Görüş Bildir

Çocuklarımız ve Biz

Çocuklar ana babanın aynasıdır. Ama bu ayna, ancak onlar büyüyüp kendi hayatlarını yaşamaya başlayınca göstermeye başlar. Onlara özellikle yedi yaşına kadar ne verirsek büyüdüklerinde de o temel üzerine kişilikleri oluşuyor. Onları yetiştirmedeki eksiklerimizi ancak yetişkin olduklarında anlıyoruz. Ama iş işten geçmiş oluyor.

Çocuklarımızı kendimize benzetmeye çalışırız; yanlış!.. Onları bizim gibi değil, kendileri olarak yetiştirmek gerekir. Buna şu meşhur soruyu gözden geçirerek başlamalıyız: “Büyüyünce ne olacaksın?” Çocuklar da cevap verirler: “Doktor, mühendis, öğretmen, itfaiyeci, pilot olacağım” diye... Hoş tabii. Ama soruyu “Ne olacaksın?” diye değil, “Kim olacaksın?” diye sormalıyız. Çünkü kişi “ne” olacağından ziyade “kim” olacağına verdiği cevap ile adam olur. Kişilik kazanır. Çocuklarımızı “ne”likten kurtaralım, “kim”liğe ulaştıralım. “Ne”lik renksizliği, “kim”lik kişiliği doğurur.

Toplumumuzda ve İslâm âleminde en büyük mesele kişiliksizliktir. Renksiz, niteliksiz, sürüye uyan, kendisi olmaktan çekinen insanlardan bahsediyorum. Acı gerçek budur. Oysa bize kendisi olanlar, adam gibi adam olanlar, insan gibi insan olanlar lazım.

Fabrikasyon üretim

Devletler, toplumlar, sistemler çocukları kendi çıkarlarına göre belirli kalıplara sokmaya çalışır. “Eğitim” kelimesi zaten “eğmek”ten gelir. Biz kişisel veya kişiliksel değil, kitlesel eğitim alıyoruz. Aynen kitlesel üretim ve kitlesel iletişim gibi, kitlesel eğitim de insanları sistemlerin çıkarlarına göre bir kalıba sokmaya çalışır. Kitlesel eğitimde talebelerin sıra sıra oturdukları, birbirlerinin ensesine baktıkları sınıf oturma düzeni bugünkü Almanya’nın dayandığı Prusya’nın askerî nizamından gelir. Fabrika düzeni, asker düzeni gibidir. Askerler gibi aynı üniformayı giyen, dolayısıyla kişilik farkları yok edilmiş neferler yetiştirmeye odaklıdır.

Medeniyetimizde ise sıralardan oluşan sınıflar yoktur, halka vardır. Herkes birbirine eşit mesafededir. Herkes yüz yüze bakar. Çünkü her bir talebe nefer olarak değil, insan olarak görülür. Ve insanın biricikliği yüzünde belirir. Halkada hiyerarşi yani alt üst yoktur. Müderris de halkaya dahildir. Kıbleye sırtını vermiş kişidir, yani yön bildirir. Aynı şekilde meşk, zikir, mehter hep halka şeklindedir. Yer soframız da öyledir.

Kitlesel üretim de aynen kitlesel eğitim gibidir. İki silik insan güruhuna dayanır: Bir yanda ürettiğine kendi izini bırakmasına müsaade edilmeyen isimsiz işçiler; diğer yanda işçilerin kitlesel ürettiği bir örnek mamulleri kendi farklarını ve şahsiyetlerini bir kenara bırakarak kullanan tüketiciler...

Herkesi asker gibi bir hizaya getirmek, tek renge boyamak, bir şekle sokmak Batı’nın her köşeye ulaştırdığı bir zulümdür. Çünkü Mevlâ hiçbirimizi aynı renkte, aynı kabiliyette, aynı karakterde yaratmamıştır. Aynı ana babadan doğan kardeşler de böyledir. Hepsinin sevdiği, bildiği, anladığı ayrı ayrıdır. Nitekim Mevlâmız buyurur: “De ki: Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilir.” (İsra 84)

Şahsiyet edinmek

Bu hususta da örneğimiz Hz. Peygamber s.a.v.’dir. O’nun mübarek halifelerine bakalım. Hepsi ayrı ayrı şahsiyettedir. Kimi halim selimdir, kimi celallidir. Kimi ilimde, kimi devlet işlerinde, kimi ticarette, kimi askerî sahada üstündür. Rasulullah Efendimiz s.a.v. hiçbirini tek tip kişiliğe zorlamamıştır. Hz. Ebu Bekir r.a. O’na kendisi olarak gelmiş, Ebu Bekirliğine Sıddîklık katılmıştır. Hz. Ömer r.a. O’na kendisi olarak gelmiş, Ömerliğine Fârukluk katılmıştır. Hz. Osman r.a. O’na kendisi olarak gelmiş, Osmanlığına Zinnûreynlik katılmıştır. Hz. Ali r.a. O’na kendisi olarak gelmiş, Aliliğine Haydarlık katılmıştır. Sevgili Efendimiz s.a.v.’in mübarek çocukları ve torunları r.anhüm de öyledir. Aslında her sahabe öyledir. Rabbimizin verdiği karakteri, kişiliği yok etmeden hepsi Hak yolda örnek kullar olmuştur.

Biz de eşimizin, kardeşlerimizin, çocuklarımızın, aslında herkesin kişiliğine saygı duymalıyız. Çocuklarımız Rabbimiz’in yarattığı özgün varlıklardır. Bizim vesilemizle şu dünyaya geldiler diye bizim malımız değiller. Maalesef farkına varmadan biz onları öyle görüyoruz. Karakterlerine, şahsiyetlerine bakmaksızın kendimiz gibi olmalarını dayatıyoruz. Onların kişiliklerine uygun tavsiye ve terbiye vereceğimize, hepsine tek bir gömleği giydirmeye çalışıyoruz. Bunu aslında sadece evlatlarımıza değil, arkadaş ve dostlarımıza, işyerindeki çalışanlara, kitaplarımızı okuyanlara da yapıyoruz.

Hakikat penceresinden bakarsak, çocuklarımız aslında ana babayla yaşıttır. Nasıl mı? Çünkü onların ruhları da anne babalarının ruhları ile aynı demde yaratılmış, aynı anda Rabbimiz’in “Elestü bi Rabbikum?”, yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine muhatap olmuştur. Onlar ana babalarına bu dünyaya getirmeleri için emanet edilmiş ruhlardır. Bizim için çok önemli ve tatlı emanetlerdir. O yüzden üzerlerine titreyelim. Evet ama ne şımartalım ne de robotlaştıralım.

Bu hususta da Hak ölçüsünü bilmediğimiz ve ona uymadığımız için aşırılıklara gidiyoruz. Kimimiz çocuğuna terbiye vermiyor, onları iyiye güzele alıştırmıyor, başıboş bırakıyor. O zaman da onlar büyüyünce her şeyi kendine hak gören şımarık, hadsiz, tatminsiz insanlar oluyor. Bazı ana babalar ise tam tersine onlara karakterlerini, daha da kötüsü kendilerinin hayal edip de yapamadığı işleri dayatmaya çalışıyorlar. Aşırı disiplin çocukları robot yapıyor. Sonra ergenlikle beraber her şeyi reddedip gidiyorlar. O katılık içinde verilen bir iki güzel meziyeti de tekmeleyip kenara atıyorlar. Veya kişiliksiz, silik, sünepe insanlar olarak yetişiyorlar.

Ben üniversitede ders verirken sınıfa ilk girdiğimde talebelere şöyle bir bakarım. İnanınız, oturuşundan, bakışından, duruşundan hangi talebenin güzel bir aile terbiyesi aldığını size söyleyebilirim. Her zaman az sayıdadır onlar... Çoğu maalesef kaba ve hadsizdir. Bugün gördüğüm o ki, çocuklarımız en başta saygı bilmiyorlar. Demek ki ne ailede ne sokakta, ne de okulda saygıyı öğrenmişler. Ana babalarının kim olduğunu bilmeseniz bile çocuklarının davranış ve özelliklerinden hemen ahlâklarını anlayabilirsiniz. Bağıra çağıra konuşan gençlerin ana babaları da muhakkak öyledir. Konuşmayı bilmeyenlerin, söz kesenlerin, gürültüyle oturup kalkanların, aşırı hareketlerde bulunanların ebeveynleri büyük ihtimalle öyledir. Suçu çocukta değil, ana babalarda aramak gerekir.

Gözün gördüğü terbiye

Çocuklara güzel ahlâk vermek demek, güzel ahlâk üzerine konuşmak demek değildir. Çünkü çocuklar sözden çok davranışa bakarlar, davranıştan etkilenirler. Ana baba istediği kadar dindarlık vaazı yapsın, samimi değillerse çocuk onu hemen anlar. Ama ana baba güzel ahlâklı ise hiç konuşmasalar bile çocuklar güzel ahlâkı alır, özümser. Böyle yetişmiş çocukları alıp küfür ülkesinin ortasına koysanız bile ışıl ışıl parlamaya devam ederler. Hiç korkmanıza gerek yok. Yeter ki biz iyi ve doğru olalım, onları küçükken hayra, kulluğa alıştıralım. Onlara hem sevgi hem saygı verelim. Onlar Rabbimiz’in hidayetiyle yürür giderler.

Çocukların terbiye alması da Rabbimiz’in sünnetine, âdetine göredir. “Rab” kelimesi ile “terbiye” ve “mürebbî” kelimesi aynı kökten gelir. Rab ”terbiye eden” demektir. Rasulullah Efendimiz s.a.v. buyurur: “Beni Rabbim edeplendirdi (terbiye etti) ve ne de güzel edeplendirdi (terbiye etti)!” O şanlı Rasul s.a.v.’in ahlâkına bakalım: Kâlden ziyade hal, sözden ziyade öz, vaazdan ziyade sohbet vardır. Ya hayır söylemek ya da susmak vardır. Nefret ettirmek değil sevdirmek, zorlaştırmak değil kolaylaştırmak vardır.

Evet; çocuk terbiyesinin de yolu Sünnet’e uymaktır. Batı’dan aşırılan “değerler eğitimi” gibi teraneler değildir. Sünnet’i öğrenmek ise pek kolaydır. Boş vakitlerimizde boş işlerle uğraşacağımıza siyeri, hadisleri ibret nazarıyla, içselleştirerek öğrenebiliriz. Okuduğumuz her bir ayeti ve hadisi uygulamaya azmederek daha güzel bir kul olabiliriz. Bu ahlâkı içselleştirmiş âlim ve âriflere bağlanarak, hayatlarını okuyarak, kitaplarını özümseyerek ve uygulamaya dökerek iyi ve güzel bir insan olabiliriz.

Âdetlerimize, örflerimize çok önem veririz ama onların özüne pek bakmayız. Evet, âdetlerimizin ve göreneklerimizin büyük kısmı güzeldir. Çünkü pek çoğu Sünnet’e dayanır. Mesela misafirperverlik, ikram, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, hayırda bulunmak, küsleri barıştırmak, yolda kalmışa yardım etmek gibi... Fakat bazı âdetlerimiz ise çirkindir, bâtıldır. Mesela daha yakın zamana kadar kan davası âdeti memleketimizin bazı yörelerinde çok yaygındı. Küçük çocuklara bile “âdettir” diyerek adam öldürtülürdü.

Yine yakın zamana kadar câri olan başlık parası geleneğini hatırlayalım. Mehir derseniz bu anlaşılır, ama onun da ölçüsü Sünnet’tir. Kızımızla evlenmek isteyen erkeği binbir külfete sokmak, kilolarca altın, en pahalısından ev eşyası istemek mehir değil, evlenmek isteyen gençlere eziyettir. Bu eziyetin üstüne düğünde Kur’an ve ilahiler okutunca “İslâmî düğün” mü yapmış oluyoruz? Damada böyle sıkıntılar vermezsek kızımız daha mı az kıymetli oluyor? Evlendikten sonra kocasının ödemekle uğraştığı borçların sıkıntısını o da çekmeyecek mi? Hiç eveleyip gevelemeyelim. Bunun da esası dinimizden ziyade paraya pula, gösterişe, maddiyata verdiğimiz önemdir. Geleneğin göreneğin de ölçüsü her şey gibi Allah ve Rasulü olmalıdır. Bu ölçüye uymayan her şey bâtıldır.

Çocukların dünya ve ahireti için

Hepimizin ana babası çok çileler, yokluklar çekti. Fedakârlık yaparak bizleri okuttular, elimize ekmeğimizi almamıza yardım ettiler. Allah hepsinden razı olsun. Bizler ise hamdolsun, maddeten onlardan daha iyi durumdayız. Tabiidir ki çocuklarımız da bizden daha iyi olsunlar istiyoruz. Ama burada büyük bir hata yapıyoruz. “Çocuklarımız bizim çektiklerimizi çekmesin” diyerek onları sanki bir fanusta yetiştiriyor, hayattan koparıyor, sorumluluk öğretmiyoruz. Emek olmadan yemek, gayret olmadan nimet, çaba olmadan sonuç olmayacağını onlara öğretmiyoruz. Onları iyi okullara göndermenin, kitap ve servis parası vermenin, üniversiteyi kazanmaları için para harcamanın tek ana babalık vazifemiz olduğuna inanıyoruz. Bu yüzden çocuklarımızı o kadar kırılgan yetiştiriyoruz ki hayata atıldıklarında en ufak bir sıkıntıda ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Kendi ayakları üzerinde duramıyorlar. Kişilikleri gelişemiyor. Onlara fayda derken zarar veriyoruz.

Sözün özü: Çocuklarımız Allah’ın özgün, biricik, değerli emanetidir. Bize düşen, şu meşakkatli hayatı çekilir hale getiren evlatlarımızı kendi zamanlarına, kişiliklerine, hayırlı isteklerine göre yetiştirmek, yönlendirmek ve desteklemektir. Toplumda şikâyet ettiğimiz onca sorunların çözümü önce bizim inançlı, terbiyeli, bilgili çocuklar yetiştirmemizdir. Kusurları çok olsa da toplumdan, sistemden, devletten şikâyetle vakit geçirmek yanlıştır. Kendimize bakalım, ailemize bakalım, hele çocuklarımıza çok çok iyi bakalım...



Semerkand Dergi Logo