Görüş Bildir

Kime Hizmet?

Muhteremler, hangi kapıyı çalarsanız çalın, Allah Tealâ’ya hizmet etmeden güzel ahlâka ulaşılmaz. İllâ Allah kapısına boyun kırmak gerekir.

Gavs-ı Kasrevî k.s. hazretleri hayatını naklederken buyurdular ki: “Suriye’ye Şeyh Ahmed Haznevî hazretlerinin dergâhına giderdim. O zaman molla idim. Beni tanımasınlar diye sarığı cübbeyi çıkarır, hasır zenbile koyar, tekkeye varırdım. Şah-ı Hazne’nin ahırlarını temizler, gübrelerini hazırlar, bir taraftan bir tarafa çekerdim. Cemaate en son gelir, yatacak bir yer bulmak için herkesin yatmasını beklerdim. Tekkeye gittiğim zaman âlimlerle oturup kalkmazdım. Sofilerin, fakir dervişlerin arasında otururdum.”

Niçin âlimlerle oturmadığı sorulunca da şöyle buyurdular: “Âlimlerde enaniyet (benlik) ve kibir var. Onların arasında kalp katılaşıyor. Boynu bükük, günahkâr ve âsilerle oturup kalkardım. Onların günahkâr, âsi hali Allah’a daha yakındı. İlmiyle mağrur olan âlimin ibadetinden, günahı çok ama boynu bükük âsinin hali Allah’ın rahmetine daha yakındır.

Bir gece geldiğimde Şah-ı Hazne k.s. hazretlerinin müritleri tekkeyi doldurmuştu. Kalan tek hasırı alıp üstüme örttüm. Hava çok soğuktu. Benden sonra bir sofi daha geldi. Üşüyor ve üstüne örtecek bir şey arıyordu. ‘Ben üşüsem olur, Şah-ı Hazne’nin sofisi üşümesin’ diye sırtımdan hasırı kaydırdım. O gelen sofi hasırı aldı, üstüne örttü.”

Büyüklerimiz bu yolu işte böyle kazandı. Gavs-ı Kasrevî k.s. hazretlerinin şeyhi olan Şah-ı Hazne k.s. hazretleri köyünden Norşin’e gelirken ayakları parça parça olurdu. Norşin, bir yanardağ olan Nemrut dağının eteğindedir. O çevrede simsiyah ve sivri granit taşlar bulunur ki bunlara “leçe” denir.

Bir gün Şah-ı Hazne k.s. parçalanmış ayaklarından kanlar akar vaziyette geldi. Tekkenin kapısında durdu. Bir sofi ona, “Şeyhin senden filan kitabı istese, onu al da gel dese, bu halinle gider getirir misin?” diye sordu. Nefsiyle muhasebe yaptı ve “Vallahi getiririm!” dedi. Yanına girince şeyhi ona öyle ikram etti ki kendi elleriyle ayaklarının yaralarını sardı. İşte onlar bu derece teslimiyet ve hizmetle Allah’ı buldular. Şah-ı Hazne k.s. de Muhammed Diyâüddin k.s. hazretlerinin sığır çobanıydı.

Tarik-i Nakşibendiyye’den, bir başka deyişle Tarik-i Sıddıkiyye’den maksat, Allah Tealâ’nın azametine karşı kulların acizliklerini idrak ve itiraf etmeleridir. “Ben garibim, benden garibi yok. Ben âsiyim. Bu tekkenin eşiğine sakalım süpürge olsun. Bu kapıda binlerce insan hidayete ulaşıyor, Allah’ı tanıyor, namaz kılmasını bilmeyen namaza başlıyor. Nice zinakâr gelenler kurtulup hidayete eriyor. Benim canım ve ruhum bu yolda, bu tekkeye bin kere feda olsun.” demedikçe bu yolun hakkı tam olarak verilemez.

Hz. Ebubekir Sıddık r.a.’ın sadakatini kendine örnek edinen bu yolda kötü huylar kalpten çıkarılmadıkça ilerlemek mümkün olmaz. Bu huyların en kötüsü kibirdir. Tevazu ile yıkanır. Kalben ya da bedenen harama yönelmekten kurtulmak gerekir. Aksi halde insan ilahî huzurdan uzaklaşır. Helalinden kazanıp hayırlara harcamak bu kötü duruma çaredir.

Bir kötü huy da merhametsizliktir ki, Allah’ın kullarına hizmet edip bunu temizlemek gerekir. Ümmet-i Muhammed’e hizmet etmeli, fakir ve düşkünlerle beraber olmalıdır. Bazı tarikatlarda müridin “fenâ fi’ş-şeyh” olmadan önce “fenâ fi’l-ihvan” olunması şarttır. Yani şeyhine sevgi ve bağlılıkta son noktaya gelmeden önce, her konuda tarikat kardeşlerini kendi nefsine tercih eder hale gelmelidir.

Şeyh Ahmed Haznevî k.s. hazretleri de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Şeyhinizden fazla müritlerine hürmet, Allah’ın kullarına merhamet, Allah’ın rızasını kazanmaya sebeptir.”



Semerkand Dergi Logo