Usulsüz Din Konuşmaları
Hayatımızın her alanı modern anlayışın kuşatması altında. Nefsimize hoş geldiği için olmalı, bu kuşatmadan çok da şikâyetçi değiliz. Müslümanlık iddiamıza rağmen “zaman değişti, çağa ayak uydurmak lâzım” deyip dinimizin emir ve yasaklarını göz ardı edenlerimiz var. Yaygınlaşmış, büyük ölçüde kabul görmüş yeni bir tutum veya değerin İslâm’a aykırılığını dile getirdiğinizde, evvela bir kısım müslümanlar “Din bu değil!” itirazıyla adeta kıyameti koparıyor. Hz. Ömer r.a.’ın “İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar” sözü, büyük ölçüde bugünkü halimizi yansıtıyor maalesef.
“Gerçek İslâm” diye ilahî ölçülere uymayan bir hayat tarzını meşrulaştıran, yaptırımsız ve amelsiz bir din pazarlaması zannedilenden çok daha geniş piyasa buluyor. Son zamanlarda Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler hakkında hezeyan cinsinden iddiaları yüksek sesle dile getirme cüreti de buradan kaynaklanıyor sanki.
Art niyetle yapılmıyorsa eğer, bütün bunlar kibrin, aklı kutsamanın, mevcudu meşrulaştırma çabasının, dolayısıyla bir usulsüzlüğün tezahürüdür. Özellikle İslâm’ın temel kaynakları söz konusu olduğunda usulsüz görüş, iddia veya hükümleri ulu orta dillendirmek cahillere mahsus bir cüretkârlıktır. Böyle sözler akademik ünvan taşıyan ilahiyatçılardan sâdır olsa bile... Çünkü cahil, malumat sahibi olmayan değil; usul erkân bilmeyen yahut usul erkân gözetmeyendir. Cahilin malumatı onu “tahsilli cahil” yapar ki daha tehlikelidir.
Usulsüz hüküm zarar getirir
Cehaletini ifşa ile birilerini tahkir etmek gibi bir niyetimiz yok. Derdimiz dinimize dair mesnetsiz ve usulsüz iddiaların müslümanlar üzerindeki tahribine mani olmaktır. Zira bütün İslâm âlimleri “usulsüz hüküm vermenin mefsedet olacağı” hususunda müttefiktirler. Buradaki “mefsedet”le, dinin muhafazasına zarar verecek her türlü bozguncu tavır kastedilir ki bugün böyle bir ifsat tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz ortadadır. İslâm’ın en temel ölçüleri bile tartışılmakta, hemen herkes din hakkında “bana göre” diye başlayan cümleler kurabilmektedir.
Aynı meselede birbirine taban tabana zıt görüşlere sahip iki tarafın ikisinin de iddialarını bir ayete veya hadise dayandırmaları kafaları karıştırmaktadır. Halbuki o ayet ve hadisten o hükme hangi usulle nasıl vardıkları, hükmün kendisinden daha önemli ve önceliklidir.
“Usul esastan mukaddemdir” denilmiştir. Yani “tesis edilen netice” demek olan “esas”tan önce, usulün sıhhatine veya usule uyulup uyulmadığına bakılır. Yanlış bir usul takip edilmiş ya da usule uyulmamışsa hüküm geçerlilik kazanmaz. “Usulsüz vusûl olmaz” fehvasınca usulsüzce varılan netice zaten bir doğruyu yahut hakikati yansıtmayacaktır. Kaldı ki yeni iddialara delil diye sunulan ayet yahut hadislerin iddia sahiplerince ne kadar doğru anlaşıldığı da başka bir meseledir ve doğru anlamanın dahi usulü vardır.
Konuyu yakınlarda internet ortamında rastladığımız bir metin üzerinden örneklemeye çalışalım. Metinde özetle, “ayet ve hadislerin on dört asır öncesinin şartlarına hitap ettiği, günümüz problemlerine cevap vermeyeceği, yeni durumlar için Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’ten bağımsız olarak rasyonel akılla çözümler üretilmesi gerektiği” söyleniyor. Bu iddialara dayanak olarak da kadı veya vali sıfatıyla Yemen’e gitmek üzere yola çıkan Muaz bin Cebel r.a. ile Efendimiz s.a.v. arasındaki fetva usulüne dair konuşmayı ihtiva eden hadis dayanak gösterilmiş. Hadis-i şerifte Hz. Peygamber s.a.v.’in soruları üzerine, Muaz bin Cebel r.a., “Kendisine bir mesele geldiğinde Allah’ın Kitabı’yla hükmedeceğini, o meselenin hükmünü Kur’an-ı Kerim’de bulamazsa Rasulullah s.a.v.’in Sünnet’ine bakacağını, orada da bulamazsa kendi reyi (görüşü) ile içtihatta bulunacağını” söyler. Onun bu cevabından Rasul-i Ekrem s.a.v. hoşnut olmuş ve Allah Tealâ’ya hamdetmiştir. (Tirmizî, Ahkâm, 3)
Usulsüz bilgi asılsız bilgidir
Bahse konu makalede önce şu “bulamazsa” ifadesinden ayet ve hadislerde bazı meseleler hakkında kesinlikle hüküm bulunamayacağı sonucuna varılıyor. Oysa Kur’an ve Sünnet’te bir meseleye dair mutlak manada hüküm bulunamayacağını söylemek başka, o meseleyle bire bir örtüşen apaçık bir hüküm bulunamayacağını söylemek daha başkadır. Hadis-i şerifte kastedilen ikincisidir. Nitekim içtihadî bir hüküm, müçtehidin yine belli şartlar dahilindeki kıyas ve irtibat tercihiyle de olsa bir nassa dayandırılır. Bu, içtihatla görüş belirtebilmenin en önemli usulüdür. Zira usul, “asıl” kelimesinin çoğuludur; “asıllar” demektir. Öncelikle Kitap ve Sünnet manasına gelir.
İslâmî ilimlerde usule uymaktan maksat evvel emirde Kitap ve Sünnet’e uymak, herhangi bir meselede ayet ve hadislerle tayin edilmiş sınırların dışına çıkmamaktır. Asıllar, hüküm arayışındaki akıl yürütmenin kurallarını, zeminini, çerçevesini ve istikametini de belirlediği için usul kelimesi bugün daha çok bilinen “yol, yöntem, metot” manasını kazanmıştır. Bu manada İslâmî ilimlerin her birinin yine müstakil bir ilim halinde teşkil edilmiş usulü vardır. Hülasa-yı kelam, İslâm söz konusu olduğunda ister iddia, ister hüküm tarzında dile getirilsin, usulsüz bilgi asılsız bilgidir; itibar edilmez.
Öte yandan bir görüşe delil olarak ayet ve hadislerin zikredilmesi, her zaman usule uyulduğu, Kitap ve Sünnet’in asıl kabul edildiği manasını taşımaz. Dikkatle bakıldığında fark edilecektir ki dinde mefsedete yol açan iddialarda bulunanlar, mutlaka kabullenilmesi gereken değişmez bir hakikat gibi gördükleri mevcut durumu “asıl” mevkiine koymakta; ayet ve hadisleri keyfî yorumlarla bu realiteyi meşrulaştırmak için kullanmaktadırlar.
Bütün bunlar bir yana, Hz. Muaz r.a.’ın “Reyimle içtihat ederim” cevabından herkesin kendi görüşüyle içtihat edebileceğini çıkarmak, sadece usulsüzlüğün değil, maruz kaldığımız cehaletin ve hadsizliğin derecesini göstermesi bakımından manidardır. Zira Muaz bin Cebel r.a. herhangi bir sahabi değildir. Kur’an-ı Kerim’i hıfzeden ve Peygamberimiz s.a.v.’in vazifelendirmesiyle diğer müslümanlara öğreten, Asr-ı Saadet’te fetva verebilen çok az sayıdaki sahabeden biridir. Rasulullah s.a.v. onu “Helal ve haramı en iyi bilen kişi” diye tanımlamış, “Kıyamet gününde âlimlerin önünde yürüyecek” buyurarak övmüştür. Bu sebepledir ki o “İmâmü’l-ulemâ” yani âlimlerin imamı olarak nitelendirilmiştir. Hilafetleri zamanında Hz. Ebubekir r.a.’ın istişare heyetinde bulunmuş, Hz. Ömer r.a. da fıkhî meselelerde kendisine gelenleri ona yönlendirmiştir. Yani, “reyimle içtihat ederim” diyebilecek biri, kıyamet günü Muaz bin Cebel r.a.’ın arkasından yürüyebilecek evsafta bir âlim olmak mecburiyetindedir. Bu dahi usuldür.
Üsluba ve Ehl-i Sünnet çizgisine dikkat
Bu yazıyı buraya kadar okuyanlar muhtemelen şöyle diyeceklerdir: “İyi güzel de biz âlim değiliz; usul ilimlerini bilmeyiz. Şimdiden sonra İslâmî ilimleri tahsil edecek imkânımız da yok, böyle bir mükellefiyetimiz de... Üstelik bu yeni ve farklı iddialar bazen ben hocayım, âlimim, ilahiyat profesörüyüm diyenlerden sâdır oluyor. Bunların usulsüzlüğünü yani söylediklerinin asılsızlığını nasıl anlayacağız?”
Açıkçası biz de böyle bir soru belirsin diye bu kadar malumat aktardık. Evet, usul ilimlerini bilmek, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam âlimi olmak farz-ı ayn değil. Yine de usulsüzlüğü tespit için hepimizin fark edebileceği bazı alametler var. Birincisi üsluptur. Birisi İslâm adına bir iddiada bulunurken kibirli, alaycı, aşağılayıcı laubali bir dil kullanıyor; Efendimiz s.a.v.’den, selef-i sâlihinden, müçtehit imamlarımızdan tazim göstermeksizin herhangi biri gibi bahsediyor ve geçmiş ulemayı küçümsüyorsa, onun söyledikleri asılsızdır.
İkincisi, söylenen söz Ehl-i Sünnet çizgisinde değilse usulsüz söylenmiş demektir. Çünkü Ehl-i Sünnet, İslâm’ı usulünce anlamanın ve yaşamanın adıdır. Bid’at yapılanmaların tamamı nassı anlama ve yorumlamadaki usulsüzlüğün eseridir. Cemaat ve Sünnet Ehli’nin neye nasıl inanacağı, nelerle mükellef olduğu, nasıl amel edeceği bütün detaylarıyla en anlaşılır ve rafine biçimde ilmihal kitaplarımızda yazılıdır. Kadın erkek üzerimize farz olan ilim işte bu ilmihallerdeki ilimdir. Öyleyse yapılması gereken, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kaleme aldığı ilmihallerle hallenerek istikamet üzere yürümektir. Sağda solda dillendirilen ve ilmihalimize aykırı iddia ya da görüşlerin usulsüz ve asılsız olduğunu bilmek; bunları sürekli gündemimizde tutmadan, fazlaca ciddiye almadan yürüyüşümüzü aksatmamaktır.