyamayacağı hususi vakitleri vardır. Nebî s.a.v. bu konuya işaret buyurdukları bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

‘Benim Allah Azze ve Celle ile özel bir vaktim var, O’ndan başka hiç kimse buna vâkıf olamaz.’” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 158; Sehâvî, el-Makâsıdü’l-Hasene, s. 565)

İşte Rasul-i Ekrem s.a.v.’in hali böyleydi. O’nun hali bilinemeyecek ve tarif edilemeyecek kadar yücedir. Diğer büyüklerin hallerine gelince, onların halleri de layık oldukları derecelere göre değişiklik gösterir. Öyleyse onların halleri ile berekete nail olmak ve güzel hallerinden hayırlar devşirmek için meclislerinde oturulur. Onlar müridlerin sığınağı, barınağı ve destekçileridir. İçine düşmekten korktukları devrin fitnelerinden, şerli fitne ehlinden, düşmanın hileleri ve nefsin belalarının çoğundan onların tedbiri ve desteği ile korunurlar. Nebî s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Şeytan, Ömer’in gölgesinden bile kaçar!” (İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, 6/356; Ahmed, el-Müsned, 38/93; Tirmizî, Menâkıb, 18)

Bir kudsî hadisinde Rasulullah s.a.v. şöyle buyurur:

“Onlar, meclislerinde bulunanların bedbaht olmadığı bir topluluktur.” (Ahmed, el-Müsned, 14/326, 328; Buhârî, Daavât, 71; Müslim, Zikr ve’d-Dua, 25)

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki büyüklerin meclisinde bulunmak büyük bir kazanç ve ganimettir. Pek çok şerden, fitneden, türlü belalardan, nefsin ve düşmanın tuzaklarından kurtulmak ve felah bulmaktır. Onların meclisinden uzak durmak sayılamayacak büyük hayırlardan mahrumiyet anlamına gelir.

Hikmet ehliyle birlikte

Hz. Peygamber s.a.v.’in hadis-i şerifinde tavsiye edilen ikinci husus, hikmet ehli kimselerle birlikte olmaktır. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de geçen; “Kime hikmet verilmiş ise, ona gerçekten çok hayırlar verilmiştir.” (Bakara 269) ayeti hikmetin ve hikmet ehlinin önemini açık biçimde ortaya koyar.

Öncelikle hikmetin ne anlama geldiğini, ardından da hikmet ehliyle kimlerin kasdedildiğini anlamaya çalışalım.

Kimi âlimler hikmetin Kur’an-ı Kerim’i ve hükümlerini iyi anlamak, helal ve haramlarına vâkıf olmak diye açıklamıştır. Bazı âlimler hikmeti sünnet, bazıları nübüvvet diye açıklamıştır. Bazıları ise dini iyi ve doğru anlamak ve kavramaktır demişlerdir. Diğer bazı âlimler ise hikmeti söz ve işlerde isabet şeklinde tarif ederler.

İbn Abbas r.a. bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak; hikmet ehli olanların Kur’an-ı Kerim’i iyi bilen, onun hükümlerine vâkıf olan, helal haram konusunda derin bilgisi bulunan kimselerin kasdedildiğini söylemiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, 5/8-9; İbn Ebû Hâtim, et-Tefsîr, 2/531)

Hikmet kelimesi hüküm kelimesinden alınmıştır. Bu da hükme muhtaç meseleyi, hükmün doğruluğuna delalet eden bir emare ile bir sonuca bağlamak demektir. Hikmetin bu anlama geldiği anlaşılınca, hikmet hakkında görüş bildiren herkesin söyledikleri anlam, “söz ve fiilde isabet etmek” noktasında toplanmaktadır.

Kimisi hikmeti anlayış olarak açıklamıştır. İşlerde isabet etmek de ancak bilgi ve anlayış ile mümkün olur. Öyleyse işlerinde isabet eden kişi, Allah korkusu taşıyan bir kalbin anlayış ve bilgisine sahip olmakla isabet etmiş olur. Bu husus da nübüvvete has özelliklerden biridir. Zira peygamberler hep doğruya yönlendirilir ve doğru olanı kavramaları sağlanır. Böylece bütün işlerinde doğru olanı bulmada başarılı kılınırlar. Nübüvvet de hikmetin anlamlarından biridir.

Bu açıklamalara göre ayetin anlamını şöyle ifade edebiliriz: “Allah Tealâ, söz ve fiilde isabeti dilediği kimselere verir. O bu özelliği her kime verirse, ona gerçekten çok büyük hayır vermiş demektir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, 5/12)

Hadis-i şerifimizde “hikmet ehliyle birlikte ol” buyrulmaktadır. Bu ifade şu anlama gelir: Hikmet ehli olanların arasına karışın ve bulundukları yerlere girin, her zaman onlarla birlikte olun. Çünkü hikmet ehli olanlar söylediklerinde isabet eder ve yaptıkları da işinin ehli kişilerin işleri gibi olur. Halleri de hep düzgündür. Onların arasına karışan kimseler güzel ahlâkları ile ahlâklanır, edepleriyle edeplenir, isabetli sözlerinden yararlanır ve onların değişik zamanlardaki farklı hallerini alarak, kendilerini onların tavır ve hareketleriyle düzeltirler.

Lokman Hekim de oğluna şöyle öğüt vermiştir: “Yavrucuğum! Âlimlerin meclisinde bulun, onların dizinin dibinde bulun. Çünkü Allah Tealâ, yağdırdığı bol yağmurlarla yeryüzünü dirilttiği gibi, kalpleri de hikmetin nuruyla diriltir!” (İbn Müflih, el-Âdâbü’ş-Şer‘iyye, 2/120)

Âlimlere sor

Rasul-i Ekrem s.a.v.’den gelen üçüncü tavsiye ise “âlimlere sor” şeklindeydi. Hadis-i şerifte geçen bu ifade, Allah Tealâ ile kul arasında, kulların da kendi aralarındaki işlerin sağlam ve düzgün biçimde yerine getirilmesi için bir uyarıdır. Bu ifade ile şöyle denilmiş gibidir: İlmi/bilgiyi amelin önüne al; böylece ilim amellerinin girişi olur ve doğru yapılmasını sağlar.

Peygamber Efendimiz s.a.v.’in “âlimlere sor” sözü belli bir zamanla sınırlandırılmış değildir. Sanki sürekli olarak öğren, sormaya devam et ve ilim öğrenmek için gayret göster denilmiş gibidir.

Âlim kelimesi bir sınırlama olmaksızın söylendiğinde, bundan fıkıh ilmini bilen âlimler anlaşılır. Çünkü ilim sözü genel manada söylendiğinde bundan ahkâmı bilmek, helal ve haramı anlamak olan fıkıh ilmi anlaşılır. Diğer ilimler söylenmek istendiğinde bunlar; kelâm ilmi, Kur’an ilmi, hadis ilmi, lügat ilmi gibi özel olarak belirtilir, hangi ilmin kasdedildiği açıkça söylenir. Aynı husus âlimler için de geçerlidir.

Fakihlerin dışındaki âlimler; mesela, bu kelamcıların görüşüdür, tefsir âlimleri bu konuda şöyle demiştir, lügatçiler şöyle derler, nahivciler şunu söyler, kurrâ böyle okumuştur gibi her âlim kendi ilim dalına nispet edilir. Dolayısıyla “âlimlere sor” sözüyle, açıklamış olduğumuz gibi hükümlere dair ilim (fıkıh) murat edilmiş gibidir. Çünkü insanların en çok sıkıntı çektiği ve ihtiyaç duyduğu konular şer’î hükümlerle ilgili konulardır.



Semerkand Dergi Logo